Sovyetler Birliği, sovyet elitinin, komünizme inancını yitirmesi nedeniyle yıkıldı. Komünizm’in ekonomik ve teknolojik hiçbir sorunu yoktu; tek meselesi kendisi olmuştu, inanç yetmezliğinden söndü, demek istiyorum. Ne tarih ve ne günler, son genel sekreter Mihail Garbaçov’u, büyük bir sevinçle karşılamıştık, sanki mesih idi ve öyle gördük. Gizlice bir mesih peşinde olduğumuzu, Garbaçov’la yaşadığımız büyük hayal kırıklığı ile fark ettik; çünkü göreve gelen genel sekreterlerin her birisi, öncekinden, daha çözümsüzdü ve üstelik birbiri arkasından ölüyorlardı, sanki düzen kendi kendini tıkıyordu. Elit, komünizmin içinden bir yol arayamıyor ve tabiatıyla bulamıyordı; ölmeye mahkumdurlar. Her halde “tıkanma” ve daha katı bir söyleyişle, çöküş’ün eşiği bu olmalıdır. Sonu ölüm’dür. Hiç bilmediğimiz, tarım uzmanı bir genç yönetici-adam geldi, “perestroyka” dedi, yüksek heyecan duyduk. Sanki kurtuluşu bilinmezde bulmaya koşullanmıştık, birikimi reddetmekle özdeştir. Çöküş ile birikimi ve kabiliyeti inkar, eleledir. Birkimsizliği ve kabiliyetsizliği hiç göremedik, aklımızda yoktu ve birdenbire, bu adamın, komünizme inancını tümden yitirmiş olduğunu görüverdik. Ancak bunun üzerine, hem inançsız ve hem de birkimsiz ve tabii bilgisiz olduğunu idrak etmeye başladık. inançsızlığını görüşümüz öncedir, Sovyet kazanımlarını hızla savurdu, karşı taraftan almadan vermeyi seven bir kumarbazdı; Sovyet düzeni, barışcıl bir şekilde öldü ve Garbaçov yaşıyor. Bir büyük çökertici olduğu için yaşattılar. ♦ ♦♦ Sevincimden ve büyük yanılgımdan o kadar utandım ki, bir avuç lumpen generalin Garbaçov’u devirip Sovyet Düzeni’ni kurtarma girişiminden dahi umut aldım; bizi durdurmak ve tekrar kırmak için sarhoş Yeltsin dahi yetmişti. Tanka çıkardık ve Yeltsin’i böylece yarattık. Daha kaba bir birikimsiz ve tam bir zır kabiliyetsiz’dir. Bir büyük kumarbaz, eğer bir büyük birikimsiz ve minimal kabiliyetsiz değilse nedir, mesele budur. Kaybedecek zincirleri bile yoktur ♦ ♦♦ Lumpen ve yaşlı generallerin önüne çıkma heveslileri işte böylece doğdular. ♦ ♦♦ Türkiye’de kemalistler kemalizme ihanet ettiler. ♦ ♦♦ Kemalizm’i çok eleştirdim. En çok eleştirdiğim zamanda, “kemalizm, bizi ileriye götürmez ve biz kemalizm’den geri düşmeyiz” diyordum. Şimdi bu sözümüzdeyiz, kuvvetle müdafaa ediyoruz. Tarihsel ilerleme zincirimizde önemli bir sıçrayış ve halka olmuştur. En iyi müdafaa zenginleştirerek müdafaadır. ♦ ♦♦ Yalnız, Kemal Kılıçdaroğlu’nun kemalizme ihanetinden hiçbir şekilde söz edemeyiz. Hiç söz etmiyorum. Türkiye’de kemalizme ihanet edenler varlar ve yüksek yerdeler; ancak, Kılıçdaroğlu’nu bunlar arasına koyamıyoruz. Çünkü, Kılıçdaroğlu, kemalize edemediklerimiz arasındadır ve kesinlikle ihanetten uzaktır. Aralarında yaşadığını düşünebiliriz, zaman zaman türkülerine katıldığını tahmin edebiliyoruz, hem-hayat olmanın şartıdır. ♦ ♦♦ Sadece bu kadar bilgisiz kalabilmesine çok şaşırıyorum. Çöküş, her halde bilgisizlerin elitizmi’dir. Eşiğinde, sadece bilgisizler yönetici olabilmektedir. Demirel’in yerine Çiller, Sezer’in arkasından Gül geldiler ve Ecevit’in koltuğuna Erdoğan ve Baykal’ın sandalyasına Kılıçdaroğlu oturdular. Yetenek ve bilgi cetvellerinde uçurumlar var. Herhalde “hızlı çöküş” demek durumundayız. ♦ ♦♦ Demek ki politizasyon ve kemalizasyon, bir tarih-coğrafya eğitimidir. ♦ ♦♦ Mutlak dekemalizasyon, cahiliye’ye dönüş ve çöküş’tür. ♦ ♦♦ Bu üvertürden sonra tezlere geçebiliyorum. Birinci Tez, kaset, Deniz Baykal’ı düşürmeyi çok aşan bir operasyondur. Ve cehepe’yi, akepe’nin arkasına koyma işidir. Bir dizi ihanetidir. ikinci Tez, kaset, şimdi tedavüle konulan söyleyiş ile, “yeni kemalizm” için işaret fişeğidir. Yeni kemalizm, a- Mustafa Kemal’den kopuş, b- laisizmi red, c- Ordu’ya düşmanlık anlamındadır. Üçüncü Tez, kemalizm ile “yeni kemalizm” arasında ortaklık “kemal” sözcüğüdür. Dördüncü Tez, Deniz Baykal’ın acılı ve vakur veda konuşmasında, F. Gülen’i koruma çabası, bir mantık ve dizgi sapmasıdır ve çok açıklayıcıdır. Her sapma bir başka halka ve bir itiraftır. Her sapma, bir başka sistemin varlığının habercisidir. Kılıçdaroğlu’nun, Hanefi Avcı kitabını bir polisin anıları olarak görmede ısrarı ve “sayın” Fethullah Gülen’i hep yüksek tutmaya özen göstermesi, Gülen’in referanduma ağır taaruzlarını görmezlikten gelmesi, diğer bir sapmadır ve aynı ölçüde ifşa edici olmuştur. ikincisi birincisini takip etmektedir. Bir başka düzeni duyuyoruz. ♦ ♦♦ Gülen, “İsak” anlamına gelmektedir, hepsi Gül’ün türevleridirler ve kaset işinde, İsrael ve Washington oklarının yerine geçmektedir. Bilim bir göstergelerden yararlanma ve göstergeler ile yeni bir dizi kurma işidir. Beşinci Tez, operasyonu çok cüretkarane, çok hızlı yaptılar ve ifşa etmiş oldular. Artık “yeni kemalizm” projesi işportaya düşmüştür. 5 Eylül 2010 tarihindedir. ♦ ♦♦ Bu projenin, “Yeni Kemalizm”, işportaya düşüşünü Soner Çağaptay’a borçluyuz; Washington’da mukim Çağaptay, İsrael Lobisi içinde kabul görüyor ve İsrael-Erdoğan çatlağından sonra sert bir anti-Tayyip Erdoğan çizgisi tutturduğunu biliyoruz. Çatlak öncesinde kuvvetli bir akepe destekçisi olarak görüyorduk. Altıncı Tez, artık “yeni kemalizm” kemalizme son darbeyi indirme hamlesidir. Yedinci Tez, Fethullah Gülen ve Aydın Doğan kasete ve operasyona müdahildirler. İşte ortakdırlar, demek istiyorum. Sekizinci Tez, referandumdan “evet” çıkması, operasyonun içindedir. Gereğidir. O halde “Yeni” Kemal’in “ihmal” ile “hayır” oyu, oyuna uygundur. Demek ki, oyun, oyun’dur. Dokuzuncu Tez, kaset, İsrael-Tayyip Erdoğan ve Washington-Tayyip Erdoğan münasebetlerinin en uzlaşmaz göründüğü bir tarihte gösterime konmuştur. İsrael ve Washington, stüdyoda ve mutfaktadırlar. Onuncu Tez, Kemal Kılıçdaroğlu’nun cumhuriyet’e yönelen tehditleri, anayasa mahkemesi ile hakimler ve savcılar yüksek kurulunun ilga edilmesini hiç görmeyerek, akepe’yi hedef almadan sadece Tayyip Erdoğan’a hücum etmesi, acemice bir iş olmasının ötesinde bir ifşaat değerindedir. ♦ ♦ Onbirinci Tez, cehepe, kemalizm’den hızla uzaklaşırken, Ordu, kemalizme hızla dönmektedir. Aydın Doğan medyası, yüksek komutanların ağzından çıkan, görev değişimde kural olmuştu, “Atatürk” sözcüklerini toptan sansür etmiştir. Bu ilk defa karşılaştığımız bir haldir. Dönüşte bir yenileşme ve zenginleşme görmek zorumdayız. Kemal Kılıçdaroğlu’nun, a, “türbanı çözeceğim” iddiası ve bunun için ulemaya başvuracağını haber vermesi, b, silahlı kuvvetler iç hizmet kanununda bir madde değişikliği ile Ordu’yu müdahale yapmaktan men etme girişimi, c, silahlı kuvvetler komutanları hakkında sürekli “dava’ ilanatı ciddi görülmemiştir. Ancak, “bana güç verin Tayyip Erdoğan’ın ayağını kaydırırım” manifestasyonu çok ciddidir. “Yeni Kemalizm”, senaryo yazarları tarafından ciddiyetle kurgulanmaktadır. Onikinci Tez, yalnız ölü doğmuştur. Yirmi Yıl Önce Önsöz KİTAP YAZMAK & HEYKEL YAPMAK Kitap yazmak, heykel yapmaya benziyor. Heykel, çıplaktır. Ben bilgi yaprakları giydiriyorum. Bu çalışmamı daha az bilgi vererek yazmak istedim; yapamadım. Yapamayacağımı görmeye başlayınca üzerinde düşündüm. Uzman okuyucudan yoksun olduğumu anladım. Avrupa’da her kitabın yeterli ölçüde uzman okuyucusu var. Bu nedenle Avrupalı, eski söyleyişle “Avrupai” yazar, daha az bilgi yazarak kitap çıkarabiliyor. Bu kitapla birlikte “Avrupai” bir yazar olamayacağımın bilincine vardım. Buna pek çok sevindim. Bu kitapla birlikte kitapyazmayı öğrenmeye başladığımı düşünüyorum. Benimi çin kitap yazmak, heykeli, bilgi yapraklarıyla giydirmenin bahanesidir.»»» Dostoyevskiy’nin roman yazma hızından yüksek bir süratle, bilgi veren kitaplar yazıyorum. Artık giderek yeni bilgiler üretiyorum; bu kitap, yeni ve daha önce söylenmemiş bilgilerle doludur. ♦♦♦ Uzmanın her türlüsü sıkıcıdır; uzman okuyucunun artık bilgiden sıkıldığını sanıyorum. Uzman okuyucu için artık bilgi edinme, heyecanlı bir iş edinmekten çıkıyor; benim okuyucumun ise bilgiye açlık ve heyecan duyduğunu biliyorum. Üniversitelerin bilgi yaratma, verme ve edinme heyecanını yokettiği bir zamanda, bilgi hırsına bürünmüş okuyuculara şükran duyuyorum. Bir zamanlar bir öğretim üyesi, benim de içinde bulunduğum bir avuçtan daha az insanı, Türk rönesansını başlatmakla onurlandırmıştı; o zamanlar, bundan, hoşlandığımı hatırlıyorum. Şimdi kayıtsızım; rönesans, beni o kadar çok ilgilendirmiyor ve heyecanlandırmıyor. Şimdi Türkiye’de “‘Aydınlanma” ile görevli olduğumu düşünüyorum. bu beni heyecanlandırıyor; Ahmet Mithat Efendi geleneğini sürdürüyorum ve bir başka planda geliştirmeye çalışıyorum. ♦ ♦♦ Aydınlanma, bir tür hesaplaşmadır. Bu çalışmam, Türkiye Üzerine Tezler’in üçüncü, Aydın Üzerine Tezler’in beşinci kitabı cinsinden bir hesaplaşmadır. Bu çalışmam, bir başka ve daha evrensel bir alanda bir hesaplaşmaya başlangıç oluyor. Burada Sovyet Sosyalizmi ve Sovyet marksizmi ile hesaplaşıyorum. ♦ ♦♦ Her hesaplaşma bir aydınlanmadır. Burada hiç kurulmamış bir düzeni değiştirmeye çalışıyorum. ♦ ♦♦ Sovyet sosyalizmi, en çok boş zamanı artıramamakta ve hoşzamana çevirememekte başarısızlığa uğradı. Yeni düzen, burjuva düzeninden ayrı bir boş zaman kullanımı yaratamadı ve hoşzamanın teori ve pratiğini geliştiremedi. Sosyalizmin amacı hoş zamandır ve çalışmayı azaltarak yine de gerçekleştirilecek çalışmayı, hoşzamana çevirebilmektedir. Çalışma, ancak piknikte bebek-nöbetine benzediğiölçüdehoşzaman olabilir; Sovyet marksizmi burada, en büyük başarısızlığını, yaşıyor. Aileler, bir araya gelirler ve pikniğe giderler. Seksek oynarlar, elim sende oynarlar, voleybol oynarlar; ağacın gölgesinde bebekler var. Elim sende oynayan ailelerden bir erkek ya da kadın, bir işaretle, kendiliğinden, zorlanmadan, disiplinini duymadan, ağaç gölgesinde bebek-nöbetine gider; yeni düzende çalışma böyle olmak durumundadır. Bebek-nöbetinden daha güzel bir oyun ve hoşzaman düşünmek mümkün müdür? ♦ ♦♦ Sovyet sosyalizmi en çok yeni insanı yaratmada başarısızlığa uğradı. Sosyalizm, Bruno kadar inançlı, Balzac kadar meraklı, Thomas More kadar bilge, Erasmus kadar şakacı. Faust kadar öğrenme tutkunu. Gide kadar dünya nimetlerine saldırgan, bir keşiş kadar oruç tutan, doğa karşısında Einsten kadar şaşıran, kütlesine Tolstoy gibi mistik saygı duyan, Bertrand Russel kadar yaramaz, Nazım kadar saf insanı yaratmaya yazgılıdır; ilk denemede sadece savunma ve hücum korkağı yaratıklar ortaya çıkarabiliyor. Ekim Devrimi, ne yazık, burjuva devrimi ölçüsünde bile yeni insan yaratamıyor ve yarattıkları kısa bir zaman içinde eskiye dönüyor. Boş zaman kullanımını hoşzamana çevirememek, burjuvazinin bulduklarının dışında boş zaman kullanımı, hoşzaman, bulamamak ile yeni insanı yaratamamak, aynı madalyonun iki yüzüdür. Peki neden? ♦♦♦ Lenin, kendinden önceki sosyalizm kitaplarında olmayan, bir stratejiyi, en ileri kapitalist ülkeye, ‘dognat’i peregnat’, yetişmek ve geçmek ilkesini ortaya atıyor. Bundan sonrasını, bu çalışmanın manüscript’inin bir sayfasından aktarmak istiyorum. “Lenin’in ortaya attığını gerçekleştiren Stalin’dir. Bu sadece ekonomide değil, pek çok alanda kendisini kabul ettiriyor. Stalin olmasaydı Lenin’in yaşayabileceğini sanmıyorum.” “Bu noktayı bir tezle ifade edebilirim: Lenin olmasaydı, belki de bugün Marx unutulmuştu. Stalin olmasaydı, Lenin’in Devrimi, aynı tarihlerde Avrupa’nın çeşitli ülke ve kentlerindeki kısa sosyalist iktidar denemelerinden birisi olarak kalabilirdi; iktidar alındıktan ve iç savaş tamamlandıktan sonra, Lenin’in döneminden bugüne kalanların fazla öğretici olduğunu düşünmüyorum.” “Ancak Lenin’in ortaya attığı ve Stalin’in gerçekleştirdiği ‘dognat’ i peregnat’ çizgisi hem bir teori değildir ve hem de kalıcı bir ders taşımıyor. Tarihin tersliklerinden çıkmış kısa dönemli bir politika olarak görünüyor; hiç değişmeyen bir amaç sayılması, hem daha ileriye gitme yüreğinden yoksun olmayı ve hem de bir akıl tembelliğini anlatıyor.” “Sosyalizmin ikinci aşamasına yada komünizme geçiş için değişmez bir kalkınma hızı ve düzeyi olduğunu sanmıyorum. Bunu şöyle de söylemek mümkündür; komünizme, en ileri kapitalist ülkeye yetişildiği zaman geçilebileceğini ileri sürmek saçmalıktır; bu yalnızca en ileri kapitalist ülkenin komünist olabileceği anlamına geliyor. Ayrıca en ileri kapitalist ülke de, krizlerle de olsa, sürekli olarak büyüdüğü için komünizm bir serap haline geliyor; neresinden bakılırsa bakılsın, yetişmek ve geçmek ile komünizmi özdeşleştirmek bir absürd’e dönüşüyor.” Zamanında doğru ilkelerin zaman içinde saçmalaşmasını ortaya çıkarmak, bu kitabımın özelliklerinden birisini oluşturuyor. Bu kitabımda pek çok kez aktivitenin düşünceye ve düşüncenin aktiviteye dönüşünün ortak süreçleri çözümleniyor. Bu süreçler içinde, daha önce düşünülmesi zor, yeni görüşlere ulaştığımı belirtmek istiyorum; Lenin ile ilgili olana ek olarak Marx ile ilgili bir düşünce sürecine de değinebilirim. Marx, üstelik marjinal notlar olarak ifade ettiği bir kısa çalışmasında, Gotha Programı’nın Eleştirisinde, birdenbire komünizmi iki aşamaya bölerek birincisine sosyalizm adını veriyor ve bununla ilgili çok katı önermeler yazıyor. Bu çaljşmamın gelişmesi içinde Marx’ın buna hakkı olmadığı sonucuna vardım; hak, ya eylemden ya da teoriden doğuyor. Bu önerme için bir eylem birikimi göremiyorum; bu kadar önemli bir önermeyi ise sadece bir paragrafa sığdırmayı ve bunun hep bir paragraf olarak kalmasını da teorik açıdan haksızlık olarak değerlendiriyorum. Asıl konuya döndüğümde ortaya çıkan şudur: Yetişmek ve geçmek, gerçekleşince, orada kalma eğilimi güç kazanıyor. En ileri kapitalist ülkeye olmasa bile ileri kapitalist teknolojik ve üretim düzeyine gelindiğinde, sosyalizmden kaçış başlıyor. Bugün Sovyetler Birliği’nde yaşanan budur; Marx’ın kapitalizme övgüsüyle Lenin’in yetişmek ve geçmeye aşırı vurgusu birleşince ve bu arada kapitalist olmayan meta üretimini düşünmemek bir yana, sosyalist boş zaman kullanımı teori ve pratiğini ihmal, hoş zamanı ön plana çıkarmamak, kapitalizme dönüş tutkusunu yaratıyor. • •• Ne olur? Olan ay tutulmasıdır. İlk kez olmuyor. Sosyalizmin tarihi, ay tutulmalarının tarihidir. Tarih, önce İngiltere’dedir. Chartist Hareketin sonu bir ay tutulması olarak geliyor ve 1848 Devrimleri ile birlikte Fransa’ya geçiyor. Paris Komünü, sonraları pek çok kutsallaştırma çabasına rağmen, bir başka ay tutulması oluyor ve bununla, sosyalist mübadelenin ağırlık merkezi ve öncülüğü, Almanya’ya geçiyor. Birinci Dünya Savaşı are-fesinde Avrupa’da ve İkinci Enternasyonal’da bir yeni ay tutulması yaşanıyor. Buradan Rusya’ya geçiyor ve iktidara da gelebildiği için, sonradan adı Sovyetler Ülkesi olan bu topraklarda uzunca süre yaşıyor. Ay şimdi Sovyetler ülkesinde batıyor. • •• Öyle sanıyorum, bu batışla birlikte Rusya ve düşüncesi, tarihteki rol oynama tarihini de tamamlamış oluyor. Sovyet ülkesinden, tarihsel ve insanlığı ilerleten rolünü tamamlamış, Rus değerlerine bağlı, ilk zamanlarda popülist anlamda solcu, Almanya ile siyasal ittifaklar peşinde bir Rusya’nın çıkacağını sanıyorum. Şimdi Batı, Osmanlı sisteminin çözülüşünün yarattığı düzensizliği hâlâ düzenleyememiş olmaktan çıkardığı dersle birlikte, Sovyet düzeninin çözülüşünü, bu tarihten sonra ve elindeki imkânlar ölçüsünde, geciktirme taktiğini uyguluyor. Fakat her ne olursa olsun, Sovyet düzeninin çözülmesiyle, Amerika’nın da tarihsel ağırlığının sonunun görüleceğini sanıyorum. Ağırlık yeniden eski topraklara geçiyor. Uzun soğuk savaşın, iki büyük gücü de, halsiz bıraktığını düşünüyorum. ♦♦♦ Hızla yazan bir romancıdan daha hızlı yazdığımı bildiğimi tekrarlıyorum. Roman yazma tekniğinden de yararlanıyorum. Napolyon savaşları, yeni düzenle eski düzenin barış içinde bir arada yaşamama savaşları oluyor. Ekim Devrimi böyle bir savaşı yaşamıyor. ikinci Dünya Savaşı’nda iki düzen arası savaşın da unsurları var; ancak, karışık olarak bulunuyor. Ne yazık, iki düzenin bir arada yaşamaması için yapılan savaşlar, yakın zamanlarda, soğuk savaş olarak ortaya çıkıyor. Soğuk savaş, yiğidi olmayan bir savaştır. insanı kemiriyor ve aşağılıyor. Her yeni düzen, geriye ve çekildikten sonra bile, kendi dilini ve sözcüklerini bırakıyor. Türkçe yazılışlarıyla, Brümer, Termidor, Jironden, Jakoben; bütün bunlar, Fransız Devrimindenkalan sözcüklerdir. Menşevik, bolşevik, Sovyet, sputnik ve diğerleri de Ekim Devrimi’nin mirasları oluyorlar. Şimdi çok kısa olarak bu miras üzerinde durmak istiyorum. Bir noktada son derece hassas olmak zorundayım; Sovyetler’de hiçbir zaman “Jozef’ Stalin adında bir kimse yaşamadı. “Kruşev” de olmadı ve “Troçki” hiç yoktur. Stalin’in adı, “İyusif’ oluyor ve buna en yakın Avrupai ve Hıristiyan adı ise Jozeftir. Bu topraklarda ise “Yusuf’ veya “Yasef’ var. Stalin’e neden “Yusuf’ değil de “Jozef’ adı veriliyor; buradaki aşağılık kompleksini anlamıyorum ve anlamadığım halde tepki duyuyorum. Adı, Hruşov’dur. Batılılar, derinden çıkartılması gereken ‘H’ sözcüğünü telaffuz edemiyorlar ve bu nedenle bütün H’ler, “KH” oluyor. Han’lar, Khan’a çeviriliyor. Bunun tersi de var; Ruslar da dilin ucundan çıkarılması gereken H’yı söyleyemiyorlar ve bu nedenle, Rusça’da, Hitler, Güler, Holywood, Goliwood, ve Hasan, Gasan, Haydar, Gaydar oluyor. Güzel; ancak bu topraklarda yaşayanlar göğüsten H’yı çok güzel söylüyorlar. Birmingham’da Rusça öğretmenim Jim, İngilizleri bırakıp, bana, “Yalçın, sen bu sesi çıkarırsın” diyordu. Karısı bir Başkır olduğu için biliyordu. Bu topraklarda Hruşov’a Kruşev denmesini de bir gerilik ve aşağılık Batı hayranlığı olarak görüyorum. Bu yıl yapılan İktisat Fakültesi Mezunları Cemiyeti’nin sempozyumunda, Türk-Sovyet iş adamları derneği yöneticileri, Boğaziçi Üniversitesi ile anlaştıklarını ve Rusça eğitimini başlatacaklarını açıkladılar. Panelde olan arkadaşım Profesör Taner Berk-soy, izleyiciler arasında olan beni gösterdi ve “Yalçın Rusça öğrenmeye başlayınca, başına açmadık iş bırakmadınız” dedi. Şimdi işler gelişiyor ve tekellere Rusça gerekiyor; gazeteler Moskova’ya temsilci gönderiyorlar. Dillerini de düzeltmeleri zamanıdır. Dillerini değiştirecekler. ♦♦♦ Rusça’da her sözcükte bir sesli harf üzerinde aksan bulunuyor; yazıda görünmüyor ve bunu söyleyenler biliyor. “O”, aksansız olduğu için “A” sesine yakkısıyor ve bu nedenle, Sovyet Başkanı’nın adı, “Mikhail” değil, Mihail Sergeyeviç Garbaçov oluyor. Sonu, “Ö” sesine yakın bir “O” olarak telaffuz edilmelidir. Aynı biçimde, “Soyuz” değil, “Sayuz” denmelidir. İngilizler, kendi dillerinde, en çok “İ” harfinin telaffuzunda güçlük çekerler, çok çeşitli seslerle dillendiriliyor. Burada bir güçlük var; fakat Latin ve Grek i’ler, “İ” ve “Y” yan yana gelince güçlük daha da artıyor. Bu nedenle Trotskiy’in adının İngilizce’de yazımı Trotsky oluyor; anlaşılır bir durumdur. Fakat Türkçe’de kesinlikle Trotskiy olarak yazılması gerekiyor; aslını veriyor. Bu çalışmamda başka kaynaklara referans yaptığım zaman Trotsky ve kendim yazdığımda ise, Trotskiy formunu kullanıyorum. Hızla yazdım. Büyük yardımlar aldım. Paris’te arkadaşlarım Aslı Heybetli ile Alper Yalman, tek sözcükle, Paris kütüphanelerini, Karakusunlar Köyü’ne taşımayı başardılar. İstediğim kaynakların fotokopilerini göndermenin yanında, bibliyografya çalışmaları yaparak, yeni kaynaklar da sağladılar. Hiçbir sözcük teşekkürlerimi ifadeye yetmiyor. Siyasal Bilgiler Fakültesi kütüphanesi yöneticisi ve çalışanları da son derece yardımcı oldular ve lütufkâr davrandılar. Teşekkürlerimi yazıyorum.
Yalcin Kucuk – Sovyetler Birliğinde Sosyalizmin Çözülüşü
PDF Kitap İndir |