Kolektif – Osmanli Devleti 1300-1600

Bu ciltte Osmanlı tarihinin ilk üç yüzyılını ele alacağız. Bununla ilgili olarak söylenebilecek bazı şeyler var. Bir kez Osmanlı Devletinin Türklerin İlerlemesinde ve gelişmesindeki büyük rolünü vurgulamak ve bunun için özel ikle onu önceki büyük Türk devletleri, Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu Devletleriyle karşılaştırmak yerinde olur. Yüzeysel bir bakışla dahi çok önemli farklar göze çarpmaktadır. Selçuklu devletleri, hanedanları ve kuvvet aldıkları tabanları itibariyle Türk devletleri olmalarına rağmen, resmi dil eri Farsçaydt. Demek ki bunlar, her gün: konuştukları, ana dil eri olan Türkçenin bir yönetim dili olabileceğini pek düşünemiyorlardı. Ya Türkçeleri böyle bir işleve elverişli değildi, yani henüz ilkel bir durumdaydı, ya da dil eri resmî dil olmaya elverişliydi fakat onlar bunun farkına değil erdi, yani bir bilinçsizlik söz konusuydu. Oysa Karaman Beyinin tarihî (1277) karariyle birlikte Anadolu’nun ve bu arada Osmanlı Beyliğinin resmî dili Türkçe olmuştur. İkinci bir fark, Selçuklu devletlerinin göçebeliğe daha yakın oluşlarından kaynaklanıyordu. Nizamülmülk’ürt Siyasetn&me’sinde bunun pek çok izlerine rastlıyoruz. Selçuklu başkentlerinin değişkenliği de belki buna işaret sayűabilir. Aynı şekilde Anadolu Selçuklularının esas yurt olarak Anadolu yaylasını kabul ettiklerini, kıyılardan sanki uzak durduklarını, ve dışa açılan birer ‘pencere’ olarak Sinop ve Antalya ite yetindiklerini görüyoruz. Osmanlıların ise yayla kadar kıyılara da önem verdikleri söylenebilir. Gerçi Osmanlı Devletinde de Türk halkının Önemli bir bölümü gö~ cebeydi ve bunların varlığı Devletin yapısında belirleyici bir rol oynuyor-du. Fakat Osmanlı bey ve padişahları göçerlerin gem tanımayan dinamiz-mini, düzenli fetihler, akut ve savaşlarla dışa yöneltiyorlardı.


Böylece Türk halkının yerleşikliğe geçiş sürecinin göçebelerce fazla aksatılma-dan, devleti parçalayarak altüstlüklere pek uğramadan gelişmesine olanak tanınmış oluyordu. Sürekli fetih ve istila siyasetinin güdüsü bir ölçüde bu olmak gerekir. Denebilir ki, Osmanlı’da açık seçik görülen ve devletçe özdendirilip yönlendirilen yerleşikliğe geçiş süreci, daha erken aşamadaki Selçuklu devletlerinde o denli belirgin değildi. Demek ki Türkçeyi resmî dil yaparak kişiliğini bulmuş olan ve yerleşikliğe geçiş sürecini dana belirginleştiren Osmanlı Devletinin kurumsallaşması çok daha ileri derecededir. Dolayısıyla Osmanlı tarihinin Türkiye bakımından birinci derecede büyük önemi vardır. Üzerinde durulabilecek bir başka nokta, Türklerin yurtları ite ilgili’ dir. Türklerin ilk yurdu Orta Asya idi. Çinliler Türk akınlarım önlemek için Çin şeddini inşa etmişlerdi. Birinci cildin önsözünde değindiğim gibi, Türkler, Çin şeddinin ötesinde, Orta Asya’da, çok çetin iklim ve arazi şartlarında göçebe hayvancılıkla geçinmeğe çalışıyorlardı. Türklerin bundan sonraki yurdu olan, Hazer Denizinin doğusundaki Maveraünnehir ve Horasan bölgesi de büyük ölçüde çölden ibaretti. Derken Türkler Anadolu’ya geldiler. Buranın coğrafî özel ikleri Türklerin toplumsal gelişmesinde büyük bir paya sahiptir. Anadolu’nun önemli ölçüde yayla ve dağlık oluşu hayvancılık yapan göçebelere bildikleri ve ihtiyaçları olan bir ortamı sağlıyordu. Fakat bu yaylanın pek çok yerinde tarıma elverişli ova ve vadiler de vardı —örneğin, Konya, Eskişehir, Ankara gibi büyük ovalar. Yaylayı çevreleyen dağların ötesinde de bereketli kıyı ovaları sıralanıyordu— Karadeniz, Akdeniz ve özel ikle Ege ile Marmara bölgelerinin ovaları gibi Anadolu’nun çok önemli diğer bir özel iği, hiçbir yerinin çöl olmayışı, arazinin elverişli olduğu her yerde tarıma imkân verecek derecede yağmur yağmasıydı.

Bu, Anadolu’yu hem Orta Asya’dan, hem Maveraünnehir ‘den, hem Orta Doğu ve Kuzey Afrika’dan ayıran çok önemli bir özel ikti. Başka bir deyişle, Türkler, bu kıtada tedricen, alıştıra alıştıra —bu sayede toplumsal ve kişiliksel çok büyük bunalımlara fazla düşmeden— yerleşikliğe, çiftçiliğe geçişin İdeal koşul arını buldular. Yaylanın, dağın yont başında ova ve vadi vardı. Göçebe, çiftçiyi göre göre kendisi de gün geldi, çiftçi oldu. Anadolu’da nüfus yoğunluğunun fazla olmaması, genel ikle bu geçişin nispeten kavgasız gürültüsüz olmasını sağladı. Metin Kunt’un yazmış olduğu siyasal tarih bölümü okununca anlaşılacağı üzere, «klasik», yani en güçlü dönemindeki Osmanlı Devletinin doğu istibdadı (şark despotizmi) niteliği hayli belirgindir. Bu niteliğin hangi usul ve mekanizmalarla sağlandığını görelim. 1. Kul Sistemi : Sarayın olağanüstü gücünü, mutlakiyetini sağlayan mekanizmalardan birincisi kul sistemiydi. Osmanlı ülkesinin ulemadan olmayan bütün yöneticileri kul statüsü/ideydiler. Kul demek, kamu kölesi, devlet kölesi demekti. Bunların boyunları kıldan inceydi. Yani, padişah, bunları mahkemeye vermeden idam ettirebilirdi. Bunun için, bazen şeyhülislamdan fetva almıyordu ama, şart da değildi. Esasen padişah veya sadnâzamm siyaseten katil gerekip gerekmediği sorusuna olumsuz fetva vermek pek görülebilen şeylerden değildi.

Mumcu, Siyaseten Kati eserinde idam kararlarının genel ikle sükû-netle karşılandığmı, direnme ya da kaçma gibi tepkilerin çok nadir olduğunu kaydetmektedir. Başka bir deyişle, «Ya devlet başa, ya kuzgun leşe» atasözüyle de ifade edildiği üzere, idam cezası yöneticilik mesleği-nin adetâ ‘olağan’ bir meslek riski gibi karşılanıyordu. (Topkapı Sarayında Yaşam, 5. İH) Tavernİer de, İstanbul’dan yüzlerce kilometre uzakta bir paşanın idam emrinin nasıl dırıltıstz yerine getirildiğini anlatır. Onun anlatışına göre, kaçma, ya da direnme ihtimallerini iyice azaltmak için İstanbul’dan gelen görevli kapıcıbaşı veya bostancı, paşanın divanı toplamasını istermiş. Kati fermanını divan huzrunda sunarmış: «Paşa bu mektubu büyük bir saygı içinde alır, üç kez alnına sürdükten sonra açar ve okur. Verilen ölüm emrini şu sözlerle yanıtlar: ‘Padişahımın emri yerine getirilecektir. Bana sadece, dua etme (namaz olacak) zamanını tanı.» Reşad Ekrem Koçu, (Topkapı Sarayı, s. 33), padişah istibdadının sadrıâzam ve vezirlerde ne gibi duygular uyandırmış olabileceğini şöyle canlandırıyor: «Padişahın sonsuz salahiyetli vekili sıfatiyle dilediğini bir emri, işareti ile yok ediveren Saârıâzam Paşa, göz kamaştıran bir haşmet ifade eden maiyetiyle Babı Hümâyûndan at ile girip Orta Kapu önünde atından inerek ayağını Orta Kapunun eşiğinden içeriye attı mı, o anda âdeta bir hiç oluverirdi. Saray protokolü icabı fevkalâde hürmetkârane karşılanır, kub-bealttna sânına lâyık izzetle götürülür, orada toplanan Divânı Hümâyûnda riyaset makamına oturur, Divânın sair âzasiyle beraber Padişah adına koca bir İmparatorluğun mukadderatma müteallik emirler verirdi. Fakat her an kendisini Hükümdarının pençesinde hissederdi. Pâdişâh: «.Kaldırın şunu!» dedi mi, o sonsuz salâhiyetti makamından kaldırılır, koynun-dan Sadâret alâmeti, tılsımı olan ve al atlastan bir kese içinde bulunan «mührü hümâyûn» alınır ve cel ât kemendi boynuna geçiriverirdi. Kimse «niçin?» diye soramazdı.

İnsanı ne doğruluk, ne sadâkat, ne iffet, ne namus, ne hizmet, ne celâdet, ne vekar ve asalet, hiçbir kıymet ve fazi-let kurtaramazdı. Sadırâzamı başta bulunduğu için misal olarak aldım. Orta Kapudan içeriye giren diğer devlet erkânı için de hal aynıdır, bir saç teline bağ” lanmış Demokles’in kılıcı başlarının üzerindedir. Onun içindir ki Saraya gelen bir Sadırâzam ayağım Orta Kapunun eşiğinden dışarıya doğru attı mı; geniş bir nefes alır, yeniden doğmuş gibi olur ve elinin cömertliği ölçüsünde sadaka dağıtırdı.» Kul olmanın diğer bir sonucu müsadereydi. Katledilen veya eceliyle ölen kulun malt ve mülkü olduğu gibi devlete yani Saraya kalırdı. Böylece Saray dışında büyük bir servet birikiminin oluşması önemli ölçüde önlenmiş olurdu. Bu da bizi istibdadın ikinci mekanizmasına getiriyor, 2. Servet Birikimine Karşı Olumsuz Tavır : Herhalde padişahın gözünde yöneticilerin büyük servetleri ya devletten kaynaklanıyordu, ya da devletin verdiği yetkilerin kötüye kul anılması sonucuydu. Üstelik köle-lik hukukunda, kölenin mirasçısı onun sahibi oluyordu —efendisi onu ölümünden önce azad etmiş olsa bile. Bu bakımdan ölen yöneticilerin malvarlığına elkonması Saray bakımından haklı gibi görünüyor olmalıydı. Ama büyük servetlere karşı olumsuz tavrı asıl, Sarayın daima gelenekçi loncalara arka çıkarak, kapitalizme yönelik gelişmeleri önlemesinde görebiliyoruz. Sarayın bu tutumunda Sabri ÜlgcnerVn incelemiş olduğu ortaçağ zihniyet ve ahlâkı kadar, kendi istibdadına rakip olabilecek servet birikimlerini yaşatmamak güdüsü de rol oynamış olabilir. Büyük ulema aileleri dışında büyük sermayeye ancak onsuz olmaz alanlarda —yani şehirler, bölgeler, ülkeler arası ticarette ve sarraflıkta — tahammül ediliyordu. Ulema ailelerinin servet biriktirmesine tahammül edilmesi ise herhalde dine ve din adamlarına olan saygının bir gereği sayılıyordu.

Esasen bunların yürütmeyle ilgili yetkileri (yerel nitelikte kadılık düzeyi dışında) asgarîde olduğu için, iktidara karşı bir tehdid oluşturmuyorlardı. 3. Hanedanla İlgili Yöntemler: a. Kardeş Katili : Osmanlı istibdadı istibdadın şahikalarındandt denebilir sanıyorum. Amaç padişahı ülkenin biricik zirvesi haline getirmekti. Bunun için Fatih Sultan Mehmet ünlü Kanunnamesinde kardeş katline cevaz vermişti: «Ve her kimesneye evladımdan saltanat müyesser ola karındaşların nizam-t âlem için katletmek münasiptir ekser ulema dahi tec-viz etmiştir anınla âmil olalar.» Böylece Osmanlı hanedanı kendi kendini ‘yediği’ için (hattâ Kanunî İki kez IH. Mehmed bir kez evlat katili dahi olmuşlardı), neslinin tükenmemesi için bir yandan da olağanüstü bir gayret sarfetmesi gerekiyordu. Bol kadınlı harem hayatı bîr ölçüde bunun için vardı herhalde. Her cülustan sonra yapılan küçük çapta Osmanlı katliamlarım bu şekilde dengelemek gerekiyordu. Demek ki kardeş katlinin önemli bir amacı, padişahın istibdadını kuvvetlendirmek, onu onsuz olmaz duruma getirmekti. b. Haremi Yalnızca Cariyelerden Oluşturmak : Yine istibdadı pekiştirmek amacına yönelik bir .uygulama. II.

Beyazıt’a kadar, kısmen de olsa padişahlar, prensesler, bey kızları, aile kızları ile evlenirlerken, II. Beyazıt’la» sonra yalnızca cariyelerle evlenmişlerdir. Uluçay bunu iki sebebe bağlıyor (Harem II, s. 40). Biri, «zaferden zafere koşan» Osmanlı padişahlarının kendilerini başka hanedanlardan çok üstün saymaları, di-geri de çok evlilik yaptıkları için düğün masraflarından kaçınmaktır. Bu iki neden de inandırıcı gözükmüyor, Osmanlıların hanedan beğenme-mekten ötürü kölelerle evlenmeleri düşüncesi «papaza kızıp oruç bozma» ya benziyor. Düğün masraflarından kaçınmak gibi bir tasarruf güdüsü ise belki fazla çağdaş bir düşünce olup, bunu Osmanlı hükümdarlarının her fırsatta para saçan, hediye veren davranış örüntüleriyle bağdaştırmak zor görünüyor. Bana öyle geliyor ki, padişahların kölelerle evlenmesini bizzat istibdat sisteminin mantığı emretmişti, zira padişahın bilinen, mevki sahibi bîr kimsenin damadı olması —ya da madalyonun Öbür yüzü— padişahın bir kaynatası olması bile padişah mutlakıyetine gölge düşürücü bir durum olarak kabul edilmişti. Evlenme diyoruz ama, bu, yanıltıcı bir nitelendirmedir —padişahlar cariyelerle nikahlanmıyorlardı. Yalnız cariyeler kadın, haseki, ikbal gibi serî hukuk dışı bir takım sıfatlar, statüler kazanıyorlardı. Kanunî ile Sultan ibrahimV/ı, biri Hurrem, öbürü Hümaşah’la nikâhlanmaları istisnaî idi. Hele II. Osman’ın Şeyhülislâm Esat Efendinin, kızı Âkile Hanımı nikâhla alması ortalığı birbirine katmış, Haremi kendisine düşman etmişti. (Siyasetname 1981, s. 246).

Kadınlara bakış tarzı da, cariyelerle yetinmeyi sakıncasız görüyordu. Nizamülmülk dahi «,. kadınlar tesettür ehli olup kâmil akıl arı bulunmamaktadır. On-lardan maksat sadece neslin güzel olarak devam etmesi olduğundan, asil oldukları derecede takdir edilir, örtündükleri derecede beğenilirler.» diyerek asalet ararken, belki bir bakıma Osmanlıdan daha ileri bir çizgide bulunuyordu. Demek kî padişahın kadınları cariye, yani köle, yani köken olarak birer ‘hiç’ İdiler. Kardeş katli kurumu kardeşleri ‘hiçleştiriyordu.’ Amcaları ise, daha önceki padişah, kardeş katli kurumu ile zaten yok etmiş oluyordu. c. Şehzadeleri Kafese Koymak : Padişahların çocuklarına, yani şehzadelere gelince. Onların sancaklara sancak beyi olarak gönderilmeleri âdeti II. Selim zamanında yalnız en büyük şehzadeye uygulandı. III. Mehmet zamanında büyük şehzade de gonderİlmez oldu. Yavuz Selim’ın, babası II.

Beyazıt’* tahttan indirmiş olması, evlatların da ne denli tehlikeli olabileceklerini göstermişti. Dolayısıyla şehzadeler haremde Kafes denen yaldızlı bir hapishanede yaşatılıyorlardı. Şehzadelerin her birinin ayrı birer dairesi, emirlerinde 10 -12 cariye vardı. Dışardan kimse ile görüşemez ve haberleşemezlerdi. Böyle bir teması sağlamaya cesaret eden idam edilirdi. Gebe kalan ceriyenin çocuğu düşürtülür ya da doğduğunda öldürülürdü. Cariyeler ve bâtıl itikatlı harem ağalarını ürkütmek, yaklaştır-mamak için olacak, Kafesin (diğar adı Şimşirlik) önündeki koridora Cin-lerin Meşveret Yeri adı verilmişti. ç. Padişah Kızları, Kız Kardeşleri : Bir de padişah kızları ya da kız kardeşleri, yani sultanların durumundan söz etmek gerek. Osmanlı kadım larının taht üzerinde iddiaları olamayacağına göre, bunların nispeten serbest oldukları akla gelebilirse de, bu derece ileri bir mutlakiyette onların da bir çok kayıtlar altında olmaları beklenmelidir. Bunların evlenme yoluyla mutlak iktidara bir tehdit oluşturabilecekleri düşüncesiyle olacak, daima kul yöneticilerle evlendirilmİşlerdir. Nitekim Uîuçay, bir istisna dışında sultanların hiç bîr zaman ulemadan biriyle evlendirilmemiş (nedense) olduklarını hayretle saptıyor. Evlendirme işi tamamen padişahların arzusuyla oluyordu. Anlaşılan, genel ikle ne sultana, ne de damat adayı yöneticiye danışmak pek söz konusu değildi. Sultan, beşiğinde uyuyan bir bebek, damat ise ak sakallı bir vezir olabilirdi.

Bu durumda nişan ve nikâhtan sonra, evlenmek için sultanın buluğa ermesi beklenirdi. Damat, fermanı alır almaz, mevcut karı veya karılarını boşamak zorundaydı. Sultanın her türlü nazını çekmek zorundaydı, sultanı da boşayamazdt. Yabancı bir yazara göre, padişah, bir paşanın fazla nüfuzlu veya fazla zengin olması halinde, onu zayıflatmak amaciyle damat yaparmış. Zira nişan, nikâh, düğün dolayısıyla paşa muazzam servetler harcamak zorunda imiş. Uluçay bu açıklamının geçerliğine pek İhtimal vermiyorsa da, birçok hallerde bu amaçla, ya da hiç değilse paşayı daha sıkı denetim altında tutmak amaciyle bu yola başvurulduğu söylenebilir. Tabiî, bunun tersi de varit olsa gerekir. Yani, birçok paşalar damatlık sayesinde durumlarım pekiştirmeyi ummuş olmalıdırlar (akla Rüstem, Makbul İbrahim, Nevşehirli İbrahim Paşalar geliyor). Sultanların kudretli sülale kurmalarını Önlemek için esaslı bazı tedbirler alınırdı. Ölen sultanların servetlerine Saray elkoyardı. Sultanların oğul arı Fatih Kanunnamesine göre en çok sancak beyi olabilirlerdi. Oysa suttan çocuğu olmayan, başka bir deyişle damat olmayan paşaların oğul arı müteferrikalık yoluyla vezirliğe kadar yükselebilirlerdi. Sultan çocuklarına konan bu kısıtlama bunların nüfuzlu sülâle oluşturmaları ihtimali dolayısıyla olsa gerekir. Yalnız Sarayda bir kadın vardı ki, çok kudretliydi. Bu da padişahın annesi, valde sultandı.

Padişahın kadınları evlat, Özel ikle erkek ipvlat doğurmadıkça, ya da Hurrem Sultan gibi padişahı kendisine hayran etmedikçe, birer hiç durumundaydılar. Dolayısıyla, gerçek anlamda, kurum olarak, yani Batıdaki kraliçelik karşılığı olan bir kadın yoktu. Ama şehzade anneliği, hele padişah anneliği bambaşka bir durum yaratıyordu. Haremi yöneten valde sultandı. Bir anlamda hatun ya da kraliçe oydu. Yardımcısı İse zenci kızlar ağası (darüssaade ağası) idi. II. Beyazıt’tan sonra padişah kadınlarının hep cariye olması valde sultanları (genel ikle) haremin biricik kadını ve hâkimi durumuna yükseltmiştir. Valde sultanların bu gücü kızlar ağasının, yani zencilerin de, Sarayda kuvvetlenme-lerine yol açmıştır. Valde sultanın önemini Sarayın mimarî planından izleyebilmek mümkündür. Valde sultan dairesi Topkapı ölçülerine göre geniş yatak, yemek odaları, sofası, hamamı ile önemli bir yer işgal etmekteydi. Üstelik hem padişah dairesine bitişikti, hem de —pek ilginçtir— cariyeler dairesi ile padişah dairesi arasında, sanki bir engel, bir trafik polisi gibi duruyordu. 4. Mesafe Koyma : Mutlakiyeti pekiştirme mekanizmalarından biri de padişahla diğer insanlar arasına mesafe koyan âdet ve uygulamalardı. Fatih’in bu konuda önemli iki kural koyduğunu görüyoruz.

Biri ‘Kanun-namesinde yer almaktadır: «Ve cenab-ı şerifim ile kimesne taam etmek kanunum değildir meğer ehl-i iyalden ola ecdad-ı azamim vüzerasiyle yerleşmiş ben ref etmişimdir.» Yani padişah tek başına yemek yemekte-dir. Fatİh’i/t getirdiği bir uygulama ile padişahların Dİvan-ı Hümayun başkanlığından da çekildikleri bilinen bir husustur. Muhtemelen II. Murat döneminde başlayan padişahın Divan başkanlığından yavaş yavaş çekilmesi durumu, ancak Kanunî zamanında, bu padişahın artık Divana hiç gelmez olması ve Divanı kafesli pencereden (Kasr-ı Âdil veya Kafes) izlemeğe (tabiî canı İsterse) başlaması ile noktalanmıştır. Demek kî, her nasıl olduysa, padişahlar tek başına yemek yer ve devlet işlerinin görüşüldüğü Divana katılmaz oldular. Divanı yüksek bir pencereden izleme uygulamasının Abbasîlerde de bulunduğu göze çarpıyor. Fatih Kanun-namesinin genel havası padişahla sair kişiler arasına mesafe koymak yönünde olduğu için, buna başka örnekler de bulunabilir. Mesela: «Cenab-ı şerifim sefer-i zaferrehbere müteveccih olsa yanaşmak vüzeramtn ve ka-zaskerlerimin ve defterdarlarımın kanundur mazul beylerbeyler ve beyler dahi davet edersem yanaşmak kanunumdur.» Bir rivayete göre, padişahlar haremde dolaşırken görevli olmayan biriyle karşılaşmamak için iri gümüş çivileri olan ve ses çıkaran pabuçlar giyerlermiş. Bu sesi duyan harem halkı padişahın yolundan çekilir, bir köşeye sinerlermiş. İstenmeyen böyle bir karşılaşma padişaha saygısızlık sayılır ve buna hünkâra çatmak de-nirmiş. 5. Padişahın Kutsallaştınlması : Mutlakiyeti pekiştiren mekanizmalardan biri de padişahın âdeta kutsallaşttrılmasıydı. Bunun çok çarpıcı bazı Örnekleri vardır.

Mesela hazineâarbaşı adındaki yüksek saray görev-lisinin bir işi de, Cumaları padişahın namaz kılacağı camiye gitmek ve namaz seccadesini yaydıktan sonra, yanağını seccadeye sürerek padişahın alnına batabilecek bir şeyin bulunup bulunmadığını denetlemekti. Herhalde Topkapı Sarayında da şu âdet vardı: II. Abdülhamit’f’n çamaşırları Çamaşır Ustanın gözetiminde kalfalar tarafından yedi gümüş leğenden geçirilerek yıkattırmış. Padişahın saç ve tırnaklarına yapılan muamele de ilginçti. Muayyen günlerde traş olan padişahın kesilen saçları gümüş bir leğende yıkanıp saç sandığına konurmuş. Sandık mühürlenirken dualar okunur, surre alayı ile Medine’ye götürülüp Peygamber mezarı civarına gömülürmüş. Tırnakları da tırnakçıbaşı tarafından Perşembeleri kesilip aynı muameleye tâbi olurmuş. Törenler de dikkate değer örneklerdir. Fatih Kanununnamesinde padişah, eli Öpülerek kutlandığı halde ve Uzunçarşılı Enderun Tarihice dayanarak bir bayramlaşmayı aym biçimde tarif ederken, TeşrifaM Ka-dime ve Teşrifatçılık Defteri, Ata Tarihi gibi kaynaklar sadrıâzamın iki kez yer öptükten sonra, diz çöküp önce padişahın sağ, sonra da sol ayağını öptüğünü kaydediyorlar. 19. ve 20. yüzyılda bayramlarda saçak öpül-düğünü görüyoruz. Leyla Saz, 19. yüzyıl sonlarında II. Mahmut’un kızı Âdile Sultanı ziyarete gittiğinde yer öpmüş ve âdet üzere, odada bulunan hanedandan olmayan diğer kişilere selam vermemiş.

Dikkati çeken bir husus, sadrıâzamtn iki kez yer ve ayak öptüğü törende, rütbeleri daha küçük olan vezirlerin yalnızca bir kez yer öpmeleri ve bundan başka padişahın eteğini öpmekle yetinmeleriydi. Bunu yorumlamak zor. Anla- şılan, daha yüksek rütbeli olan sadrıâzamm, daha çok dalkavukluk et-mekle (muhakkak ki onlar buna dalkavukluk değil, ‘gereken saygı’ na-zariyle bakıyorlardı) sadrıâzamlık şanına halel gelmiyordu. Zira sadrıâzamhk şanı ancak padişahtan başkasına karşı söz konusuydu. İhtimal, daha yüksek rütbeli olanların daha fazla dalkavukluk etmek imtiyazına sahip oldukları, hattâ dolayısıyla daha fazla dalkavukluk edebilmenin başkalarına karşı bîr şan vesilesi olduğu düşünülüyordu. Başka bir deyişle padişaha yakınlıklarını gösterdiği için, bu karmaşık dalkavukluk (veya saygt) usûlü belki onları yükselten bir şey olarak görülüyordu. Bir anlamda, padişahın kölesi, malt olan kimsenin padişah karasında hangi dalkavukluğu yaparsa yapsın, alçalması söz konusu değildi, çünkü hiç olanın daha da alçalması söz konusu olamazdı. Bütün bu örnekler bir kutsallığa İşaret etmektedir. Nitekim Fatih kendisi için «cenab-ı şerifim» diyebilmekte, II. Abdülhamit «Al ahın gölgesi» olabilmekte, Kanun-u Esasî padişahı «mukaddes ve gayrı mesul» (md. 5) saymaktadır. Oysa Uzunçarşı- \uc1ı*ya göre (Osmanlı Devleti Teşkilatına Medhal, s. 5) Selçuklu Sultanı mutlak hâkim olmakla birlikte, emirleri büyük Divan tarafından verilir, mukaddes ve gayrı mesul değildi, tbni Haldun (Mukaddime 1954 I, s. f 448), kutsallaşmayı açıkça tanrılaşmak olarak açıklıyor: «Başbakanlığa ta-ayyün edip asabiyyetlerin başına geçtikten sonra hayvani tabiatın şevkiy-le o kimse büyüklenmeğe kapılır ve. hamiyeti kaynar, başkalarının hüküm ve idare işlerine karışmasını istemez, beşerin tabiatında mevcut olduğu gibi kendisinde tanrılık hulk ve tabiatı (a.

b.ç.) husule gelir.»

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir