Kemal Tahir – Esir Şehrin Mahpusu

“Bugün nedir günlerden kuzum?” Kâmil Bey boynunu biraz büküp gözlerini kısarak, yaptığı resme baktı: “Bugün günlerden…” Kalın kurşunkalemle Don Kişot’un kafasındaki berber tasını çizdi: “Tamam! Gene İsa Peygamber’e benzediniz Senyör de la Manş…” Yüksek sesle söylediklerine resimdeki Don Kişot karşılık verebilirmiş gibi biraz bekledi: “Dostoyevski ne demiş? ‘Dünyanın en eksiksiz, iyi insanı İsa’dır. Ondan sonra Don Kişot gelir,’ demiş… İkincilik sizde…” Keyifli bir ıslık öttürdü. “Bugün salı… Fazladan arife…” Elini çenesine götürdü. “Tıraş, yarın sabah… Dostoyevski sözünü nasıl bağlıyor, aklınızda mı? ‘Don Kişot’un eksiksiz iyi adamlığı, gülünç olmasından gelir!’ Suratınızı astınız efendim! Beğenmediniz!” Kâmil Bey bir cigara yaktı, karyolaya serdiği resimlere bir zaman daldı. Bir tanesi –puta çivilenmiş çok şişman İsa ile kadanaya binmiş göbekli Don Kişot– sahiden gülünçtü. Bunlar, ortaçağın obur papazlarına benziyorlardı, günaha olduğu kadar yemeklere de doymayan, Boccacio’nun cehennemlik papazlarına. Öteki dört resim, bilinen Don Kişot, daha doğrusu, Daumier’den aşırılmış sahici Don Kişot… Sıpsıska, upuzun, kepkederli… Duman gibi, ama gene de dünyaya meydan okuyan ölümsüz insan! Bir çizgiyle şövalyenin eline mızrağını verdi. Sanço Panza’nın eşeğine geçti. Yedi yıl cezanın yılgınlığı ile Ramiz Efendi’nin bıraktığı yalnızlığın sarsıntısı ancak bir gece sürmüş, sabahleyin resim yapmaya sığınmıştı. Sanatın her zaman avutmadığını biliyordu. “İsa ile Don Kişot’un şişman insanlar da olabilecekleri nereden aklıma gelir? Zora düştüm de ondan… Don Kişot da zor altında yazılmış kitaplardandır. Don Kişot’a yedi yıl ceza verseydiler ne yapardı acaba? Farkında bile olmazdı!” Kısa bir ıslık öttürdü. “Öyleyse… Boyunlarından birbirlerine zincirlenmiş mahpusları kurtarmanızın sırasıdır efendim!” Kocaman eli, hiç duraklamadan güvenle çiziyordu. Resimdeki mahpusları boyunlarından birbirine zincirleyeceği sırada anahtar sesi duydu. Gizliden oruç yemenin alışkanlığıyla cigarayı hemen bastırıp döndü.


Gardiyan Asker İbrahim’in arkasında birileri olduğunu görünce belli belirsiz telaşlandı, elini gömleğinin açık yakasına götürerek toplanmak istedi. Gardiyan İbrahim, sıkıldığı zamanlarda yaptığı gibi, kabalağını kafasında iki kere çevirmiş, gözlerini de kaçırmıştı: “Başefendi geldi beyim. Gidiyorsun. Haydi toplanalım.” “Gidiyor muyum? Nereye?” Eşikte duran beli tabancalı, göğsü feraiyeli kanun çavuşu karşılık vermedi. “Harp Divanı’na mı efendim? Yargıtay davayı bozdu mu?” “Yargıtaydan haberim yok! Sivile gideceksin.” “Sivil ne demek?” Gözlerindeki ürkekliğin yerini birden sevinç parıltısı aldı. “Mahpushaneye mi? Sultanahmet’e… İhsan Bey’in yanına… ‘Müjde’ desenize…” “İhsan da kim ola? Haydi, toplanın bakalım.” Gardiyan İbrahim’e çıkıştı. “Neye apıştın ayı? Çabuk dedim, mübarek gün, şamar geliyor!” Kirli çamaşırları, Hala Hanım’ın hizmetçisi Eleni dün almıştı. Yoksa öteberiyi bavula sığdırmak kolay olmayacaktı. Her şey toplandıktan sonra, Kâmil Bey, üç ay yirmi gündür içinde yaşadığı odaya son defa baktı. Penceresi yerden bir buçuk metre yüksek… Burada bunca zaman nasıl yaşayabildiğine şaştı. “Ya bunlar Beyim?” Asker İbrahim, gaz ocağını, fincanları, cezveyi, tabakları gösteriyordu. “Bunlar?” “Kalsın İbrahim Efendi.

Senin olsun!” “Yok beyim, al git… Orada lazım olur.” “İstemez. İhsan Bey’de hepsi vardır. Kalsın.” Öfkeli kanun çavuşuna gülümsedi. “Haydi başefendi, buyurun!” Durakladı. “Eve bir iki satır yazabilir miyim?” “İstemez. Arayan olursa yukarıdan öğrenir! Haydi!” Kâmil Bey üstelemedi, yıllarca Avrupa otellerinde yatıp kalkmış, zengin paşa oğlu alışkanlığıyla bavulunu almayı düşünmeden yürüdü. Galatasaray’dan sınıf arkadaşı “Dö san diz nöf” İhsan’a kavuşmak sevinci yüreğini kaplamıştı. “Ne iyi ettim de İhsan’ın yanına gönderilmek işini Nermin’e açtım. Ne kadar da çabuk yaptırdılar. Hay Allah sizden razı olsun Enişte Bey!” Yukarda, dış kapının ağzını haziran ikindisinin sert güneşi tutmuştu. Kâmil Bey gözlerini keyifle kırpıştırarak aydınlığa doğru hızlı hızlı yürüyordu. “Heeey! Dur bakalım! Elini kolunu sallayarak nereye?” Kanun çavuşunun sesi hem sertti, hem alaycı. “Şöyle gel! Sokul! Uzat ellerini… Oldu mu ya? Sen hiç kelepçe vurunmadın mı?” “Kelepçe mi? Hayır…” “Vurunmadınsa acemisin demek… Meraklanma, öğrenirsin de, usta bile olursun.

Bilekler üst üste… Namaza durur gibi…” Kâmil Bey ellerin namazda nasıl kavuşturulduğunu bir türlü aklına getiremiyordu. Kelepçe pas içindeydi. Görünüşünün iğrençliği Kâmil Bey’in duyduğu dehşeti birkaç kat artırmıştı. Gardiyan Asker İbrahim, bavulla paltoyu yere bıraktı, sakatlara yardım ederken gösterilen koruyucu telaşla bilekleri kelepçelenecek biçime getirdi. Kanun çavuşu kelepçeyi taktı, vidasını çevirdi. Arada bir çekiştirip gevşekliğine bakıyordu. Küçük asma kilidi deliklerine geçirip kapattı. “Haydi bakalım, düş önüme!” “Rica ederim başefendi…” “Neymiş?” “Ben… Ben böyle gidemem.” “Gidemez misin? Allah Allah! Öyle gidersin ki, oynaya oynaya… Haydi yürü! Bütün antikalar bizi mi bulur mübarek gün?” Kâmil Bey’in boğazı kurumuştu. Yalvardığının farkında olmadan yalvardı: “Ben böyle gidemem Başefendi… Yürüyemem. Lütfen Müdür Beyi görelim. Savcıyı… Reis Paşa’yı…” “Ne Reis Paşa’sı? Arife günü Reis Paşa mı kaldı? Kâtipler bile savuşmuş… Haydi uzatma! Seninle uğraşmayalım.” “Rica ederim… Ben böyle kelepçeli… İnsanların içine… Hayır… Ben kaçacak adam değilim Başefendi… İnanmazsanız İbrahim Efendi’ye sorun!” “Uzattın ama… ‘Yürü!’ diyorum, herkesin işi gücü var. Kaçmazmış! Biz neler gördük! Koskoca vali utanmadan savuştu da, az kalsın yerine bizim arkadaşları asacaklardı. Düş önüme!” Kolundaki şeritleri gösterdi: “Bak bunlar keskin atıcı nişanları… Yolda savuşmaya kalkarsan kurşunu kıçına yersin.

Haydi marş!” Kâmil Bey’in kulaklarında uğuldayan dehşet, bütün gücünü tüketen bir titreme olmuştu. Dizlerine iniyordu. “Hayır, gidemem. Bacaklarım götürmez. Yolda yıkılırım.” Kendisini, kalabalık bir caddenin kaldırımında, kelepçeli bilekleriyle sırtüstü yatıyor gördü. Merdivenin son basamağında sendeledi, boğuk boğuk yalvardı: “Aman bir araba İbrahim Efendi… Aman bir araba getirin!” Bunu nasıl akıl edebildiğine şaşarak sustu. Çareyi bulduğuna iyice inandığı için biraz ferahlamıştı. Kulaklarındaki uğultunun ötesinden, sıcakta koşmuş av köpekleri gibi soluduğunu duyuyordu. “Buluruz Beyim, kolay…” “Biz burada bekleyelim. Sen al gel.” Kanun çavuşu bu sefer parmaklarının ucuyla sırtını dürttü: “Yürü be adam! Çattık belaya…” Yangın kulesinin dibinde birkaç kişi oturuyordu. Kâmil Bey bunları görünce hiç değilse kelepçesini bir şeyle saklamayı düşündü. “Paltoyu… Paltoyu evet…” Tam isteyeceği zaman, bunun kelepçelenmekten çok daha utandırıcı, insanlığını çok daha alçaltıcı bir sığınma olduğunu nasılsa anladı. Dibi yosunlu, yağlı bir suyun altında yürüyor gibi dişlerini sıkarak soluğunu tuttu.

Yangın kulesinin dibinde oturan askerler kanun çavuşunu selamlamak için ayağa kalkmışlardı. Dolakları gevşek, kabalakları yağlıydı. Dirseklerinde, diz kapaklarında kocaman yamalar vardı. Her şeyleri hastane ütüsünden yeni çıkmış gibi buruşuktu. Gözleri, silah taşımaya alışkın adamların silahsız kaldıkları zaman duydukları sürekli kuşkuyla doluydu. Yiğitliklerini yenilgiye kaptırmış bu askerler, ne kadar kalabalık olurlarsa olsunlar, iki karış boyunda bir siperi artık tutamazlardı. Sıçrayıp selama durmaları akıllı, duygulu bir saygıdan değil, bir çeşit şartlı refleksten geliyordu. Kâmil Bey, askerlerin kılıklarına nasıl dikkat ettiğine, aklından geçenleri nasıl düşünebildiğine şaşıp dalmıştı. Bu dalgınlık Çakmakçılar Yokuşu’na çıkan kapıya kadar sürdü. Karşıda, bayram alışverişinin Kalpakçılarbaşı kalabalığını karmakarışık, renk renk görünce gene irkildi: “Bir araba bulsak Başefendi… Rica ederim…” “Kolay…” “İbrahim gidip getirsin.” “Kolay…” Kulaklarındaki uğultu yeniden başlamıştı. Bacaklarına tahtalar bağlanmış gibi adımlarını zorla atıyor, her zorlayışta, sertelmiş sinirleri sızlıyordu. “Beni hırsız sanacaklar… Hırsız…” Kelepçeyi önce, üstü başı, yüzü gözü kapkara bir bakırcı gördü. Gözlerindeki usanmışlık birden değişti. Uzun burunlu, kırçıl bıyıklıydı.

Şaşırmayışını yiğitliğine verip biraz kibirlendiği kaşlarının çatılmasından belliydi. Çocuklar yanı sıra yürümeye başlamışlardı. Kelepçeli adamın yüzünü görebilmek için başları geride hızlanıyorlar, telaşlarıyla kalabalığın dikkatini çekiyorlardı. Orta yaşlı bir kadın ürkerek kaldırımdan indi. Kendisini korkuttuğu için kelepçeli herife öfkelenmişti. “Boyun posun devrilsin inşallah!” Kanun çavuşundan çekindiği için koşup araba getiremediğine üzülen Gardiyan İbrahim homurdandı: “Bre kahpe! Ayıyı bilmezsin, kurdu bilmezsin… Senin boyun postun devrile! Karı başınla sokakta ne işin var, alçak?” Ak sakallı bir hoca, “Allah ıslah etsin!” diye içini çekmişti, ama hiç acımadığını da saklamamıştı. Kâmil Bey elinde olmayarak gene yalvardı: “Bir araba çevirin İbrahim Efendi! Lütfen bir araba… Rica ederim…” “Meraklanma beyim, araba çok. Ismarlasaydık tarla pahası isterlerdi. Bugün bayram arifesi… Nasıl olur rezil arabacılar… Nöbet yerinden biniverirsin. Nah şurda, caminin önünde…” “Beyazıt Meydanı’nda mı? Aman İbrahim Efendi, kaç kuruş isterlerse istesinler burda binelim!” “Geldik beyim. Dönemeci dolandık mı bitti. Sen uzak mı belledin?” Köşede, renkli kâğıtlarla süslenmiş büyük bir işportada, iki delikanlı bağıra çağıra bayram şekeri, lokum, badem ezmesi satıyordu. Sattıklarının bir kısmını kutulamışlar, geri kalanını küme küme yığmışlardı. Yığınların üstünde kara sinek bulutları dalgalanıyordu. Şeker almak için işportayı çevirenlerden orta boylu tombulca biri, arkadaşının kolunu dürterek Kâmil Bey’i gösterdi: “Baksana! Karısını vuran herif…” “Karısını mı? Ne bildin?” “Gazeteler resmini basmışlardı.

” “Neden vurmuş?” “Düşman başına… Kötülükte yakalamış… Esirlikten dönüyor ki karı çoktaaan…” “Zamparayı da vurmuş mu?” “Hayır!” “O namussuzu da temizlemeliydi ki ben buna ‘aferin’ demeliydim!” Arabaların geçmesini beklediklerinden, Kâmil Bey bu konuşmayı sonuna kadar dinlemişti. Önce pek bir şey anlayamadı, sonra sanki karısı Nermin’e iftira edilmiş gibi yüzü kıpkırmızı oldu. Önünden geçtikleri büyük taş binanın açık pencerelerinden çeşitli çalgıların el alıştırma sesleri geliyordu. Bir gün Harp Divanı’nın duruşmasındayken Marseyyez’i duyar gibi olarak irkilmiş, odaya dönünce Ramiz Efendi’ye sorup burada Fransız işgal kuvvetleri mızıkacılarının oturduğunu öğrenmişti. Marseyyez’e daldı. Bu dalgınlıkla araba durağında araba bulunmamasına da, meydanı dolduran kalabalığa da pek aldırmadı. İkindi namazından yeni çıkıldığı için kalabalığın çoğu hoca takımıydı. Ak sarıkları, bayram alışverişine giden kadınların kara çarşafları arasında kar topları gibi yuvarlanıyordu. Gardiyan İbrahim bir boş araba yakalayıp gelene kadar Kâmil Bey’in kafasında Marseyyez’in “Libérte libérte chérie” mısrası bozuk bir plak gibi, bir dostça, bir düşmanca, bir yiğitçe, bir kancıkça döndü durdu. Arabanın katı minderine kendini bıraktığı zaman asıl kesikliğin dizlerinden değil ruhundan geldiğini anlamıştı. Bu yüzden, İbrahim’in kelepçeyi paltoyla örtmesini önlemeye gücü yetmedi. “Güle güle beyim! Hakkını helal et!” “Sağol İbrahim Efendi, sen de helal et! “Bizim hakkımızdan ne olur ki?” Kanun çavuşu emretti: “Sür bakalım Sultanahmet’e… Hızlı gideceğiz! İşim var!” İbrahim, kalabalıkta ağır ağır yola çıkan arabanın körüğünü tutup yanı sıra yürüyerek, arabacıya işittirmemek için Kâmil Bey’e fısıldadı: “Pazarlığı kestim beyim… Elli kuruş vereceksin. Başka gün olsa otuz beş ya… Bayram diye dayattı namussuz! Senin yüzün tutmaz. Aman haaa!” “Hürriyet aziz hürriyet” diyen Marseyyez… “Aman haa!” diyen Asker İbrahim… Sonra koca Beyazıt Meydanı… Beyazıt Meydanı’nda, afyonkeş İkinci Beyazıt’ın camisi… Kardeşi Cem Sultan’ı Papa’ya zehirleten, kendisi de oğlu Yavuz Selim tarafından zehirlenen adamın camisi… Meydanı çeviren sıra sıra kahvelerde ak sarıklı kalabalık… Kâmil Bey derin derin soludu. Eski arabadan güneşte kavrulmuş deri, kuru ot, hafif gübre kokusu geliyordu.

“Demek, elli kuruşun olmasa, böyle eski bir arabaya binemezsin. Binemezsen, kolların bağlı tramvay caddelerine vuracaksın. Çocuklar arkana takılır. Tango hanımlar durup bakar. Deminki tombalak taze gibi ‘Hadi, asker ağaya soralım bakalım, ne yapmış?’ diyenler olur. Paranın gücü, demek bazı bazı bu kadar sınırsız…” Babası Selim Paşa’nın sağlığında, Oxford’da okurken, kralın terzisine yaptırdığı yeleği hatırladı. Terzinin bir tek yeleğe elli altını nasıl bir hesapla istemiş olabileceğini bulmaya çalıştı: İki karış kumaş… Biri iliklenmeyen beş tane düğme… Kumaş altın sırmayla dokunsa, düğmeler inciden olsa gene elli altın etmemek lazım… İnsanların aptallıklarına da sınır yok! “Nasıl oldu bu iş?” “Hangi iş?” “Senin bu mesele?” Kanun çavuşunun laf olsun diye sorduğu belliydi. Kâmil Bey nedense kızdı. Kestirip attı: “İftira!” “Yaaa… İftira demek? Peki ne verdiler?” “Yedi yıl…” “Eh gene şükret…” “Az mı?” “Az elbette… İftiradan asılanları biz çok gördük.” Kanun çavuşu, alçaltıcı bir gülümsemeyle kaşlarını çatıp enikonu kasılmıştı. Kâmil Bey, “iftira” lafının mahpushanelerde “hırsızlık” karşılığında kullanıldığını bilmediği için biraz şaştı, ama üstünde durmadı. “Memleket neresi?” “İstanbul…” “Yaş kaç?” “Otuz altı…” “Evli misin?” “Evet.” “Çocuk mocuk?” “Bir kızım var.” “Büyük mü?” “Altısını bitiriyor…” “Oldu mu ya! Böyle işlere girenler hiç evlenmemeli…” “Hayır. Asıl evli olanlar girecek.

Kanun çavuşu da “hırsız herifin” bu lafına çok şaşmıştı: “Allah Allah. Neden yahu?” “Çünkü her kötülük çoluğa çocuğa gelir. Baksanıza, düşmanlar kadınlara sataşıyorlar.” Kanun çavuşu, düşmanların kadınlara sataşmasıyla hırsızlık etmeyi birbirine bağlayamadı. “Tamam! Bu herif galiba deppoy müdürü… Bunlar bir yandan askerin yiyeceğini çalarlar, öte yandan vatan-millet lafını dillerinden hiç düşürmezler. Kodamanlardan birinin damadı filandır da… Neme lazım!” Kısa, tombul kanun çavuşu, korkulu düş gören bir kız çocuğu gibi ürpererek içini çekti: “Orası da var ya…” Araba bayram kalabalığı yüzünden bir türlü hızlanamıyordu. Düşman ayağı altına düşmüş bir şehrin bayrama hazırlanması Kâmil Bey’e birden dokundu. “Bu da herhalde bir çeşit şartlı refleks olmalı… Anadolu’da bir cephe var. Şu anda, bizden kaç kişi vurulup düştü acaba?” Bu sabahki Tevhid-i Efkâr gazetesinde düşmanın saldıracağını okumuştu. Gazetedeki harita gözünün önüne geldi. İki yılda düşman eline geçen yerler insanı utançtan öldürecek kadar geniş… Avrupa’dan gelen haberlere göre düşman cepheye top, silah, cephane yığmaktaymış. “Allah göstermesin, zehirli gaz kullanacağı bile söyleniyor. Öyleyken bu insanlar nasıl bu kadar kaygısız?” Önünden geçtikleri Çemberlitaş, bir orman yangınında bütün dalları yanmış kocaman bir çam gövdesine benziyordu. “Bu nedir böyle? Ne pis çirkinlik bu! Antikaysa da pis bir antika.” Dallarına kesilmiş adam kelleleri asıldığı için bir çınarın da bizde antika sayıldığını hatırladı, yüzünü buruşturdu.

Yolu iki manda arabası tıkadığından iyice yavaşlamışlardı. Türbenin karşısındaki Binbirdirek Meydanı’nda bayram yeri hazırlanıyordu. Dönme dolapların, kayık salıncaklarının iskeleleri çatılmış, denizkızının çadırı kurulmuştu. Geçen yıl Ayşe’yi bayram yerine götürmediğine üzüldü: Şimdi salıverseler… Kızı kaptığım gibi… Elini cigara paketine götürmek istedi. Kelepçeleri de, ramazanın son günü olduğunu da unutmuştu. Birden öfkelendi. Kanun çavuşunun tombul yumrukları dizlerinde rahat, faydasız duruyordu: Bir gün gelecek, kelepçeleri benden çözüp bu bileklere geçirecekler. Yani biz geçireceğiz. Bu düşünce Kâmil Bey’i hiç sevindirmedi. “Buna değil elbet… Bu emir kulu. Asıl harp Divanı Başkanı paşanın bileklerine…” Suratını astı. “Bir insandan sök, bir başka insana tak! Peki ne çıktı bundan? Kelepçe denilen pisliği büsbütün def etmeli. Dünyada böyle bir rezilliğin bir zamanlar kullanılmış olduğunu çocuklar hiç bilmesinler.” Fayton, kalabalıktan bir türlü sıyrılamıyordu. Yayvan bir ses bağırdı: “Ha babam haaa! Bayram gülleri bunlar! Bayram gülleri!” Sinekli bir şeker işportasının önüne birikmiş insanları ayıplarken aklına başka bir şey geldi.

Bu insanlar, şeker bayramını değil de, iki ay önce kazanılan İkinci İnönü Zaferi’ni kutlamaya hazırlanmasınlar? Bu düşünceyle, suratlarda, düşmana oyun edenlerin çokbilmişliğini görmeye başladı. Yüreğini tadına doyulmaz bir güven doldurdu, kaşlarını kibirle çattı: Çocuk gibiyim vallaha! İkinci İnönü’den beri dünya eskisi gibi kalabilir mi? Yenmek en aptalları bile akıllandırır, en duygusuzları duygulandırır! Araba Sultanahmet’e sağa sapmayınca seslendi: “Yanlış gidiyoruz, arabacı! Sağa döneceksiniz!” Kanun çavuşu duraklayan arabacıya çıkıştı: “Sür be herif! Yolumuz doğru. Tevkifhaneye gidiyoruz.” “Tevkifhaneye mi?” Kâmil Beyin boğazı kuruyuverdi. “Yanlışlık olmasın başefendi?” “Ne yanlışlığı?” “Yanlış… İhsan Bey Mehterhane’de… Şuradaki eski mahpushanede… Kahveleri geçince… İhsan orada…” “Kim bu İhsan?” “Benim arkadaşım… O da benim suçumdan yatıyor.” “Cezayı beraber mi yediniz?” “Beraber değil ama o da…” Bizden, diyecekti. Kendini topladı. “Kâğıda bakıverin lütfen… Bir bakın rica ederim. Yüzde yüz İhsan’ın yanına gönderiyorlardır.” “Gidelim de yanlışsa döneriz!” Kâmil Bey’in yüreğini, ömründe duyduğu korkuların en dayanılmazı kavradı. Geçen yıl, Adliye Nezareti’nin penceresinden yeni tevkifha-neye şöyle bir bakmış, çukurdaki avlusunu Hindistan’ın ölü kulelerine benzetmişti, çevrelerinde insan eti yemek için akbabaların kümelendiği ölü kulelerine… Birden öğürtücü bir leş kokusu –aslında ağır lodosun denizden getirdiği yosun kokusu– boğazına sarıldı. Boğulmamak için çabalar gibi soluğunu kesti. Yakalanmadan önce yakalanmaktan nasıl korktuğunu, yakalandıktan sonra “Ceza verirlerse…” diye nasıl titrediğini hatırladı. Daha demin, bilekleri bağlanarak insanların içine itilmenin hepsinden beter olduğuna yemin edebilirdi. Şimdiyse, İhsan’ın yanına gidememenin bunlardan hiçbirine benzemediğini anlıyordu.

“Olamaz!” diye gözlerini yumdu. “Beni İhsan’dan niçin ayırsınlar?” Arabanın sarsıntısıyla sanki uykudan uyandı. “Evet, çavuş yanılıyor!” Zorla gülümsedi. “Ben de çocuk gibi…” Solukları gittikçe rahatlıyor, yüreğine çöken umutsuzluk bir ucundan sıyrılıyordu. “Çoğu zaman, kuşkularımıza doğru yaşıyoruz. Korkularımızın çoğu, kuruntularımızdan geliyor. Yaşamanın temposunu hızlandırmaya çabalamasak saçma korkularımızın çoğundan kurtuluruz!” Yeni tevkifhanenin kapısında kanun çavuşunun yanılmadığı anlaşıldı. Kâğıt yeni tevkifhane müdürlüğüne yazılmıştı. Bunda şüphesi kalmayınca, Kâmil Bey’i yüksek ateşli bir hastalığın dalgınlığı sardı. Kelepçelerinin çözülmesine teşekkür etti, “Bastır araba parasını…” diyen arabacıya gülümseyerek cüzdanını çıkardı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir