Leo Panitch Chibber – Bu Defaki Kriz

Krizler, olup bitenleri aydınlığa kavuşturacak şekilde işler. Wall Street’in parlak çocukları ile Ivy League [1] iktisatçılarının, istikrara giden yolun ekonomiyi serbestleştirmekten geçtiğini usanmadan söylediği günleri hatırlayın. Onlara kalırsa, piyasa istikrarı için gereken çözüm, piyasaları daha da serbestleştirmekti. CEO’lara, finans uzmanlarına ödenen ahlaka aykırı maaşlar ve ikramiyeler sonuna kadar hak ediliyordu, çünkü bu kişiler herkese refah getiriyorlardı! Bu hikâyeleri nezaketle de olsa sorgulamak ise, alay ve hakaretlere konu olmak anlamına geliyordu. Derken, 2008 sonbaharının o kaçınılmaz haftalarının ardından, Wall Street devleri birbiri ardı sıra çöküşün eşiğine gelir ve hatta olduğu gibi çökerken, imkânsızın gerçekleştiğine şahit olduk. Neredeyse bir gecede, piyasanın sıcacık düşü, boğucu bir karabasana dönüverdi. Yüz binlerce emekçinin işinden olması, emeklilik ödeneklerinin duman olup uçması, kötü günler için bir kenara koyulmuş tasarrufların erimesi ve ailelerin sokakta kalmasıyla, kapitalizmin acımasız gerçeğini ve kâr güdüsünün merhamet bilmez mantığını yadsımak olanaksızlaştı. Büyük Buhran’dan beri benzeri görülmemiş bir kasırgada, belli başlı kapitalist ekonomiler uçuruma yuvarlanıyordu. Serbest piyasacılık cinnetini savunma yolunda ortaya çıkmış kitap, makale ve masal dağları, onlarca yıldan sonra ilk kez bir yalan gibi görünmeye başlamıştı artık. Krizin patlak vermesinin üzerinden üç yıl geçti ve tünelin sonunda hâlâ belirgin bir ışık görünmüyor. Karşımızda duran şeyin 21’inci yüzyılın ilk büyük buhranına varıp varmayacağını şimdilik bilmiyoruz. Ancak, toparlanma sürecinin tökezlediği ve kuşku doğuracak biçimde ilerlediği, ayrıca uzun süreli bir stagnasyon olasılığının bizi beklediği açıktır. Kuşkusuz, dünyanın dört bir yanında, kapitalizmin biricik gerçeğiyle yüz yüze gelen milyonlarca işçi için krizin anlamı yine değişmiyor: Önemli olan halk değil, kârdır. Sol, krizlerin her şeyden çok da toplumun en kırılgan kesimlerinin müthiş acılara gömülmesi anlamına geldiğinin daima farkındaydı. Bu acıların yara izleri, krizler yatıştıktan sonra da daha uzun süre silinmez.


Ciddi sosyalistlerin ekonomik çöküntüleri asla memnuniyetle karşılamamasının nedeni bu. Ancak, alışıldık ekonomik süreçler üzerindeki yıkıcı etkilerinden dolayı, krizler aynı zamanda siyasi fırsatları da beraberinde getirir. Büyük Buhran’da ve hatta 1960’ların sonu ile 1970’lerdeki önceki örneklerde olduğu gibi, ekonomik altüst oluşlar muazzam toplumsal patlamalara ve emekçilerin kazanımlar elde etmesine fırsat yaratır. Peki şimdi, hatırı sayılır ilerleme kaydedebilecek bir konumda mıyız? Bu mümkün olmakla birlikte, yeterliklerimiz hakkında dürüst davranmalıyız. Geride kalan onlarca yıllık dönemde durmaksızın gücüne güç katan sağ olmuştur. Emekçiler, bir nesilden uzun süredir, yirminci yüzyılın ikinci yarısında inşa ettikleri kurumların adım adım parçalanmasının acısını birlikte yaşamaktalar. Gelişmiş ülkelerde, sosyal demokrasi işçi sınıfının çıkarlarını temsil etmekten çıkıp, şirket kârlarının muhafızı haline geldi. Küresel Güney’de, ulusal kurtuluş ve sosyalizm görüşleri şimdi uzak bir geçmişin gitgide silikleşen ışıkları gibi. Sol, Paris Komünü’nün ezilişinden beri en güçsüz döneminden geçiyor. Benzer şekilde, daha patlak verdiği günden beri bu krizi fırsata dönüştüren de emek hareketleri değil, yöneten sınıflar. Halk, neoliberalizm tarafından dizginleri salınan spekülasyon cinnetinden iğrenir duruma gelmiş ve hatta banka kurtarma operasyonları karşısında düşmanca bir tutum almış ve piyasa tutuculuğunun mitleri bile itibar kaybetmişse de, kapitalist devletler, ekonomiyi yıkıma götüren modelin ta kendisini olabildiğince payandalama uğraşında. 2010 Haziran’ının sonunda bu yazıyı kaleme aldığımız günlerde, Toronto’da bir araya gelen G20 liderleri, krizin başlangıcından beri tereddüt etmeden serbest piyasanın arkasında durmalarının “doğru tercih” olduğunu ilan ettiler. Aynı zamanda “yatırım ve ticaretin önündeki engelleri yükseltmeme veya yeni engeller eklememe taahhüdünü… üç yıllık bir süre için devam ettirme… ortaya çıkabilecek bu tip önlemleri tasfiye etme” sözünü verdiler. Yetinmeyip, “maliye politikaları da dâhil olmak üzere, yurtiçi politika adımlarının ticaret ve yatırımlar üzerindeki olumsuz etkilerini en aza indirme” taahhüdünde bulundular. Şimdi, yeni bir kemer sıkma çağına giriyor gibiyiz.

Bu ise, sendikaların ve emekçi sınıflara yönelik sosyal hakların yeni bir saldırı dalgasıyla yüz yüze kalacağı anlamına geliyor. Dolayısıyla, böyle bir konjonktür içinde, zayıflığımızı net bir biçimde kavramak durumundayız. Solu canlandırmayı hedefleyen her şey, hiç kuşkusuz krizin yeterli bir çözümlemesini, siyasi ve ekonomik boyutları çerçevesinde bünyesinde barındırmak zorunda. Bu noktada, krize yol açan en temel istikrarsızlıklara ve krizin kendisine yönelik çözümlemeleriyle Marksist ekonomi politik öne çıkıyor. Önceki krizlerin bir “Marx’a dönüş” durumu yaratmasının nedeni de tam olarak buydu. Kapital’in en çok satanlar listesinde zirveye yerleşmesi, Marx’ın o alışıldık fotoğrafının Foreign Policy gibi düzen dergilerinin kapaklarından sık sık bize bakması boşuna değil. Biz de, Socialist Register’ın iki sayısını birden “bu defaki kriz”i çözümlemeye ayırdık. Elinizdeki 47’inci sayının kapsamına giren çeşitli başlıklar arasında, krize dair tarihsel ve kuramsal bir bakışın sunulması, finansallaşmanın krizdeki merkezî rolünün çözümlenmesi, ABD, Avrupa, Japonya ve Güney Afrika’da finansallaşmanın ortaya koyduğu boyutların incelenmesi de var. Ayrıca, krizin hem toplumsal hem de siyasi bakımdan işçi sınıfı üzerinde yarattığı etkileri masaya yatırıyor, içinde barındırdığı istikrarsızlıklara rağmen, “krizden çıkış” stratejilerinin, neoliberalizmi yeniden canlandırma rayına oturduğunu gösteriyoruz. Gelecek sayıda, incelemelerimizin coğrafi kapsamını Çin’i, Orta Doğu’yu, Doğu Avrupa’yı ve Latin Amerika’yı da içine alacak şekilde genişletirken, bir yandan da krizin merkez üssü ABD’ye yönelik çözümlemeleri derinleştireceğiz. Yanı sıra, solun o ana dek krize verdiği yanıtı, ayrıca ekonomik krizle ekolojik kriz arasındaki bağlantıları, kentin içine girdiği krizi değerlendireceğiz. Bütünüyle sosyalist stratejiye ve günümüzün örgütlenme biçimlerine eğilmesi planlanan 49’uncu Socialist Register’ın zeminini de bu değerlendirmeler oluşturacak. Krize yönelik iki sayımıza katkıda bulunan yazarların pek çoğu, yazılarının taslaklarını 2010 Şubat’ında York Üniversitesi’nde gerçekleşen, son derece ayıltıcı bir etki yaratan atölye etkinliğinde sunmuşlardı. Bu etkinliğin hayata geçirilmesini mümkün kılan Frederick Peters, Khashayar Hooshiyar, Adam Hilton, Aidan Conway ve Tammy Kovich’e teşekkür ederiz. Yardımcı editörümüz Alfredo Saad-Filho’nun, krize dair her iki sayının planlanmasında çok önemli katkıda bulunduğunu belirtmek bir borç.

Ayrıca, tüm yazarlarımıza, özellikle de çalışmaları hakkında yaptığımız yorumlar karşısındaki duyarlılıkları için teşekkür etmeliyiz. Öte yandan, yazarlarımızın ve bizlerin, bu sayıda yer alan çok çeşitli kriz yaklaşımlarının her biriyle hemfikir olmayabileceğimizi de belirtmek isteriz. Kapak tasarımı için Louis Mackay’a teşekkür ederken, Merlin Press yayınevindeki meslektaşlarımız Adrian Howe ve Tony Zurbrugg’a, özellikle de artık Socialist Register yardımcı editörü olan Alan Zuege’ye yaratıcılıkları ve çalışkanlıkları dolayısıyla şükran borçluyuz. Bu sayıyı ve Register arşivinin tümünü internet üzerinden erişime açık hale getirmek için verdikleri emek paha biçilemez boyuttadır. Colin Leys, Socialist Register’ın 2010 sayısı Morbid Symptoms: Health under Capitalism’in [2] basılmasını sağladıktan sonra eş editörlüğü bırakarak yardımcı editörlük görevini üstlendi. Geride kalan 12 yılda sergilediği üstün editörlük becerileri ve entelektüel liderliğin üzerine katarak bu sayının hazırlanmasında sunduğu olağanüstü destek için müteşekkiriz. Piyasacı siyasetin her alana yayıldığı bir ortamda ortaya koyduğu sarsılmaz sosyalist kararlılık, dört bir yanda solcu aydınların yolunu aydınlatmakta. Socialist Register’ı ileri taşıma sürecinin geri kalanında da sırtımızı onun önderliğine dayamaya devam edeceğiz. Kapitalizmde Krizler ve Bu Defaki Kriz Leo Panitch ve Sam Gindin I Ağustos 2007’de son kriz patlak vermeden tam yüz elli sene önce, New York’ta Ohio Life adlı sigorta şirketinin çöküşüyle, “1857-8 büyük krizi” şeklinde anılacak şeyin tetiği çekildi. Avrupa’nın ana finans merkezlerinde kriz hızla yayılırken, Karl Marx da “kıtada yeni bir devrimci kabarmaya dair umutların boy vermesi nedeniyle büyük bir memnuniyet ve sevinç” duymaktaydı. Michael Kratke’nin sözleriyle, “Dalga, tam da Marx’ın daha 1850’de tahmin ettiği gibi, New York’taki bir finansal krizle başladı.” ve Marx’ı üzerinde çalışmakta olduğu Grundrisse el yazmalarının “kapsamını ve ölçeğini”, “yerkürenin tüm bölgelerini etkisi altına alabilen ilk ekonomik kriz”i de hesaba katacak biçimde genişletmeye itti. Aralarındaki yazışmalara bakılırsa, Marx ve Engels, “krizin o güne dek görülmedik ölçüde büyük ve şiddetli” geldiği konusunda hemfikirdiler ve finansal krizi, “gerçek krizin, yani Britanya’nın refah ve üstünlüğünü en temellerinden etkileyecek sanayi krizinin yalnızca peşrevi” olarak görmekteydiler. [1] Engels, 1857 Ekiminde Marx’a “Amerika’daki çöküş muazzam ve daha uzun süre devam edecek… İşte şimdi bir fırsat geçti elimize.” diye yazacak, iki hafta sonrasında da şunları ekleyecekti: “…1848’de ‘işte bizim günümüz de geliyor’ diyorduk ve kısmen öyle de oldu.

Bu defa ise kısmen değil bütünüyle, bir ölüm kalım sorunu biçiminde geliyor.” [2] Gelgelelim, 1858 ortalarında krizin yatışmaya ve gözden uzaklaşmaya başlamasıyla, Marx da beklentilerinin neden gerçeğe dönüşmediğini anlayabilme çabası içine girdi. Hayli hızlı gerçekleşen bu toparlanmada, sermayenin büyük ölçekli değer kaybına maruz bırakılmasının ve özellikle de küresel sermaye birikiminde son derece merkezî konumda bulunan Britanya sanayisini etkilemek üzere, Avrupa’dan sömürgelere yapılan ihracatın yapısında ortaya çıkan, yine bir o kadar keskin ve ciddi kaymanın büyük rol oynadığı sonucuna varacaktı. Bu durum, dinamik kapitalist büyüme sürecine geri dönülmesine olanak tanımakla birlikte, bir yandan da Marx’ın Grundrisse’de yazdığı gibi, “tüm emeğin bir süreliğine devre dışı kalması ve sermayenin büyük bölümünün yok olmasıyla, sermayeyi kendi kendini yok etmeden üretici güçlerini tekrar tam olarak devreye sokabileceği bir noktaya şiddetli bir şekilde geri döndürecek krizlere” yol açacak çelişkileri tekrar tekrar yaratacaktı. “Ancak, düzenli olarak ortaya çıkacak bu felaketler, kendini giderek daha da büyük ölçeklerde yineleyecek, sonunda sermayenin şiddetli bir biçimde yıkılışına kadar varacaktır.” Kapitalist üretim, Marx’a göre, “tekrar tekrar üstesinden gelinen, fakat bir o kadar da yerli yerinde kalan çelişkiler içinde yüzmektedir.” [3] Elli yıl sonrasında, yani bugünkü krizden tam bir asır önce, 1907 büyük finans krizi de yine Wall Street’te başlayacak ve borsalardaki çöküşü de beraberinde getirerek, halkın bankalara hücum etmesine, ABD’de GSYH’nin yüzde 11 düşmesine neden olacak, bir kez daha hızla “Avrupa’nın uzun süredir yaşamadığı kadar ciddi bir para ve bankacılık krizine” dönüşecektir. [4] Ne var ki bu kriz 1857- 8’dekinden de kısa ömürlü olmuş, 1870 ortalarında başlayan, 1884’te Engels’e “kapitalist üretim biçiminin her gün gözlerimiz önünde gerçekleşen kaçınılmaz çöküşü” [5] sözcüklerini söyleten “ilk büyük buhran” sonrasında Marksizm içerisinde yaygınlaşan kriz kuramlarına pek az malzeme sunmuştur. [6] II Kapitalizmin krizleri hakkında genel bir kuram ortaya koymaya yönelik Marksist araştırmalar, 19’uncu yüzyıl sonlarında, kapitalizmin daimi birikim güdüsüyle bağlantılı çelişkiler nedeniyle üretim alanında kendini gösteren derin kriz yatkınlığını doğrulayan bir ortamda yoğunluk kazandı. Ancak, ortaya çıkan aşırı birikim bazen derhal düzeltmeye maruz kalırken, bazen bunun neden gerçekleşmediği sorusu yanıtsız kalmaktaydı. Sermayenin organik bileşimindeki yükselme nedeniyle kâr oranlarında bir düşme eğiliminin baş gösterdiğine dair Marx tarafından yapılmış tespit bu soruya kısmen yanıt verir gibi görünmekteydi. Ancak, ampirik çelişkiler bir yana, bizzat Marx ile başlamak üzere, kâr oranlarında düşme eğiliminin neden daima yaşanmadığını açıklama yolunda kanıt olarak sunulan pek çok “karşı-eğilim”, kavramsal bir mesele ortaya çıkarmaktaydı. Zira söz konusu karşı eğilimler de zaten pek çok zaman kapitalist dinamiklerin özüne dâhildi: örneğin sınıf sömürüsünün şiddetlenmesi, yeni teknolojilerin ve emtiaların geliştirilmesi, yeni pazarların ortaya çıkması, dış pazarlara doğru yayılma, kredi tedarikindeki yenilikler ve elbette devletin çeşitli türden müdahaleleri. Kârdaki düşme eğiliminin kuramsal kesinlik bakımından taşıdığı değer, tarihsel materyalizmin ışığı altında kayboldu. Bir ekonomi yasası olarak sunulması genellikle tarihsellikten uzaklaşmak anlamına gelmekteydi ve ortaya koyduğu materyalizm bakışı da mekanik türdendi.

1890’ların ortalarında sona eren ilk büyük buhran ile 1920’lerin sonlarında patlak veren daha büyüğü arasındaki dönemde, kâr oranının düşme eğilimi yasasının Marksist kuramcılar tarafından “uzun süre göz ardı edilmesi veya reddedilmesi”, bu durumun anlaşılmış olması nedeniyledir. Kapitalizmin ilk bunalımdan sağ çıktığı ve yeni bir evreye girdiği yönündeki kanı, Marksizmin yüzyılın sonunda içine girdiği “kriz”de belirleyici etmenlerden biri haline geldi. [7] Labriola’nın o dönemde yaptığı değerlendirme, ekonomik çöküşe ilişkin mekanik kuramların zayıflığını kavramaktaydı: “Yıllar öncesinin coşkun, ateşli ve erken umutları, şimdi ekonomik ilişkilerin aslında daha karmaşık bir direnç, siyasi mekanizmaların da daha büyük hüner sergilediği gerçeğiyle yüz yüze gelmiş durumda.” [8] 1890’ların ortalarında yaşanan ekonomik toparlanma, sosyal demokrat evrimci revizyonizmin boy vermesine yardım etse de, krizi ve çöküşü merkezine alan dil, Birinci Dünya Savaşı’na kadarki Marksist tartışmalardan asla eksik olmadı. Bu dönemde, emperyalistler arası rekabetin yıkıcı bir savaşa yol açacağı kuramının Marksistler tarafından geliştirilmesini sağlayan öngörünün kökleri, yurtiçindeki birikimde devam eden sınırlar nedeniyle, 19’uncu yüzyıl sonlarında kapitalizmin içine girdiği parçalı küreselleşme sürecinin özünü teşkil eden yurtdışına sermaye ihracı ve sömürgeleşme hamlelerinin daha da kamçılanacağı beklentisinde yatmaktaydı. Marksist kuramcıların, dış pazarlara yayılmayı teşvik eden iç tüketim yetersizliğinin reformcu yeniden bölüşüm önlemleri ile çözülebileceğini ileri süren, Keynes’in öncülü sayılabilecek düşünceye karşı çıkmakla birlikte, Hobson’ın 1902 tarihli klasik çalışması Imperialism: A Study’den de etkilendiği herkesçe biliniyor. Daha az bilinen bir gerçekse şu ki, Hobson’ın kendisi de Frederick Jackson Turner’ın “Amerikan cephesinin kapanışı” kuramını esas alan Amerikalı ticaret iktisatçılarından etkilenmiştir. Turner, 1890’ların başlarındaki derin resesyonun ardından, yeni ortaya çıkan işletme biçiminin muazzam üretim kapasitesine artık iç pazarın yanıt veremeyeceğini söylemekteydi. [9] Ancak, iddialarının temelden yanlış olduğu kısa sürede anlaşılacaktı. 1898’e gelindiğinde Amerika’daki resesyon sona erecek ve iç pazarlardaki talep, ihracatı gölgede bırakmayı sürdürecekti. Turner tarafından “kapanış” tespiti yapıldığında, belki de bu cephe şimdilik sadece belli bölgelerde doluluğa erişmişti ve ülkedeki birikim süreci daha ilk evrelerindeydi. [10] Dönemin Marksist kriz kuramcıları, Birleşik Devletler’de gelişmekte olan kapitalizm tipini hayli yanlış yorumlamakla kalmadılar, önde gelen kapitalist eyaletlerde iç pazarın uzun vadedeki tüketim ve birikim potansiyelini de genel olarak hafife aldılar. İşçi sınıfının o dönemde boy veren emek ve siyasi örgütlerinin, “proletaryanın yoksullaşması” kuramını ne kadar zorlayacağını görememiş olmaları, bu yanılgıda kısmi sorumluluğa sahiptir. Ancak, devleti sermayenin bir aracı olmaktan ibaret gören, gerek yurtiçindeki, gerekse emperyal ölçekteki müdahalelerde devletin görece bağımsız konumuna gereken önemi vermeyen, yeterince gelişmemiş devlet kuramı da bunda pay sahibiydi. Bu kusur, Lüksembourg gibi tüketim yetersizliği eğilimlerine eğilmek yerine, Hilferding gibi sermayenin yoğunlaşmasına ve merkezîleşmesine [centralization], bunun sonucunda sanayi ve finans arasında ortaya çıkan kaynaşmaya dair çıkarımlardan yola çıkan Marksist kuramcılar arasında da apaçık görülmekteydi.

Söz konusu merkezîleşme, yoğunlaşma ve kaynaşma, onlara bakılırsa, yurtiçinde rekabeti sınırlandırmış ve yurtdışındaki genişlemeyi yırtıcı bir biçimde desteklemek üzere devleti işe koşmuş, hem sermayenin yurtdışına ihracına, hem de belli başlı kapitalist devletler arasındaki rekabetin siyasallaşmasına yol açmış, en fazla öne çıkan sonuç da emperyalistler arasındaki bir dehşet rekabetinin kendini göstermesi olmuştu. Daha önce de ileri sürmüş olduğumuz gibi, 20’nci yüzyılın ikinci yarısında emperyalist Amerikan devletinin diğer gelişmiş kapitalist devletler içerisine nüfuz etmesi, bu eski rekabet kuramını giderek demodeleştirdi. [11] Üstelik Birinci Dünya Savaşı öncesi kapitalizmi için düşünüldüğünde bile, bir tarafta tüketim yetersizliğini, diğer tarafta finans kapitali esas alan ekonomi politik sorunluydu; kapitalist devlet anlayışı indirgemeciydi; ve emperyalist genişlemeye dair açıklamaları da en hafif tabirle kısmiydi. Hilferding’in, çok büyük etki yaratan Finance Capital (1910) adlı eseri [12] , dönemin Almanya’sındaki gelişmelerden yola çıkarak yanlış genellemelere ulaştığı halde şu tespiti yaparak ironi sergilemekteydi: “Tek bir ülkede krizlerin tarihinden … [ya da] kapitalizmin belli bir evresine özgü olan, belki de tamamen rastlantı eseri meydana gelmiş belli görüngülerden yola çıkarak, krizlerin değişen karakteri hakkında genel yasalara ulaşmak olanaksızdır.” [13] Klasik Marksist kriz kuramlarının ortaya koyduğu bu sınırlamaların pek çoğu günümüze dek etkisini sürdürmüş ve kapitalizmin son olmasa bile sona yakın bir evrede bulunduğu yönündeki sanının canlı kalmasına yardımcı olmuştur. 1930’lardaki Büyük Buhran’dan bu yana, sonuçları savaş, israf veya balonlar gibi özel koşullar tarafından sürekli ötelenen bir daimi aşırı birikim krizinin varlığına inanma yönünde bir eğilim hep var oldu. Oysa bu görüş, kapitalizmin tekrar tekrar yeni krizler kusacağını ısrarla belirtmekle birlikte, Marx’ın 1857-8 krizinden kısa süre sonra vardığı “daimi kriz yoktur” sonucuyla çelişmekte. [14] Gerçek birer “dönüm noktası” olan krizlerin, özellikle de 21’inci yüzyılın ilk kapitalist krizi karşısında solun içine girdiği çıkmaz göz önünde bulundurulduğunda, solun krizlere bakışı üzerinde de bir dönemece işaret edip etmeyeceği, bugün Marksistler açısından çok önemli bir sorudur.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir