Kolektif – Osmanli Devleti 1600-1908

2. ciltte Osmanlı Devletinin 1300-1600 yıl arı ele alınmıştı. Şüphesiz, bu çok önemli bir dönemdi. Aşiret yapısında, hayat tarzı göçebe hayvan-cılığa dayalı küçücük bir beyliğin gösterdiği olağanüstü gelişme, tarihin şaşırtıcı olaylarından biridir. 14. yüzyılın başında Anadolu’da birçok beylikler vardı. Büyük bir imparatorluk kurmak neden Osmanlı Beyliğine düştü? Üstelik, bu yolda hatırı sayılır bir gelişme gösterirken 1402’de Ankara muharebesinde paramparça olan Beylik, kendisini toparlayıp nasıl yoluna yine devam edebildi? Bernard Lewis’in Modern Türkiye’nin Doğuşu adlı yapıtında ilk 10 padişahın istisnasız yetenekli olmalarına dikkat çekiliyor. Ama sanırım Paul Wittek’in Osmanlı imparatorluğunun Doğuşu’nda işaret ettiği jeopolitik etken belki daha da önemlidir. Wittek, Anadolu’daki insanların ve beyliklerin büyük ölçüde akın ve cihad ülküsüyle güdülendik- lerine, oysa önü sonradan denizle veya başka Müslüman bir beylikle ka-panmadan, Bizans aleyhine sürekli yayılabilecek tek kuruluşun Osmanlı Beyliği olduğuna dikkati çekmektedir. Bu yüzyıl arda İstanbul’un fethi ise çok önemli bir dönüm noktasıdır. Yalnızca beylikten imparatorluğa geçiş değil, belki devletleşme olayına da işaret eden bir gelişmedir. Nitekim, Osmanlı arşivinde 1453 öncesine ait pek belge yoktur. İlk Önemli Osmanlı tarihi de 1476’da Âşıkpaşazaâe Ahmet tarafından yazılmağa başlandı. Bilindiği üzere, okul kitaplarında Osmanlı tarihi şu dönemlere ayrılır: yükselme (1300- 1579), duraklama (1579-1699), gerileme (1699-1922). Kimileri yükselmeyi de ikiye ayırıyor: kuruluş (1300-1453), yükselme (1453-1579). Dikkat edilirse bu dönemlendirme Osmanlı arazisinin miktarını ölçüt almaktadır. Bu, açıkça belirtilse, mesele yoktur. Ne var ki, böyle olduğu belirtilmeyince, Osmanlının her alanda en başarılı döneminin 1300-1579 olduğu, duraklamanın daha az başarılı olduğu, gerilemenin de en başarısız olduğu izlenimi ortaya çıkıyor. Bu doğru mudur? Soruna Türkiye Cumhuriyeti açısından baktığımızda, arazî miktarı ölçüt ola-caksa, Cumhuriyetin gerilemenin en uç noktasında olduğu, âdeta ‘sürün-düğü’ sonucu çıkmak gerekir. Okul tarik kitaplarını yazanların böyle bir düşünceleri olduğunu sanmıyorum. Fakat tutarlı olunacaksa, arazi ölçütünün bizi nereye götürebileceğini gösterir. Bugün biz Cumhuriyetçiler, Cumhuriyeti Osmanlı Devletinin en başarılı döneminden daha başarılı buîuyoruz, çünkü arazi miktarına değil, okuryazarlığa, eğitim durumuna, kültür düzeyine, ortalama ömre, refah seviyesine bakıyoruz. Osmanlı Devletini arazi genişliği ölçülüyle değerlendirme tutumu için de aynı eleştiri söz konusudur. 16. yüzyıl Osmanlı sınırlarının en geniş duruma geldiği yüzyıldır, ama acaba en başarılı yüzyıl bu muydu? Konuya genel refah düzeyi açısından eğilmek mümkün olduğu gibi, kültür ve uygarlık açısından da yaklaşmak mümkündür. Kültür ve uygarlık bakımından 16. yüzyılda üç büyük insan göze çarpıyor: Mimar Sinan, Fuzulî, Karacaoğlan. Mimar Sinan belki bir daha erişilemeyecek bir zirve, fakat öte yandan, 19. yüzyılda geniş çapta Batı etkisine açılmadan Önce Osmanlı düşünce tarihinin en büyük iki İsmi, Kâtip Çelebi ile Evliya Çelebi, 17. yüzyılın insanlarıydılar. Bunların yanına, meselâ bu yüzyılın iki büyük tarihçisini, Peçevî ve Naima’yı katabiliriz- Demek ki, 17. yüzyıl düşünce tarihi bakımından 16, yüzyıldan üstündür. Musikiye gelince, 16. yüzyılda divan müziğinin emekleme halinde olduğunu, Itrî ile (1640-1712) büyük geleneğin başladığım ve asıl 18. yüzyılda klasik Türk müziğinin oluştuğunu görüyoruz. 18. yüzyılı başka bakımlardan da selamlamak gerekir. İlk olmasa da, kütüphane binası inşaatlarının yaygınlaşması, ilk matbaa bu yüzyıldadır. Bu bakımlardan da 18. yüzyılın önceki yüzyıl ara üstünlüğü söz konusudur. Osmanlı halklarının çeşitli dönemlerdeki refah durumu hususunda bir şey söyleyebilecek durumda değilim. Ama savaşın —Osmanlıda kaçınılmaz, ‘iktisadî’ bir işlevi olduğunu kabul etsek de— bir mutsuzluk kaynağı olduğu görüşü doğruysa, Devletin ilk üç yüzyılının sık sık yapılan (ve tabii kanlı olan) fetih savaşları ile geçtiği, 17. yüzyılda ihtimal fet-hedememenin sıkıntısıyla, askerîleşmiş bir toplumun bu sefer Celali isyanları denen olayda kendi kendini yediği görülür. 18. yüzyılda Osmanlı toplumu barışın değerini belki biraz Öğrenmiş, kendini daha çok kültüre vermiştir (bu bakımdan da selamlamak gerek), ama bu sefer de dışardan saldırılar pek rahat bırakmaz. Genel olarak şunu söyleyeyim : İnsanlığın (ve tabii Türklerin de) günbegün ‘ilerledikleri’ kanısında olduğum için, aksi kanıtlanmadıkça (diyelim, Mimar Sinan örneğindeki gibi) her Osmanlı (ya da Cumhuriyet) yüzyılının her alanda ve her bakımdan önceki yüzyıldan ya da yüzyıl ardan üstün olduğuna inanmak eğitimindeyim. Bu kanım dolayısıyla geçmişte altın çağ aramanın anlamsız bir tutuculuk olduğunu, kural olarak bütün halklar için altın çağın geçmişte değil, gelecekte olduğunu sanıyorum. Yukarıda Celali isyanlarına değindim. Geçmişte konuyu biraz incelemiş, Celali isyanları (en azgın dönemi 1590-1650) ile 12 Eylül 1980 öncesinde yaşadığımız kargaşalık dönemi arasında bazı ilginç koşutluklar saptamıştım. 1—Bir nüfus patlaması olayı: XVI. yüzyılda Osmanlı Devleti dahil, bütün Akdeniz havzasında olağandışı bir nüfus artışı oluyor. (Fernand Braudel, Ömer Lütjİ Barkan, M.A. Cook’un tespitleri). 2—Nüjus artışının bir sonucu olarak, dönemin yüksek öğrenim kurumu olan medreselerde aşın bir kalabalıklaşma var. Dolayısıyla, öğrencilerde, mezun olduklarında bir memuriyete girme beklentisinin iyice azalması ve neti-cede eşkiyalığa kadar varan bir maceracılık başlıyor. (Fakat nüfus artışı halkı geçim sıkıntısına soktuğundan, onlar da patlamaya hazırdır.) Bütün toplum medrese öğrencilerine düşman oluyor, Akdağ’ın deyimiyle, ne aasıpkesme», ne anlayış onları yola getiremiyor. 3— Osmanlı maliye tarihinin en büyük, en ‘haşin’ devalüasyonu: 1584 yılında, o güne kadar 100 dirhem gümüşten 450 civarında akçe kesildiği halde, o tarihte aynı miktar gümüşten (içine değersiz maden karıştırmak suretiyle) 800 akçe kesilmeğe başlanıyor. Sonuç şu oluyor ki, o güne değin, daha çok, medresenin bir derdi olarak gözüken «anarşi», bütün topluma yayılıyor, genel bir kargaşalık halini alıyor. Zira enflasyon alıp yürümüş, fiyatlar ‘çıldır-mıştır’. Dikkatli bakılırsa, 1969’dan sonra yaşadığımız kargaşalık döneminde buna benzer etkenler görebiliriz. Biraz da Osmanlı Devletinde matbaanın serüvenine değinelim. Matbaa Avrupa’da 1440’larda icad olundu. 1493’te İspanya engizisyonundan kaçan Yahudiler İstanbul’da ilk matbaayı kurdular. İki yıl sonra Selanik’ te ikinci matbaaları açddı. Ermeniler 1567, Rumlar 1627’de Osmanlı ülkesinde matbaalarını kurdular. Müslümanların matbaa kurmaları hususunda dinsel ve örfî bir yasak söz konusu olmadığı halde, bu ancak Macar dönmesi İbrahim Müteferrika ve Sait Mehmet Çelebi tarafından 1727’de kuruldu — icadından aşağı yukarı 282 yıl sonra. İlk kitap 1729’da çıktı. Matbaa ciddî bir muhalefete uğramadığı halde (örneğin, Patrona Halil isyanında dokunmadılar) 1743’te 17 kitap basıldıktan sonra kapandı. Arayan soran olmadı demek ki. Derken 1784’te gayrete gelindi ve Müteferrika matbaası tekrar açıldı. Oysa Avrupa’da daha 16. yüzyıla girerken yaklaşık 1000 kitap basılmış bulunuyordu. Türkler ilk kitaplarını bastıkları sırada Avrupa’da 1,5 milyon kadar kitap (ve yaklaşık 1,5 milyar nüsha) basılmış durumdaydı. Uygarlık sahnesine biraz geç çıkmış genç bir halk olarak, Avrupa ile o sırada aramızdaki mesafeyi gösteren ‘veciz’ ra-kamlardır bunlar. (Maalesef aynı ölçüde ‘veciz’ olaylar: Hümaniztna ve Rönesansın, Keşiflerin ve Bilimsel Devrimin, Aydınlanmanın Osmanlıya hemen hiç yansımamış olması, ve bu arada Hüseyin Yurdaydın’ın 2. ciltte anlattığı feci olay: ancak iki yıl faaliyet gösteren Rasathanenin Padişah emri üzerine 1580 yılında aletleriyle birlikte yerle bir edilmesi.) Başka bir açıklama da şudur: Osmanlı için kitabın en önemli yönlerinden biri, yazısı, resimleri, süsleri, cildi ile bir sanat eseri oluşuydu. Bilgiye ihtiyacı olanlar, el e yazılı kitapları satın alabilecek kudretteydiler. Matbaa kitabı ise, örneğin makine halısı gibi, makbul olmayan bir şeydi. Herhalde el-yaztnaları satın alamayacak durumda olanların — medrese ve Enderun Öğ-fencileri dahil, ‘orta halli’ insanların — bir kitap İhtiyaçtan, başka bir deyişle, kitabın piyasası yokmuş. Matbaanın kurutmamasında, çalışmalarına ara vermesinde yobazlığın belki payı yoktu ama, Prof. Yurdaydm’m yazılarında, meselâ Kadtzadeliler hareketinin, din adına Osmanlı kültürünü, bu arada onun bir parçası olan tarikat yaşantısını söndürmek için nasıl uğraştığını okuyabilirsiniz. Bilindiği gibi, pek çok Müslüman Devleti gibi, Osmanlı Devleti de Şeriati aynen uygulamaktan uzak kalmış, meselâ Kuran’tn sarih emrine rağmen, Osmanlı döneminde, bildiğimiz kadarıyla hiçbir hırsızın eli kesilmemiştit. (Osmanlı Ceza Hukukunun Şeriate uygunluğu sorununu merak edenler Coşkun Üçok’un 1946’âa Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi’ nde yayımlamış olduğu makale dizisine bakabilirler.) Osmanlılar Kadtzadeliler hareketinin hakkından geldiler ama, yobazlığın Osmanlı toplumunun ilerlemesini köstekleyecek birçok hareketleri olduğu muhakkaktır. Tabii, yine unutmamak gerekir ki, yobazlar her toplumda, her zaman varolmuşlardır. Marifet, onların telkinlerine kapılmamakta, dizginleri ellerine vermemektedir. Gelelim 19. yüzyıla. Bu yüzyılı sevmek kolay değil, çünkü Osmanlı Devletinin —devletler düzeninde, Avrupa’daki öbür devletlere göre— en düşkün yüzyılıdır. Osmanlı Devleti artık yarı bağımlı bir durumda, Avrupa emperyalizminin ortak yarı-sömürgesi, şamar oğlanıdır. Ne var ki, ıslahatın ciddiyet kazanması, daha kapsamlı bir hale gelmesi, yani modernleş-me olayı esas bu yüzyıldadır. İhtimal o düşkünleşme olmasaydı, bu denli ileri giden ıslahat olmayacaktı. Türkiye’nin 20. yüzyıldaki hamlesi 19. yüzyıldaki birikimlerin sonucudur. Demek ki 19. yüzyılı Osmanlının düşkünlüğü yüzünden sevmesek de, 20. yüzyılda yaşadığımız devrimci atılımın birikimlerini sağladığı için onun hakkını vermemek mümkün değildir. ** 2. cildin önsözünde Osmanlı Sarayının nasıl birçok alanda ülkenin en başta, belki biricik kurumu olduğunu açıklamağa çalışmıştım. Burada da Sarayın 19. yüzyılda nasıl topluma önderlik etme niteliğini yitirdiğine değinelim: Osmanlı Sarayında önemli bir görevli zümresi akalalardı. Bunlar hadım edilmiş devşirmelerdi. Çoğunun Rumeli kökenli oldukları tahmin edilebilir. Akağalarm en kıdemlisi Kapı Ağası ya da Babüssaade Ağası sıfatını taşıyordu ve 1587 tarihine kadar hem Enâerunun, hem Haremin âmiri (Kızlar Ağası ya da Darüssaade Ağası), kısacası Sarayın 1 numaralı gö-revlisiydİ. Ne var ki, sözü edilen tarihten sonra Kızlar Ağalığı mevkiine kara hadımlar getirilmeye başlandı. Yani, Kapı Ağasının Harem amirliği son bulmuş oldu. Bilinen son devşirme 1747’de olduğuna göre, 18. yüzyıl 4 sonunda artık Sarayda akağaların etkilerinin büsbütün azaldığı tahmin edilebilir. Buna karşılık kara hadımların gitgide önem kazandıkları söylenebilir. Afrikalı olan kara hadımların, toplum ve kültür düzeyi bakımından, Rumelili olan ak hadımlardan adamakıl ı geri olduklarına göre, Osmanlı Sarayının düşkünleşme ve gerileme sürecinde bu düzey farkının da bir payı olduğu tahmin edilebilir. Kadınlarla ilgili bir gerileme de söz konusuydu. Haremdeki Anadolulu ya da RumeliliAvrupalt kadınların yerini, sonunda tamamen egemen olmak üzere, Çerkesler aldılar. Toplumsal ve kültürel bakımdan Çerkesler ile Anadolulular, Rumelililer, Avrupalılar arasındaki fark, Rumelililerle Afrikalılar arasındaki fark kadar derin olmasa da, yine adamakıUıydı. Zira Çerkesler, genel ikle Kafkasya dağlarında aşiret hayatı yaşayan insanlardı, Böylece Saray, sonraları tâbir caizse, bir yandan Afrikalılaşırken, öbür yandan Çerkesleşiyordu, Bu süreç Sarayın toplum ve kültür düzeyini, dolayısıyla sorunlarla başedebüme yeteneğini geriletiyordu. Süreç öyle yürüdü ki, hemen her şeyin merkezi ve toplumun önderi olarak görünen Saray, artık toplumun —özel ikle İstanbul’un— üst düzeyinin gerisine düştü. Batta taşrada Tepedelenli AH ve Kavaldı Mehmet Ali Paşa gibi ayanlar, merkezden çok daha çağdaşçı olabiliyorlardı. 19. yüzyılda Saray —//. Mahmut’la birlikte bir hamle daha yaptıktan sonra— önderlik Mİ* teliklerini yitirmiş bulunuyordu. Bu yüzyılda Osmanlı seçkinleri Fransızca öğrenmeğe, Avrupa tipi yüksek öğrenim görmeğe başladılar. Oysa Saray, en son döneminde dahi bu yönde ciddî, sistemli bir girişimde bulunmadı. Batılılaşan seçkinler, cahil ve ilkel bulmağa başladıkları Saray karşısında bir sadakat bunalımına düştüler. Siyaseten kati, müsadere, tahammül edilmez zulüm usul eri olarak göze batmağa başladı, önemli ölçüde bu yüzden Tanzimat geldi. Saray yitirmekte olduğu saygınlığı, belki de, Batıdan esinlenen İhtişam ve lüksle korumaya çalıştı. Dolmabahçe ve diğer Avrupaî Saraylara taşınıldı. Oysa ‘kabuktaki’ bu davranışlara koşut olarak Sarayın Afrikcdılaşma ve Çerkesleşme, yani düşkünleşme süreci devam etmekteydi. Nihayet İl. Abdülhamit hilafete ve dine sarıldı. Bu, belki kitleler nezdinde etkili oldu, ama seçkinlerin tavırlarım fazla etkilediği söylenemez. Artık Saray, ancak yüzyıl arca sürmüş olan, kadim ve bîr zamanlar muhteşem bir geleneğin uzantısı olarak, —fakat gerçekte kof ve zavallı— ayakta durur gibi görünmekteydi. Türkiye Tarüû’/ım /. cildi üzerine basında bazı yazılar çıktı. Bu yazılardaki eleştirilerden birkaçına değinmek belki yararlı olabilir. Her şeyden önce Türkiye Tarihi’nJn nasıl bir kitap olduğunu bir kez daha belir-teyim. Bu bir ansiklopedi değildir —ye da alışılmış anlamda bir ansikto-pedİ değildir. Buna planlı, ya da sistematik bir antoloji denebilir. İlk önsözde belirttiğim üzere, benim rolüm yazarları bulmak, onlara konuları ve yazış ilkelerini vermek, sonra da gelen yazıları denetlemekten ibaretti. Denetlerken kimsenin görüş ya da değerlendirmelerine karışmadım, yazarlar arasındaki çelişkileri gidermek gibi bir işlevi de üstlenmedim. Çıkan yazılardan birinde (Mehmet Ali Kılıçbay, Çerçeve, Ekim-Ka-sim 1987) Türkiye Tarihi’/w/e Türkiye’ye gelmeden önceki Türklerin anlatılması, ve Türklerden önce Anadolu’nun ele alınmaması eleştiriliyor, hattâ bunun ırkçılık olduğu söyleniyor. Oysa ilk önsözde Malazgirt öncesi Anadolu tarihinin ele alınması gerektiğini, fakat pratik zaruretlerle bunun yapılmadığı belirtilmişti. Çünkü bu yapılsaydı kitabın hacmi çok büyüye-cekti. Ayrıca, hayli kalabalık olan yazar kadrosu daha da kalabalıklaşa-caktı. Üstelik, Türk öncesi Anadolu tarihi bana hayli yabancı bir konu, onun yayın yönetmenliğini yapamayacak, ya da zorluk çekecektim. O önsözümde bu hususta söylediklerim incelenirse, ırkçılık suçlamasının saçmalığı ortaya çıkar. Bu bağlamda o zalm itiraz yol u verdiği birkaç örneği de ete almak ilginç olabilir. Diyor ki, Fransa tarihi incelenirken Frankların tarihi in-celeniyor mu? Fransa’da bunu yapan var mı bilmiyorum. Yapılmasına bence hiçbir engel yok. Bunu yapmak da —kendi başına— ırkçılık sayılmaz- Ama, münasip olup olmadığı tartışılabilir. Çok da münasip değil bence, çünkü Frank kavmi Fransa’ya gelip yerlilerle karışırken dilini yitirdi. Bu durumda geçmişteki atalar üzerinde durmak çok da ilginç sayılmaz. Biz bugün Arapça ya da Rumca konuşuyor olsaydık Türklerin tarihine bu kadar ilgi duyar mıydık? Bulgarlar Turanî geçmişlerine bir ilgi duyuyorlar mı? Hattâ Osmanlılar da din farkından ötürü İslâmiyet öncesi Türk tarihine pek yakınlık duymamışlardır. Türkler, Franklardan farklı olarak, dil erini Anadolu’da ve Rumeli’nin pek çok yerinde egemen kıldılar ki, bu çok önemli bir noktadır. Yazar dilin önemini kavramamış görünüyor. Oysa, bu tutum günümüz felsefesinin ve dilbilimin söylediklerine çok aykırı. (İhtimal dili yalnızca düşünceyi aktarmak için, telefon, radyo gibi ‘tarafsız’ bir araç sanıyor. Halbuki bugün dilin araçtan ibaret olmayıp düşünceleri, duyguları biçimlendirdiği, etkilediği ileri sürülüyor. Bu doğruysa ve halkların, ulusların karakterleri varsa, dil bu karakterlerin oluşmasında önemli bir paya sahiptir.) Dolayısıyla Arapların İslâm uygarlığına yaptıkları dil katkısını tamamen küçümsüyor, Türklerle Moğol art da «aynı toplumsal ekonomik örgütlenmeler içinde» diye aynı kefeye koyuyor. Oysa Moğol ar muazzam birkaç imparatorluk kurdukları halde, bugün bu dil ancak Orta Asya’da bozkır ve çöl ük bir bölgede küçük bir topluluğun, dili olarak kalmıştır. Turanı dil er ise bazı yerlerde eriyip git-mekle birlikte, dünyanın birçok yerinde bugüne kadar tutunabilmİştir. 6 (Belirteyim ki, bu bir övünme, ırkçılık, şovenlik değil, yalnızca bir sap-tamadır.) Irkçılık nasıl olur, onu da anlatayım. Oğuz boylarının türlü nedenlerle büyük ölçüde «boşalmış» bir Anadolu’ya geldiklerini, bu yüzden (veya başka nedenlerle) yerli halkla karışma, kaynaşma olmadığını, Türklerin ırk safiyetlerini koruduklarını iddia ederseniz, ırkçılık olur. Bu görüşte olan tarihçilerimiz vardır. Oysa somut gerçeklerin bunu yalanladığını sanıyorum. Pek çok yoldan karışma olmuştur. Anadolu’nun değişik yörelerinde mevcut hayli farklı insan tipleri de bunun göstergesi sayılmalıdır. Ayrıca, şunu da belirtmeli ki, Türklerin uygarlık alanında ilerlemesinde. 1071 öncesi Anadolu halkının Hititlerden başlayarak, çeşitli uygarlıkların kazanımlarıyla katmerleşerek çoğalan uygarlık birikiminin de katkısı muhakkaktır. Türkiye Tarihi yazarlarına gelince, onların arasında ırkçı yoktur. Yazar bir de Arjantin ve ABD örneklerini veriyor. Arjantin tarihini, sizin hesabınıza göre, İspanyol arın tarihiyle mi, yoksa İtalyanların tarihiyle mi başlatmalı diye soruyor. İtalyanların söz konusu olması, birçok İtalyan’ın Arjantin’e göç etmesinden kaynaklanıyor olmalı. Ne var ki, Arjantin’e çok sayıda İtalyan yerleşmiştir ama, çocuklarının ana dil eri İs-panyolca olmuştur (yine dil sorunu!) Aynı şey yazarın sözünü ettiği ABD’ deki Alman ve İskandinavlar için geçerlidir. Arjantin’in tarihini İspanya tarihine, ABD’ninkİni de İngiliz tarihine bağlamak işine gelince: Böyle bir şey, dil birliği olmasına rağmen, en azından bugün için söz konusu değildir, zira her iki ülke anayurt olan ülkenin kendisini sömürdüğünü ileri sürerek ona karşı ayaklanmıştır. Kanlı savaşlar verip bağımsızlığını kabul ettirmiştir. ABD’ye ve Arjantin’e kişilik veren de Washington ve San Martin gibi ulusal kahramanların önderlik yaptıkları demokratik-ulusçu bağımsızlık mücadelesidir. Gerçi bizim de Türkiye Cumhuriyeti olarak, demokratik-ulusçu hareketi boğmak isteyen Osmanlı Devletiyle bir ihtilal ilişkimiz var. Türkiye Cumhuriyeti, daha doğrusu demokratikulusçu hareket, kendini boğulmak-tan kurtarıp Osmanlı Devletini boğmuş ve onun yerine geçmiştir. Arjantin ve ABD, İspanya ve İngiltere’nin yerine geçmemişler, zorla aralarındaki ilişkiyi, üstlerindeki boyunduruğu koparıp atmışlardır. Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı Devletinin yerine geçtiği İçin, ona karşı olsa bile, onun tarihiyle çok yakından ilgilenmek durumundadır. (Mesela Sovyetlerin Çarlık Rusya’sı tarihi ile çok yakın ilgilenmeleri gibi.) Arjantin ve ABD ise İspanya ve İngiltere tarihiyle çok yakından ilgilenmek durumunda değil erdir. Aynı şekilde Suriye ve Bulgaristan’ın Osmanlı tarihiyle çok yakından ilgilenmeleri beklenemez. Bir de Osmanlı öncesinden söz edeyim. Selçuklularla İlgiliyiz çünkü Osmanlının selefi olan devlettir. Selçuklu öncesi Türklerle ilgiliyiz çünkü kısmen atalarımtzdır onlar. Fakat tabii, çok daha önemlisi, onların dilini konuşuyoruz.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir