Kemal Varol – Ucunda Olum Var

“Bir insan çok şerefli olabilir ama cenazesine kimin geldiği hava durumuna bağlıdır!” Rud Lurie Ağıtçı Kadın, yerleri süpüren yırtık kara elbiseleri, bu yırtıklara düğümlediği renk renk çaputları, başına sardığı kara yazmaları, aslanağızlı asası, beline kemer niyetine doladığı kurt ve çakal kuyrukları, iki kaşının ortasıyla elinin tersindeki dövmeleri, bileklerine geçirdiği stres bileziği ve yırtık ayakkabılarıyla elli yıl boyunca kim nereden çağırdı, hangi evden bir cenaze kalktıysa vakit sektirmeden ayaklanıp yollara düştü. Sanki dünyaya sadece ölülerin ruhunun selamete ermesi için gelen bu kadın, yıllarca denize kıyısı olan şehirlerden uzak dağ köylerine, kışların bir leke gibi yapışıp kaldığı diyarlardan kar yüzü görmemiş ovalara, bayındır ormanların çepeçevre sardığı nemli yurtlardan bir ejderha gibi alev kusan bozkır illerine varana değin cümle memleketi gezerken ne yollardan erindi, ne de artık takati kalmayan ayaklarından dert yandı. Kendisi gibi zamanla yaşlanan aslanağızlı asasına tutunup bir kiraz yaprağı gibi rüzgarın önüne düşerken, çoktandır bir mezar yerine dönmüş Anadolu’nun kasaba ve şehirlerinde ağıtlar yaktı, senelerce ölülerin ruhlarına gül suyu ferahlığı verip kalanların kalplerinde biriken, adeta bir irin halini alan acılarını akıtmalarına yardım etti. Anadolu’nun bu son ağıtçısı, her seferinde ölünün kapıdaki ayakkabılarına bakarak iç geçirdi, rahmetlinin henüz yorgan döşek gezen kokusunu içine çekti, mevtanın elbiselerini kucaklayıp bir yakınından hikayesini dinledi. Ölenin kim olduğunu, neler yaşadığını, hangi zorluklarla büyüdüğünü, neden öldüğünü, hangi muradını tamamlamadığını, içinde hangi ukdenin çözülmediğini, bu dünyadan göçerek kimleri yalnız başına koyduğunu, son anlarında neler söylediğini, arkasında hangi boşluğu bıraktığını öğrendikten sonra kendisini bekleyen kederli kalabalığın tam ortasına kurulup üç gün üç gece boyunca devamlı ağıt yaktı. Gömlekler, ceketler, çorap ve mendiller, yazma ve kasketlerle allı pullu elbiseler yaşlı kadının ellerinde havaya yükseldi ve ağzının içinde bekleyen kederli kelimeler odanın içinde bir o yana bir bu yana döndü. Gözleri kurumuşların, içine atmışların, ağlamayacağım diye bin yemin etmişler ile taş kalplilerin bile gözlerini bir pınar gibi akıtıp senelerce cümle memleketin acısını aldı. Ağıtçı Kadın’ı dinleyenler sinelerini dövüp tırnaklarını yüzlerine geçirirken, o sadece Allah’ın sevgili kullarını değil, düzenbaz, hilebaz, nebbaş, katil ve cinsî sapıklar gibi cehennem ateşiyle yanmaya layık olan en kirli kullan bile feraha çıkarıp onları mahkeme-i kübraya temiz hal kağıdıyla yolladı. Yaktığı ağıtlar yardımıyla, faydasız bir hayat yaşayan en sütü bozuk ölüyü dahi benzerine evliya tezkirelerinde bile rastlanmayan bir mertebeye çıkardı. Kahveye giderken yere yığılan birini sanki Kabe’ye varamamış bir mümin ya da fazla içtiği için ölen bir başkasını zemzem suyunun hasretiyle ölmüş bir tarikat ehli gibi tasvir etti. Düzenbazları itikatlı, hilebazları emin, cinsî sapıkları pirüpak, birbirinden fena huylan olan en işe yaramaz hovardaları bile hak yolunda birer veli olarak çizdi. Haliyle, bulutların üzerinde ölünün amel defterini karıştıran melekler bile, herhalde bir yanlışlık yaptık diye ellerindeki eskimiş defterin tozlu sayfalarım çevirerek yazdıklarını yeniden incelemek zorunda kaldı. Böylece, kırışmış yüzü dövmelerle kaplı olan Ağıtçı Kadın yüzünden ölümün tozlu yollan tastamam elli yıl boyunca gözyaşlarıyla sulandı durdu Anadolu’da. Onun iç parçalayan ağıtları sayesinde, herkes şer tarafına doğru hareket eden teraziyi dengeleme, cennetteki on sekiz ırmakta şen şakrak bir halde yıkanma fırsatı buldu. Mendiller, yazma kenarları, tülbent ve kurumuş yanaklar hep onun sayesinde ıslandı.


Mezarlarında huzursuzca dönüp duran ölüler, ruhlarım arkalarından yakılan bu içli ağıtlarla teslim etti. Yaşlı kadın ise, her ağıt bitiminde görevini layıkıyla yaptığına kanaat getirip kara elbisesinin sağlam bir yerini yırtarak, ölülerin elbisesinden kopardığı bir parça çaputu o söküğe düğümledi ve yeniden tozlu yollara koyuldu. Otobüslere, tren ve vapurlara binip her seferinde başka bir ölünün ruhu için ağıt yaktı. Günler, aylar geçtikten sonra, ölümün arada bir soluklanmasını fırsat bilip birbirinden maharetli saz aşıklarının ıssız vadi ve gözelerde kederli türküler yaktığı eski Arguvan’da-ki yıkık dökük evine döndü. Gece boyu buz gibi dut rakısı içip durmalarına rağmen, rakıdan değil de yaktıkları türkülerden sarhoş olan aşıkları dinleyip yorgun başını kir pas içindeki döşeğine koydu. Bir kulağı vadide yankılanan türkülerde, bir kulağı yoldan gelecek hışırtıda, yatağında öylece uyuyup kaldı günlerce. Lakin hastalıktı, savaştı, kazaydı, Allah’ın emriydi, oydu buydu derken Anadolu’da ölümün mesaisi hiç sona ermediği için, bir zaman sonra yeniden taziye evleri, seneidevriye ve hatimlerin yolunu tuttu yaşlı kadın. Üç gün üç gece boyunca yaktığı ağıtlara karşılık kendisine ödenen göz silimli-ği parasını boynundaki keseye sıkıştırıp o diyar senin bu diyar benim demeden elli yıl boyunca sadece geride kalanların değil, gözü bu dünyada kalan ölülerin ruhunu da ferahlattı. Fakat zaman denen illet hep aynı düzende geçip gitmezdi. Zamanın bazen durması, işlerin durduk yere sarpa sarması, o sonsuz gibi görünen akışın bir yerde kesilmesi gerekirdi. Nihayet, onca vakit zamanın o çok kıymetli kanatları altında bir gün bile gıkını çıkarmadan ömür tüketen yaşlı kadına günün birinde nedenini kimselerin bilemediği bir hal oldu. Her ne olduysa, uğursuz bir senenin gelip memleketin üzerine çöreklendiği, kar kıyamet bir kışın yaşandığı o yılın baharında yaşandı. O yıl hayli zorlu geçen kış nihayet bitti ve Arguvan’daki dereler çağlayıp ağaçlar yeniden yaprağa durdu. Lakin memleketin her tarafından durmaksızın ölüm haberlerinin geldiği o bahar, Ağıtçı Kadın bir gün ansızın tek göz odalı evine kapandı ve o zamana kadar herkese araladığı kırık dökük kapısını bir daha kimseye açmaz oldu. Yıllar yılı başkalarının hayatı hakkında acı dolu destanlar düzerken, o günden sonra kimseye kendi ömrüne dair bir cümle dahi kurmadı.

Arguvanlılar, toprak kayması sonucu eski kasabalarını terk edip doğuda yeni bir şehir kurmuşlardı. Ama herkes evini barkım bırakıp bu yeni kasabanın yolunu tutarken, yaşlı kadın susuz ve elektriksiz bu eski yerde bir başına yaşamayı yeğlemişti. İşi gücü olmazsa yeni Arguvan’a pek inmezdi. Kendisine hürmette kusur göstermeyen kasabalıların bakışları altında tütünü bitmişse tütün alır, radyo pili, tuz, şeker, yağ alır; onun bunun fiyatım sorup zamandan geri kalmamaya çalışır, sonra da gerisin geri evine dönerdi. Bu yüzden kasabalı, yaşlı kadının evine kapandığını, artık ağıda gitmediğini ilk başlarda bilemedi. Zaten ihtiyarlar o yılın yaman kışına karşı pek dayanıklı çıktığı için ölüm o bahar yanlarına pek uğramadı. O günlerde Arguvanlılar onun yokluğunu bir an bile hissetmeyip neşe içinde türkü ve boğma rakılarına gömüldüler. Ölümün her canlının başında salınıp durduğunu, er ya da geç kapılarını çalacağını unutup günlerini hayatın zevk ü sefasına harcadılar. Ağıtçı Kadın’sa, o bahar günlerinin birinde, odasının bir köşesinde kir pas içinde duran kap kacağa, çatlamış duvarlara astığı türlü renkteki tespihlerin dağınıklığına aldırmadan başını bağlayıp kendisini yataklara attı. O vakitten sonra, kimi zaman türkü ve ajans dinlemek için başucuna koyduğu küçük transistorlu radyoyu bile açmadı ve bir gözü pencerede, hep dışarıya baktı. Ne zaman geleceğini kimsenin bilemeyeceği ölüm, aniden ortaya çıkacakmış gibi yaşlı gözlerini evinin önünde uzayan ağaçlı vadiye, bu vadinin içinden akan dereye, sanki bin yıldır oradaymış gibi sallanan ağaçlara, yıkık dökük halde bekleyen eski kasabanın viranelerine dikti. Fakat dünya üzerindeki herkes ve her şeyin sonu beklemeye yazgılıyken, ölümün bir dakika bile beklemeye tahammülü yoktu. Anadolu’nun dört bir yanında güllük gülistanlık geçen bir-iki haftanın sonunda, baharın tadım henüz almış ihtiyarlar birer ikişer ölmeye, cami ve cemevlerinden yeniden dört kollular kalkmaya başladı. Ölüden geriye kalan biçare ve kederli insanlar da, biraz olsun ferahlamak için haliyle Arguvan’ın yolunu tuttu. Ama yaşlı kadın kederli ölü sahiplerini, seneidevriye ricacılarını, kendisine kasabanın ileri gelenleri vasıtasıyla haber gönderen varlıklı beylerin davetini dahi kabul etmedi.

Kimine hastayım dedi, kimine başka bir yere davetli olduğunu söyledi, kimini düpedüz azarlayıp çürümüş ahşap kapısından kovdu. Böylece, birkaç zaman evine gelen giden olmadı. Fakat çok geçmeden, bu virane haldeki evin bulunduğu tepede soluklanan ricacılara yenileri eklendi. Fakat onlar da bir sonuç alamadılar. Ölü sahipleri, kadıncağız belki bir şeye kırılmıştır diyerek yanlarında her yaşlının içinin geçtiği fındıklı lokumlardan götürdüler. Dahası belki de ona ödenen göz silimliği parasını az bulmuştur diye yığınla para teklif ettiler. Kimileri de, belki yaşlı kadını ikna eder, taş kalbi bir parça yumuşar diye, kendilerini kapalı kapının önünde yerlere atıp ölülerinin iç parçalayan hikâyelerini anlattı. Ağıtçı Kadın, belki bu hikâyelerden birine kanar da yeniden ağıt yakmaya razı olur diye umdular. Fakat ne kadar dil döktülerse de faydasız; kapısını zinhar açmayan yaşlı kadım bir türlü ikna edemediler. Kimi gönül koydu ona, kimi hayasızca küfürler edip çaresizce evine döndü. Ama bu arlanmaz taziye sahiplerinin sayısı azalacağı yerde her geçen gün biraz daha arttı. Sonunda bu ricacılardan iyice bunalan yaşlı kadın, kapısına dayanan Arguvanlılara, artık gelmemelerini, bundan sonra hiçbir yere gitmeyeceğini, ağıt yakmayı bıraktığını söyledi. Ardından, kapalı kapının arkasından parmaklarıyla hesap yapıp gözlerini yıldızlara çevirdi. Hesap kitabı bitince, kudret kalemiyle alnına yazılan yazıdan haberdar olduğunu, tamı tamamına on altı gün sonra öleceğini, bu yüzden hiçbir yere gitmeyip döşeğinde Azrail Aleyhisselam’ın yolunu gözleyeceğini söyleyerek lafı kestirip attı. Kapısına dayanan ricacılar anlamadılar söylediklerini.

Yeniden kapıyı yumrukladıklarında onun kızgın sesini duydular: Yaşlı kadın, kapının arkasından öfkeyle “Artık ağıda gitmeyeceğim!” diye bağırdı. Sonra da sesini mahzunca düşürüp “On altı gün sonra öleceğim!” dedi yeniden. Baş yastığı başın derdini bilmezmiş. Bu yüzden kendisini artık kimselerin yaşamadığı bu virane haldeki kasabaya hapsettiği yetmezmiş gibi, yıkık dökük evinden çıkmamaya da ant içen bu yaşlı kadının anlattığı ölüm hikâyesine Ar-guvan’da hiç kimse inanmadı. Herkes elini çenesine koyup onun asıl derdinin ne olduğunu bulmaya çalıştıysa da, konuşmaya en hevesli olan çenebazlar bile üç cümleden ötesine muvaffak olamadı. Bütün kelimeler ziyan edildikten sonra, tahminen elli yıl önce şıp diye kasabalarına damlayan bu kadın hakkında gerçekte pek bir şey bilmediklerini fark ettiler. Çorak tepelerin eteğindeki tek katlı evleri, bu evlerin avlularında yükselen kayısı ve dut ağaçlan, üç-beş kahvehaneyle bakkalı, tozlu yollan; gür bıyıklan tütünle sararmış dedeleri, gözleri dut rakısıyla kararmış yağız gençleri, sokaklarında hep bir şey düşünürmüş gibi dalgın yürüyen kasketli erkekleri ve basma şalvarlarını karınlarından yukarı çeken hamarat kadınlarıyla sessiz sedasız bir hayat süren Arguvanlılar, ilk zamanlar kasabada ebelik yapan bu kadının ebelikten çok ağıt yakmaya istidadı olduğunu anlayınca ölülerini onun kelimelerine teslim etmişlerdi. Fakat yıllar yılı kendi hikâyelerini anlattıkları bu kadına bir kez bile ne derdi olduğunu sormamışlardı. Besbelli, yaşlı kadını on-ca yıldan sonra evine kapatacak esaslı bir derdi vardı ama bu dertten bihaber oldukları için hiç kimse onu ikna etmenin bir yolunu bulamıyor, bu yüzden de herkes çaresizce evine dönüyordu. Böylece, Ağıtçı Kadın’ın evine kapanması yüzünden o bahar Anadolu’daki yas evleriyle taziye çadırlarından çığlıklar, ağıt ve gözyaşları yükselmez oldu. Ölüler, mezarlarında huzursuzca sağa sola dönerken gökyüzüne yükselen ruhlarının ağıtsız uğurlandığını, arkalarından bir avuç gözyaşının dahi dökülmediğini fark etti. Nemlenmemiş amel defterleri açılırken hayıflanıp merakla yeryüzüne baktılar. Yakınları, eş dostları, çoluk çocukları, aşağıda, yeryüzünün bu kara kavruk memleketinde, yaşlı kadının kapısında sıraya girmiş hâlâ onu ikna etmeye çalışıyordu. Fakat herkesin bu dünyada dilediğince kullanıp bir köşeye attığı zaman, öbür dünyada farklı çalışıyordu. Ellerindeki tırmıklarla amel defterlerinden çıkacak sonucu bekleyen meraklı ölüleri hizaya sokan ızbandut zebanilerin öte dünyada bir dakika dahi beklemeye tahammülü yoktu.

Yaşlı kadının kapısında bekleşen gözü yaşlı ricacılar, insafsız zebanilerin ölülerin kaba etlerini dürtüp duran sipsivri tırmıklarım, sıratı, ateşi, sallanıp duran terazi kefelerini hatırlattılar ona. Öte dünyanın boğucu havasım, rahmetlilerin biçare hallerini anımsatıp bu garip inadı yüzünden taş kesilmiş kalbini bir parça da olsa yumuşatmayı denediler. Fakat yaşlı kadın Nuh diyor peygamber demiyordu. Vaktiyle değil bir dua, arkasından dökülecek bir damla gözyaşını dahi hak etmeyen en sütü bozuk insanlar için bile acı dolu ağıtlar yakan bu kadın, hak yolunda can vermiş velilerle pirlerin ağıdını dahi yakmaya razı olmadı. Dil dökmeler, yalvarmalar, önüne yığınla para dökmeler, tehditler; hiçbiri kâr etmedi. Ricacılar, eli boş şekilde memleketlerine dönerken, yaşlı kadın da ölümü beklediği döşeğinde bir o yana bir bu yana dönerek içinden ağıtlar yaktı ve günleri birer birer sayarak ölümün yolunu gözlemeye başladı. İçinden saydığı üç günle birlikte ömrünün biraz daha eksildiğini, ayaklarının onu bekleyen çukura doğru ilerlediğini düşündü. Eğer yaptığı hesap doğruysa, ölmesine daha on üç gün vardı. Fakat yine de dünya üzerinde ölümün ne zaman geleceğini kimse tam olarak bilemezdi. Bu yüzden de, kendisini ölümün kız kardeşi sayan bu kara kavruk kadın, her daim tetikte durarak, sıvasız evinde canım teslim edip ruhunu yolculayacağı o kutlu zamanı bekledi. Dünya ölümlü, gün akşamlıydı. Onca vakit genç, yaşlı, çoluk çocuk, kadın, erkek demeden başkalarının kapısını aşındıran ölüm, üçüncü gece üzerine kara elbisesini sarınıp usulca onun kapısını da tıngırdattı. Yaşlı kadın, rüzgârın kavak ağaçlarının yapraklarını usulca salladığı o gece, rüyasında birdenbire kalbinin sıkışıp sağ kolunun uyuştuğunu hissetti. Kimliğindeki bilgiler doğruysa, o gecenin sabahında yetmiş yaşına basacaktı. Uykusunun en derin yerinde kalbi hızla çarptıkça, yatağının içinde huzursuzca iki yana döndü.

Sıkıca kenetlediği kirpiklerini açmak, kamburlaşmaya başlayan sırtını doğrultmak için çok çabaladı ama bir türlü başaramadı. Elli yıl boyunca yas evleri, taziye çadırları veya seneidevriyelerde anlatıp durduğu ölümün bu kez kendi yakasına yapıştığını, vadesinin dolmak üzere olduğunu, yıllardır önünde heyecanla beklediği o nurlu kapının bu kez kendisi için açılacağını hissetti. Yumruklarını sıkıp korkusunu yenmeye, önünde beliren ışık huzmesinden bakışlarını kaçırmaya niyetlense de bir türlü muvaffak olamadı. Üstelik, sağ kolundan giren ağrı bir anda bütün vücudunu yokladıktan sonra yorgun kalbine doğru hücum etmeye başlamıştı. Yaşlı kadının esmer teni korkudan beyaza çalmış, ellerindeki damarlar büzüşüp kaybolmuş, orasında burasında bir anda ölüm lekeleri çıkmış, yatağın içinde un ufak olmuş halde büzülüp kalmıştı. Fakat yatağında sırılsıklam bir halde izzet ve ismet sahibi Azrail Aleyhisselam’ın yolunu beklerken, rüyasının en korkunç yerinde kulağına ölümün o tatlı ıslığı yerine, bir bağlamanın incecik sesi çalındı. Arguvan’ın en meşhur türküsünü mırıldanan incecik bir ses giderek kendisine doğru yaklaştığında, yaşlı kadının dayanıksız kalbi daha da hızlı çarpmaya başladı ve aynı zamanda bir kılık değiştirme üstadı olan Azrail Aleyhisselam’m bu kez bir saz âşığı donuyla Arguvan’a arz-ı endam ettiğini düşündü. Çoktandır gövdesinin altında kaldığı için uyuşan kolunu kaldırıp bu kederli türküye eliyle eşlik etmek istedi ama taş kesilmiş gibi kaskatı duran kolu bir türlü yerinden oynamadı. Çok geçmeden, ağıtlarında belki bin kez anlattığı bir ışık huzmesi geceyi bir anda gündüze çevirdi. Yaşlı kadın, epey zaman bekledikten sonra bu kutlu huzmenin ahiretin kalabalık yolundan değil, düpedüz Argu-van’ın üzerinde salınıp duran parlak ayın kendisinden yayıldığını fark etti. Ayın gümüşi şavkı yıkık dökük evin pencere ve bacasına vurdu. Peşinden de rüyasında belli belirsiz işittiği üç telli bağlamaya yeniden bir mırıltı eşlik etti. Yolunu şaşırmış gibi oradan oraya savrulan bu mırıltı giderek ona yaklaşırken, yaşlı kadının içine kara kelimeler doldurduğu yastığı kabarıp onu üzerinden atmaya çabaladı. Sonra ne olduysa, ağaçların sardığı kara vadinin derinliklerinde yankılanan bu ses, artık kendisinin bile hatırlayamadığı adını arka arkaya üç kez ünleyip, “Ben öldüm, gel ağıdımı yak!” dedi. Ağıtçı Kadın, incecik olmasına rağmen geçtiği yerlerin yankısı yüzünden davudi bir hal alan sesin sahibini bulmak için yatağın içinde çırpınırken, başını merakla sağa sola çevirdi.

Fakat bir yerlerden hayal meyal hatırlar gibi olduğu bu sesin nereden geldiğini bir türlü bulamadı. Yatağının yanına yasladığı aslanağızlı asasına dayanıp yerinden doğrulmaya çalıştı. Ayağa kalkmaya çabalarken, ister istemez yaşlı kadının elbisesindeki ölü çaputları da doğruldu. Bir ip gibi uzayan bu çaputlar bir delilik yapmasın diye, telaşla birbirlerine düğümlenip yaşlı kadını yeniden yatağa çekmeye çalıştı ama başaramadılar. Ağıtçı Kadın, sonunda kan ter içinde kalma pahasına, gövdesini yatağın içinde bırakıp ayağa kalktı. Lakin, sis çökmüş kara vadide deli divane bir halde her yana baktıysa da yankılanıp duran sesin kaynağını bir türlü bulamadı. Nefes nefese koşturup dere kenarlarına, karı hâlâ erimemiş dağlara, kapı penceresi sökülmüş viran evlere, ulu ağaçların kovuklarına baktı ama bir sonuç alamadı. Kızgınlıkla, eline sipsivri bir taş alıp olabildiğince uzağa fırlattı. Gecenin boşluğuna fırlatılan taştan bir ses gelmedi. Taş, sanki atılır atılmaz havada asılı kalmıştı. Yaşlı kadın, sesin sahibini bulamamış olmanın yorgunluğuyla kan ter içindeki sırtım devasa bir ağaca yasladı. Ağacın gövdesi bir zamanlar dibindeki ocakta yakılan mumlar yüzünden is içindeydi. Başım sağa sola çevirip ürpertiyle etrafı dinledi. Kalbi hızla çarptıkça damarlarının iyiden iyiye şiştiğini, gövdesinin korkuyla titrediğini hissetti yeniden. Gece işi körler işiydi.

Ağıtçı Kadın, bir an karanlıklar içindeki evine, yatağında onu merakla bekleyen gövdesine dönmeyi düşündü. Fakat yerinden doğrulur doğrulmaz, artık daha belirgin bir hal alan tamdık sesin sahibi ona bir kez daha seslendi: “Ben öldüm, gel bul beni!” Ağıtçı Kadın, ter içindeki alnım silip kenetlenen takma dişlerini zorlukla açarak “Nerdesin?” diye sorabildi yalnızca. Kavak ağaçları oraya buraya yaprak döktü. Puhu kuşları bir anda kanat çırptı. Issız vadide yol alan cılız dere, bir anda kabarıp dağ bayır aştı. Yaşlı kadının epey zaman önce fırlattığı havada asılı kalan taş, birdenbire vadinin derinliklerine yuvarlandı. “Konya’da,” dedi giderek duyulmaz olan sesin sahibi, “gel bul beni orada.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir