Kazuo Ishiguro – Noktürnler

Tony Gardner’ın turistlerin arasında oturduğunu fark ettiğim sabah, bahar Venedik’e yeni yeni geliyordu. Her gün meydanda çalabildiğimiz ilk haftaydı; doğrusunu söylemek gerekirse, kafenin arka tarafından, merdivenleri kullanmaya çalışan müşterilerin yolunu tıkayarak çaldığımız bunaltıcı saatlerden sonra rahata ermiştik. O sabah oldukça güçlü bir esinti vardı, gıcır gıcır tentemiz tepemizde uçuşuyordu, ama biz kendimizi her zamankinden daha neşeli ve dinç hissediyorduk; sanırım bu da müziğimize yansıyordu. Şimdi burada, sanki sabit bir grup elemanı gibi konuşuyor olsam da, diğer müzisyenlerin deyimiyle “çingenelerden” biriyim; etrafta dolanıp, meydandaki üç kafe orkestrasından biri ihtiyaç duyduğunda eksik elemanın yerine geçenlerdenim. Çoğunlukla Caffé Lavena’da çalarım, ama yoğun geçen öğleden sonralarımda Quadri Boys’la ilk bölümü tamamlar, sonra Florian’a geçer, ardından yine Lavena’ya dönerim. Herkesle iyi anlaşırım (garsonlarla da) ve biliyorum ki eğer başka bir şehirde olsaydım şimdiye kadar çoktan gruplardan birinin daimi üyeleri arasına girerdim. Ancak geleneklerine ve geçmişine sıkı sıkıya bağlı olan bu şehirde her şey allak bullak. Dünyanın her yerinde gitaristler el üstünde tutulur. Ama burada… Gitar denince kafe yöneticileri rahatsız olur. Çok modern görünür gitar, turistler de bundan hoşlanmazlar. Geçen sonbahar, turistler rock and roll’cu olduğumu sanmasınlar diye, ses deliği oval, eski bir caz modeli satın aldım, tam Django Reinhardt’ın çalacağı türden bir şey. Bu durum işleri biraz kolaylaştırdı, ama kafe yöneticilerine yaranamadım gene de. Doğrusu, Joe Pass bile olsanız, bu meydanda çalan orkestralardan birine kapağı atmanızın yolu yoktur. Bir de tabii, değil Venedikli, İtalyan bile olmayışım sinirlerine dokunuyor. Aynı şey alto saksafon çalan iri yarı Çek için de geçerli.


Gayet beğeniliyoruz ve diğer müzisyenlerin bize ihtiyacı var, ama bordroda yer almaya uygun değiliz. Yöneticiler yalnızca, “Çeneni kapa ve çal,” demesini bilirler. Takımım giy, gözlüğünü tak, saçlarını arkaya tara; konuşmazsan turistler seni İtalyan zanneder. Yine de durumum fena sayılmaz. Tentelerinin altındaki yerlerini almış üç kafe orkestrası, özellikle de aynı anda çalmak durumunda kaldıklarında, sesi tok, yumuşak çıkan ama amfiye bağlandığında çaldığı her nota fonda gümbürdeyen bir gitara ihtiyaç duyarlar. Aynı anda çalan orkestraların bir kakofoni yaratacağını düşünüyorsunuzdur herhalde, ama San Marco Meydanı bunu kaldıracak kadar büyüktür. Meydanda dolaşan bir turist, radyo istasyonu arıyormuşçasına, birinin sesi kısılırken diğerinin yükseldiğine şahit olur. Turistler klasik, ünlü aryaların enstrümantal yorumlarının tekrarına pek dayanamazlar. Tamam, burası San Marco ve onlar da buraya kadar popüler liste parçalarını dinlemeye gelmiyorlar, ama birkaç dakikada bir bildikleri parçaları, mesela Julie Andrews’un eski bir parçasını veya ünlü bir film müziğini duymak istiyorlar. Geçen yaz bir öğleden sonra, orkestra orkestra dolaşıp Baba filminin tema müziğini tam dokuz defa çaldığımı hatırlarım. Her neyse, Tony Gardner’ı elinde kahvesiyle sahnemizin altı metre ötesinde yalnız başına otururken gördüğüm o bahar sabahı, iyi bir turist kalabalığına çalıyorduk. Bu meydanda ünlülerle hep karşılaşırız ve hiçbir zaman olay olmaz. En fazla, parça bitince orkestra elemanları aralarında fısıldaşırlar. “Bak, Warren Beaty,” ya da, “Kissinger’ı gördün mü?” “O kadın, yüzlerini değiştiren adamların filminde oynayandı.” Bunlara alışkınız.

Sonuçta burası San Marco Meydanı. Ama karşımda oturanın Tony Gardner olduğunu fark edince başka türlü hissettim. Gerçekten heyecanlandım. Tony Gardner annemin en sevdiği sanatçıydı. Ülkemizin komünist olduğu çocukluk günlerimde onun plaklarını bulmak çok güçtü, ama annemde bütün koleksiyonu vardı. Çocukken bu değerli plaklardan birini çizmiştim. Dairemiz çok küçüktü, ama o yaşlardaki bütün çocuklar gibi ben de hareket etmek istiyordum, özellikle de dışarıya çıkmadığım soğuk kış aylarında. Koltuktan kanepeye atlama oyunumu oynarken yanlış bir hareket yapıp pikabın üzerine düştüm. Pikabın iğnesi berbat bir cızırtıyla plağın üzerinde kaydı (tabii CD’lerin piyasaya çıkmasına daha çok vardı) ve annem mutfaktan fırlayarak bağırmaya başladı. Bana bağırdığı için değil, çok sevdiğini bildiğim Tony Gardner plaklarından birini mahvettiğim için üzülmüştüm. Biliyordum ki artık o tanıdık ses Amerikan şarkılarını mırıldanırken, plaktan cazır cuzur sesler çıkacaktı. Epey sonra, Varşova’da çalıştığım yıllarda karaborsa plak satışlarından haberdar oldum ve annemin eski Tony Gardner albümlerini, çizdiğim de dahil olmak üzere yeniledim. Üç yıl boyunca arayıp taramış, annemi her ziyarete gidişimde albümleri teker teker götürmüştüm. Altı metre ötemde oturduğunu gördüğümde neden bu kadar heyecanlandığımı şimdi anlamışsınızdır. Başta pek inanamadım, hatta akor değişirken ritme geç girmiş bile olabilirim.

Tony Gardner! Annem duysa ne derdi kim bilir? Annemin hatırına, diğer müzisyenlerin gülüşmelerine ve bir komi gibi davrandığımı söylemelerine aldırmadan gidip bir şeyler demeliydim. Elbette masaları, iskemleleri itiştirerek ona doğru hamle yapamazdım. Önce çaldığımız bölümün bitmesi gerekiyordu. Şunu bilin ki parçalar ilerledikçe adeta can çekişmeye başlamıştım, çünkü her an kalkıp gidebilirdi. Fakat o, orada öylece oturmuş, garsonun getirdiği kahvesini inceleyip duruyordu. Açık mavi polo yaka bir tişört ve düşük belli gri pantolonuyla herhangi bir Amerikalı turist gibiydi. Plak kapaklarının üzerindeki resimlerde gördüğüm koyu, parlak saçları artık bembeyazdı ama hâlâ gürdü ve eski stilinde kesilmişti. Onu fark ettiğimde güneş gözlükleri elindeydi (eğer gözünde olsaydı tanıyabileceğimden şüpheliyim), biz çalarken de bir taktı bir çıkardı. Çok dalgın görünüyordu ve dikkatini çaldıklarımıza vermediği için hayal kırıklığına uğradım. Bir süre sonra performansımız bitti ve ben tepemizdeki tentenin dışına çıkıp bayağı panikleyerek, lafa nasıl başlayacağımı bilemeden onun masasına doğru atıldım. Arkasında duruyordum, ama herhalde altıncı hissiyle varlığımı hissedip (sanırım etrafı yıllarca hayranlarıyla çevrili olduğundan) bana doğru döndü. Alelacele kendimi tanıtıp ona ne kadar hayran olduğumu, dinlediği orkestrada çaldığımı, annemin en ateşli hayranlarından biri olduğunu bir çırpıda sıraladım. Tıpkı bir doktor gibi oldukça temkinli bir ifadeye dinledi. Ben konuşurken, o sadece arada sırada, “Ya, öyle mi?” diyordu. Ben artık gitme vaktimin geldiğini düşünerek ayrılmaya hazırlanırken, “Demek komünist bir ülkeden geliyorsun, bu zor olmalı,” dedi.

“Hepsi geçmişte kaldı,” diyerek neşeyle omuzlarımı silktim. “Artık özgür bir ülkeyiz. Yani bir demokrasi.” “Bunu duyduğuma sevindim. Demek biraz önce çalan senin grubundu. Otur bakalım. Kahve içer misin?” Kendimi zorla davet ettirmek istemediğimi söylediğimde, Bay Gardner kibar ama ısrarcı bir tavırla, “Hayır, hayır otur. Annenin plaklarımı sevdiğini söylüyordun,” dedi. Bunun üzerine oturdum ve ona bir şeyler daha anlattım. Annemi, evimizi, karaborsa plakları. Ve albümlerinin isimlerini hatırlayamasam da, kapaklarındaki resimleri tarif etmeye başladım. Her seferinde parmağını havaya doğrultarak mesela, “Ha o mu? Inimitable galiba. The Inimitable Tony Gardner olmalı,” diyordu. Bence ikimiz de bu oyundan hoşlanmıştık, ama bir ara dikkati başka bir tarafa doğru kayınca, kafamı tam zamanında çevirip masamıza doğru gelen kadını fark ettim. Yaklaşıncaya kadar yaşı kestirilemeyen, gayet havalı, saçı kusursuz, şık giyimli, endamlı Amerikalı hanımefendilerdendi.

Uzaktan bakınca onu parlak moda dergilerinden fırlamış bir model sanabilirdim. Ama Bay Gardner’ın yanındaki iskemleye oturup, gözlüklerini anlının üzerine kaldırınca elli yaşlarında, belki de daha fazla olduğunu fark ettim. Bay Gardner, “Eşim Lindy,” dedi. Bayan Gardner bana biraz zoraki bir tavırla gülümseyip, kocasına döndü ve, “Demek bir arkadaş edindin, kim bu?” diye sordu. “Doğru bildin tatlım. Burada Bay… –özür dilerim, adını bilmiyorum– ile çene çalıp hoşça vakit geçiriyorduk.” “Jan,” diyerek araya girdim. “Ama arkadaşlarım bana Janeck der.” Lindy Gardner, “Takma adın gerçek adından daha uzun, öyle mi? Bu nasıl oluyor?” diye sordu. “Adama kabalık etme hayatım.” “Kabalık etmiyorum.” “Adıyla dalga geçme, tatlım. Uslu bir kız ol lütfen.” Lindy Gardner çaresizce diyebileceğim bir ifadeyle bana baktı. “Ne diyor bu adam böyle? Sana hakaret mi ettim?” “Yo, yo Bayan Gardner, asla böyle bir şey olmadı.

” “İnsanlara çok kaba davrandığımı söylüyor sürekli, ama ben kaba değilim. Biraz evvel sana kabalık ettim mi?” dedikten sonra Bay Gardner’a dönerek, “Ben herkesle doğal konuşuyorum, tatlım. Bu benim tarzım. Ben asla kaba değilimdir.” “Tamam, tatlım, büyütmeyelim. Her neyse, karşımızdaki adam herhangi biri değil.” “Değil mi? Kimmiş? Uzun zamandır kayıp olan yeğenin falan mı?” “Nazik ol, tatlım. Bu adam bir meslektaşım. Profesyonel bir müzisyen.” Tentemizi işaret ederek, “Orada çalarak hepimize hoşça vakit geçirtiyor,” dedi. “A, doğru, akordeon çalıyordun, değil mi? Doğrusu çok güzel.” “Çok teşekkürler, ama ben gitaristim.” “Gitarist mi? Şaka yapıyor olmalısın. Bir dakika önce bas çalan adamın yanında oturmuş güzel güzel akordeonunu çalıyordun, gördüm.” “Affedersiniz, ama akordeonu çalan kel kafalı, iri yarı Carlo’ydu.

” “Emin misin? Yoksa benimle dalga mı geçiyorsun?” “Tatlım, sana kabalaşma demiştim.” Aslında bağırmamıştı ama sesi katı ve kızgındı. Tuhaf bir sessizlik çökmüştü masaya. Bunu bozan gene Bay Gardner oldu ve kibarca, “Üzgünüm tatlım, kırıcı olmak istememiştim,” dedi. Elini uzatarak kadının bir elini avucunun içine aldı. Kadının silkelenerek elini kurtarmasını bekledim, ama o, adama daha da yaklaşarak diğer elini birleşen ellerinin üzerine koydu. Bir süre Bay Gardner önüne, kadınsa onun omuzları üzerinden boş boş kiliseye doğru baktılar, ama aslında ikisi de hiçbir şeyi görmeyerek öylece oturuyordu. O dakikalarda sadece beni değil, meydandaki kalabalığı da unutmuş gibiydiler. Derken Bayan Gardner adeta fısıldayarak, “Tamam hayatım, hepsi benim hatamdı. Seni üzdüm,” dedi. Birkaç dakika daha elleri kenetli oturdular. Derken Bayan Gardner iç geçirdi ve gözleri Bay Gardner’dan bana kaydı. Daha önce de bana bakmıştı, ama bakışları bu sefer daha derindi. Cazibesini hissedebiliyordum. Sanki elinde düğmeleri sıfırdan ona kadar ilerleyen bir alet vardı ve benim notumu altı ya da yediye çevirmeye niyetliydi.

Bunu o kadar güçlü hissediyordum ki, bana meydanın öbür ucuna koşup bir demet çiçek getir dese, seve seve yapardım. “Janeck,” dedi. “Adın buydu, değil mi? Özür dilerim, Tony haklıydı. Seninle bu şekilde konuşmaya hakkım yoktu.” “Bayan Gardner, lütfen üzülmeyin…” “Sohbetinizi de böldüm. Bahse girerim, konu müzikti. En iyisi, sizi yalnız bırakayım.” “Gitmene gerek yok, sevgilim.” “Evet var, tatlım. Şuradaki Prada mağazasına gidebilmek için dakikalardır kıvranıyorum. Aslında sana gecikeceğimi haber vermek için gelmiştim.” “Tamam, sevgilim.” Tony Gardner ilk defa oturduğu yerde doğruldu ve derin bir nefes aldı. “Sen mutlu olduğun sürece benim için fark etmez.” “O mağazada keyifli vakit geçireceğim kesin, bu arada sizler bol bol kaynatın bakalım.

” Ayağa kalktığında omzuma dokundu. “Kendine iyi bak, Janeck.” Bir süre arkasından baktık, sonra Bay Gardner Venedik’te müzisyen olmakla ilgili birkaç soru sordu ve özellikle o sırada çalmaya başlayan Quadri orkestrasını merak etti. Benim cevaplarımı çok dikkatli dinlemiyordu, ama tam özür dileyip kalkmak üzereydim ki birdenbire söze girdi: “Sana vermek istediğim bir iş var, ahbap. Aklımda olanı sana aktarayım, yapmak istemezsen reddedersin.” Öne doğru eğildi ve sesini alçalttı. “Sana bir şey söyleyeyim mi? Lindy ile Venedik’e yirmi yedi yıl önce balayımızda gelmiştik. Fakat burada onca mutlu anımız olmasına karşın bir daha gelemedik. En azından birlikte. O yüzden, bu seyahati planlarken birkaç günümüzü Venedik’e ayırmayı özellikle çok istedik.” “Yıldönümünüz mü, Bay Gardner?” “Yıldönümü mü?” derken rahatsız görünüyordu. “Şey, özür dilerim. Siz özel bir seyahat deyince öyle sandım.” O huzursuz hali biraz sürdü, sonra art arda kahkaha patlatmaya başladı. Birden annemin sık sık dinlediği parçalardan birini hatırladım, Bay Gardner’ın bir bölümünde konuştuğu parçayı.

Kendisini terk eden kadına aldırmadığını söylerken sahte kahkahalar atan bir adamın şarkısıydı. Şimdi aynı kahkaha herhalde meydanın öbür ucundan duyuluyordu. Birden şöyle dedi: “Yıldönümümüz değil, ama sana teklif edeceğim iş çok da alakasız sayılmaz. Çünkü romantik bir şey yapmak istiyorum. Ona serenat yapacağım. Tam Venedik usulü. İşte sana bu noktada ihtiyacım var. Sen gitar çalacaksın, ben söyleyeceğim. Gondolla balkonun altına yanaşacağız ve ben yukarı doğru bakarak şarkımı söyleyeceğim. Yakınlardaki bir otelde bir süit kiraladık. Yatak odasının penceresi kanala bakıyor. Karanlıkta mükemmel olacak. Duvarlardaki lambalar tam da uygun yerleri aydınlatıyor. Seninle ben gondoldayız, o da balkona çıkıyor. Sevdiği bütün parçalar.

Çok uzun sürdürmeyiz, çünkü geceleri serin oluyor. Üç ya da dört şarkı düşünüyorum. Tatminkâr bir ödeme yapacağım. Ne diyorsun?” “Şeref duyarım, Bay Gardner. Söylediğim gibi, benim için çok önemlisiniz. Ne zaman yapmayı planlıyorsunuz?” “Eğer yağmur yağmazsa neden bu gece olmasın? Sekiz buçuk civarında. Yemeğimizi erken yiyoruz, dolayısıyla o saatte dönmüş oluruz. Bir mazeret uydurup daireden çıkar, seninle buluşurum. Önceden bir gondol da ayarlarım. Kanal boyunca ilerleyip tam pencerenin altında dururuz. Mükemmel olacak. Ne dersin?” Tahmin edersiniz ki bu teklif bir rüyanın gerçekleşmesi gibiydi. Bunun yanı sıra, âşık yeniyetmeler gibi davranmaları da bana sevimli geldi –adam altmışında kadın ise ellisinde. Hatta o kadar sevimliydi ki biraz önce şahit olduğum gerginliği bile unuttum. Yani demek istediğim, işlerin adamın anlattığı gibi düzgün yürümeyeceği daha bu aşamadan belliydi.

Birkaç dakika içinde Bay Gardner’la detayları konuştuk; hangi şarkıları istiyor, hangi perdeleri tercih ediyor, buna benzer şeyler. Orkestrama dönme vaktim gelmişti. Bir sonraki bölüm başlamadan ayağa kalkarak elini sıktım ve akşam yüzünü kara çıkarmayacağımı söyledim. * * * O gece Bay Gardner’la buluşmaya giderken caddeler karanlık ve sessizdi. San Marco Meydanı’ndan uzaklaştığım anda kaybolurdum hep. O yüzden, epey erken çıkmama rağmen, Bay Gardner’ın beklediği köprüye birkaç dakika geç varabildim. Tam da lambanın altında ayakta duruyordu. Üzerinde kırışık bir keten takım vardı. Gömlek yakası göğüs kıllarını ortada bırakacak şekilde açıktı. Geç kaldığım için özür dileyince, “Birkaç dakikanın ne önemi var, Lindy ve ben yirmi yedi yıldır evliyiz, birkaç dakika nedir ki?” dedi. Kızgın değildi ama ciddi ve gergindi, romantik de görünmüyordu. Gondol tam arkasında suda sallanıp duruyordu, gondolcu da aksi gibi hiç sevmediğim Vittorio’ydu. Vittorio yüzüme hep dostça gülümser, ama bilirim ki ben ve benim gibilerin yani “yeni ülkelerden gelen göçmenlerin” arkasından hep yalan yanlış şeyler uydurur. Bu nedenle o gece beni içten bir tavırla selamladığında bile karşılık vermedim ve Bay Gardner’ı elinden tutarak gondola bindirişini izledim. Sonra gitarımı uzattım (İspanyol gitarımı getirmiştim, oval delikli olanı değil), ardından kendim atladım.

Bay Gardner gondolun ön kısmında kıpır kıpırdı, duruşunu sürekli değiştiriyordu; aniden öyle bir geriye kaykıldı ki neredeyse devriliyorduk, ama kendisi suya bakmaya devam ettiğinden farkına varmadı. Birkaç dakika kadar sessizce karanlık binaların arasından ve alçak köprülerin altından süzüldükten sonra derin düşüncelerinden sıyrıldı: “Dinle dostum, bu gece için birkaç şarkı üzerinde anlaştık, ama düşündüm de Lindy ‘By the Time I Get to Phoenix’e bayılır. Bu parçayı çok uzun zaman önce kaydetmiştim.” “Tamam, Bay Gardner. Annem hep sizin yorumunuzun Sinatra’nınkinden de Glenn Campbell’inkinden de daha iyi olduğunu söylerdi.” Bunun üzerine Bay Gardner başını öne eğdi ve bir süre öyle durdu. Vittorio, köşeyi dönerken duvarlarda yankılanan bir gondolcu narası attı. “Bu şarkıyı ona çok söylerdim, bu nedenle bu gece duymaktan memnun kalacağını sanıyorum. Besteyi biliyorsun, değil mi?” Gitarımı kutusundan çıkarmıştım, şarkının birkaç notasını tıngırdattım. “Yükselt, yükselt, mi bemol’e kadar çık. Albümümde de böyle kaydetmiştim.” Notaları o perdeden çalmaya başladım. Bay Gardner birinci bölümden sonra gayet yumuşak bir sesle, sanki sözleri hatırlayamıyormuş gibi eşlik etmeye başladı. Sesi o çıt bile çıkmayan kanalda çok hoş yankılanıyordu. Aslında, gerçekten çok iyiydi.

Bir an için tekrar o küçük oğlan çocuğu oluvermiştim. Tekrar evimizdeydim ve Tony Gardner’ın plağı salonun köşesindeki pikapta dönerken halının üzerinde uzanıyordum; yorgun, belki de kalbi kırık annemse kanepede oturuyordu. Bay Gardner gayet kararlı bir tonda, “Tamam, ‘Phoenix’i mi bemolden yorumlayacağız, sonra planladığımız gibi ‘I Fail in Love too Easily’, derken ‘One for My Baby’yle de bitireceğiz. Zaten daha fazla dinlemeyecektir,” dedikten sonra tekrar düşüncelere daldı ve karanlıkta Vittorio’nun küreğinin çıkardığı şapırtılardan başka bir şey duyulmaz oldu. “Bay Gardner, umarım sormamın bir sakıncası yoktur, ama Bayan Gardner bu resitali bekliyor mu, yoksa sürpriz mi olacak?” Derin derin iç geçirdi ve, “Sanırım bunu mükemmel bir sürpriz kategorisine koymalıyız, ama nasıl tepki göstereceğini tanrı bilir. ‘One for My Baby’ye hiç başlayamayabiliriz de,” diye cevapladı. Vittorio’nun gondoluyla bir köşeyi daha döndük ve birdenbire kahkahalar hatta gürültüler gelmeye başladı. Pırıltılı bir restoranın önünden geçiyorduk. Yılın bu döneminde geceler o kadar sıcak olmasa da bütün masalar doluydu, garsonlar koşuşturuyordu ve yemeklerini yiyenler memnun gözüküyorlardı. Sessizliğin ve karanlığın ardından bu restoranın gürültüsü garip kaçmıştı. Sanki biz karadaydık da, önümüzden ışıl ışıl bir parti yatı geçiyordu. Birkaç kişinin bizden tarafa baktığını fark ettim, ama başlarını öylesine çevirmiş kişilerdi yalnızca. Derken restoran arkamızda kaldı. “Ne komik. Bu turistler önlerinden efsanevi Tony Gardner’ın geçtiğini bir bilseler, neler olur, hayal edebiliyor musunuz?” dedim.

Vittorio İngilizce bilmemesine rağmen esprimi anlayıp gülümsedi, Bay Gardner’sa bir süre karşılık vermedi. Tekrar karanlığa ve etrafları pek az aydınlatılmış kapıların bulunduğu dar kanala girmiştik ki, “Dostum, sen komünist bir ülkeden geliyorsun, o nedenle bu işlerin nasıl yürüdüğünü bilmezsin,” dedi. “Bakın Bay Gardner, benim ülkem artık komünist değil. Bizler özgür insanlarız.” “Ülkeni aşağılamak istememiştim, özür dilerim. Sizler cesur insanlarsınız. Umarım barış ve esenlik içinde yaşarsınız. Demek istediğim, doğaldır ki sizin geldiğiniz ülkelerde buraları anlamanıza engel olan bir sürü yerel algılama biçimi vardır; aynen benim de sizin ülkelerinizin bazı davranışlarını anlayamayacağım gibi.” “Sanırım bu doğru, Bay Gardner.” “Önlerinden geçtiğimiz insanlara gidip de, ‘Tony Gardner’ı hatırlıyor musunuz?’ diye sorsanız, birçoğu hatırlar herhalde. Ama biraz önce yaptığımız gibi gondolla önlerinden süzülürken beni görseler heyecanlanırlar mı? Bilemem. Çatallarını bırakmazlar ya da mum ışığındaki kalp kalbe duruşlarını bozmazlar. Neden geçmişte kalmış bir aşk şarkıcısı için bunları yapsınlar?” “Buna katılmıyorum, Bay Gardner. Siz bir klasiksiniz. Siz bir Sinatra ya da Dean Martin’siniz.

Bazı klasikler vardır ki asla demode olmazlar. Pop yıldızlarına benzemezler.” “Çok iyi kalplisin, dostum. İyi niyetli olduğunu biliyorum. Ama bu gece şaka kaldıracak halde değilim.” Tam itiraz edecekken, tavrındaki bir şey bana bu konuyu tamamen kapatmam gerektiğini hissettirdi. Bir süre ağzımızı açmadan yolumuza devam ettik. Doğrusunu söylemem gerekirse, nasıl bir olayın içine düştüğümü, bu serenat meselesinin ne olduğunu merak etmeye başlamıştım. Sonuçta bunlar Amerikalıydı. Bildiğim bir şey varsa o da, Bay Gardner şarkılarını söylemeye başladığında Bayan Gardner’ın tabanca ya da tüfekle bize ateş edeceğiydi. Vittorio da aynı şeyi düşünüyordu galiba, çünkü yan duvardaki lambanın altından geçerken bana, “Hey dostum, adam epey tuhafmış,” der gibi baktı. Buna karşılık vermedim. Bay Gardner’dan hoşlanıp hoşlanmama konusunda onunla aynı tarafta olmayacaktım. Vittorio’ya göre, benim gibi yabancılar turistleri soyuyor, kanalları pisletiyor, yani özetle şehri her açıdan mahvediyordu. Hatta eğer kötü bir günündeyse, bizleri tecavüzcü ya da hırsız olarak bile yaftalayabilirdi.

Bir seferinde, bütün bunları söyleyip söylemediğini yüzüne karşı sormuştum da, yemin billah ederek duyduklarımın yalan olduğunu söylemişti. Anası gibi sevdiği Yahudi bir yengesi varken nasıl ırkçı olabilirdi? Ama bir öğleden sonra müziğimize ara vermiş, Dorsoduro köprüsünden aşağıyı seyrederek zaman öldürürken, altımızdan gondoluyla geçen Vittorio’nun, elinde uzun küreğiyle üç turistin tepesinde dikilip saçmalıklarını tekrar ettiğini kulaklarımızla duymuştuk. Dolayısıyla istediği kadar gözlerimin içine baksın, onun tarafım tutmamı çok bekler…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir