Louis De Bernieres – Kirmizi Kopek

“Öff, köpek değil, kokarcanın önde gideni bu!” diye söylendi Jack Collins. “Kendi kokusuna nasıl dayanıyor acaba? Onun gibi gaz bombaları atıyor olsam, kendi kokum yüzünden bayılmamak için kafama bir kese kağıdı geçirir, insan içine öyle çıkardım.” “Herkes kendi kokusundan hoşlanır,” dedi Bayan Collins. Jack kaşlarını kaldırıp ona öyle bir bakış attı ki, kadıncağız hemen ekledi: “Yani öyle derler.” “Ben buna daha fazla dayanamayacağım, Maureen. Bir daha yaparsa kulağından tuttuğum gibi bahçeye atarım.” “Yediği şeylerden olmalı,” dedi Maureen. “Onun yediği şeyleri yersen seninki de öyle kokar. Üstelik, yemeğini o kadar hızlı yalayıp yutuyor ki, yanında midesine bolca hava girdiğinden şüpheleniyorum.” “Çapaklı’ya sade gül yaprağı yedirsen gazı yine böyle kokar,” dedi kocası; yarı hayranlık, yarı bıkkınlıkla başını iki yana salladı. “Onun bu yeteneğinin para et memesi ne kadar kötü. Yoksa hepimiz milyoner olabilirdik. Aklıma ne geldi biliyor musun? Bence savaş çıktığında gidip onu hava kuvvetlerine kiralamalıyız. Paraşütle düşman topraklarına indirirlerse iki, bilemedin üç günde hepsini hallaç pamuğu gibi atar. Ondan sonra gerçek paraşütçü birliklerini gaz maskesiyle gönderip savaşı kazanırlar.


Hava indirme taktiklerinde bir devrim olur bu. “Amann kibrit çakayım falan deme, yine bıraktı,” diye uyardı Maureen; sol eliyle burnunu tutup sağ elini var gücüyle sallayarak yüzüne temiz hava ulaştırmaya çalıştı. “Çapaklı! Sen kötü bir köpeksin.” Çapaklı başını kaldırıp tek gözüyle Maureen’e baktı, enerjisini müsrifçe harcamamak için diğer gözünü açmamıştı, birkaç kez kuyruğunu kaldırıp indirdi. Maure-en’in sesindeki şefkatli tonu hemen yakalamış ve sözlerini övgü olarak almıştı. En eski kemiklerinden birini kemire kemire midesini şişirmiş, bir yanına devrilmiş yatıyordu. Daha bir yaşındaydı, bu yüzden en eski kemiği pek eski sayılmazdı, ama o kemikte birçok farklı tat yakalamıştı ve kemiğin boşluklarından geçen rüzgârın kulağının dibinde çıkardığı sesler hoşuna gidiyordu. Çapaklı, o yörede yaşayan köpeklerin en midesizi olduğundan, insanlar ona bir nevi çöp kovası muamelesi yapıyorlardı; en alakasız, en olmayacak nesneleri önüne koyup yemesi için onu cesaretlendirmekten çok hoşlanırlardı. Kese kâğıtlarını, tahta parçalarını, ölü sıçanları, kelebekleri, tüyleri, elma kabuklarını, yumurta kabuklarını, kullanılmış kâğıt mendilleri ve çorapları büyük bir zevkle mideye indirirdi. Bunlar yetmezmiş gibi, Çapaklı o gün ailenin geri kalanıyla aynı şeyleri yemişti ve karnı dünden kalma patates püresi, soslu biftek ve ciğerli börekle tıka basa doluydu. Çapaklı’yı çevredeki çöp kutularını karıştırırken ya da çöp torbalarını parçalarken görmek çok zordu. Böyle şeyler için fazlasıyla gururluydu ve hiçbir zaman gururunu ayaklar altına alacak kadar aç kalmamıştı. İnsanoğ-lundan en güzel yiyecekleri elde etme konusunda asla başarısız olmazdı ve en iğrenç şeyleri bile sırf önüne insanlar koydu diye, lezzetli olduklarından en ufak bir şüphe duymadan yerdi. Yediği bir şeyin bir daha yemeye değip değmeyeceğine karar verecek kadar kafası çalışıyordu; içlerinde hâlâ biraz yumurta kalıntısı olduğu sürece yumurta kabuğunu tekrar tekrar yiyebilirdi, ancak kimsenin ona bir daha tüy yedirmesine imkân yoktu. “Onu havaalanının oralarda azıcık koşturayım,” dedi Jack.

“Hem biraz yediklerini sindirir, hem de çıkardığı gazlar açık havada insan sağlığını tehdit etmez.” Kapıya kadar yürüdükten sonra dönüp Çapak-lı’ya baktı. Çapaklı, bu kez iki gözünü de açmış, hevesle onu izliyordu. “Havaalanı” sözünü duyunca kulakları dikilivermişti. “Yürü bakalım, koca oğlan,” dedi Jack. Çapaklı hemen ayağa fırladı ve karavanın tabanım bir trambo-lin gibi kullanarak zıplamaya başladı. Karavan sarsıldı, dolaptaki çatal bıçak ve bardaklar takırdamaya başladı. Çapaklı’nın yüzüne bakan bir kişi, onun sevinçle sırıttığını düşünebilirdi. Kafasını bir o yana bir bu yana sallıyor, kesik kesik havlıyordu. “Her şey yerlere saçılmadan önce çıkar şunu buradan,” dedi Maureen. Jack kapıyı açıp yol verince, Çapaklı şampanya şişesinin ağzından fırlayan mantar gibi dışarı fırladı. Seke seke bahçeyi geçti, arabanın yanında yöresinde zıplamaya devam etti. Jack arka kapıyı açarak, “Bin bakalım” deyince Çapaklı ikiletmeden koltuğa atladı. Arka koltukta şöyle bir yaylandı ve ön koltuğa zıplayıp oturdu. Jack arabanın ön kapısını açarak emretti: “Dışarı!” Çapaklı soğuk soğuk baktı, sonra da kasten yüzünü başka yöne çevirdi.

Ardından duvar gibi sağır kesildi ve çok uzaklarda olağanüstü ilginç bir şey görmüş gibi gözlerini kısarak ufku seyre daldı. “Dışarı dedim, Çapaklı!” diye tekrar emretti Jack. Çapaklı, karavanın üstünden geçen bir saksağanı seyrediyormuş gibi yaptı. Jack bir zamanlar Avustralya ordusundaydı, verdiği emirlere daima uyulmasını isterdi. Astlarından birinin verdiği emri duymazlıktan gelmesine hayatta katlanamazdı. Kapıdan içeri eğilip Çapaklı’yı kucakladı ve arka koltuğa taşıdı. “Kal!” dedi, işaret parmağını Çapaklı’ya doğru sallayarak. Köpek, yanlış bir şey yaptığının düşünülmesine çok alınmış gibi masum masum baktı ona. Jack arka kapıyı kapattı ve şoför koltuğuna oturmak için arabanın çevresinde dolaştı. Koltuğa oturur oturmaz ilk işi bütün camları açmak oldu, ardından motoru çalıştırdı ve omzunun üstünden Çapaklı’ya seslendi: “Arabanın içine gaz bombası atmak yok. Anladın mı beni?” Çapaklı cipin yola çıkıp hızlanmasını bekledikten sonra arka koltukta yaylandı ve yine ön koltuğa sıçradı. Çabucak koltuğa yerleşti ve kafasını pencereden çıkararak yüzünü rüzgâra verdi, böylece sahibinin arka koltuğa geçmesi için verdiği emirleri duymazlıktan gelmesinin geçerli bir mazereti vardı artık. Jack kaşlarını kaldırdı, başını iki yana sallayarak içini çekti. Çapaklı çok inatçı bir köpekti, üstelik hiç kimsenin astı olarak görmüyordu kendisini, Jack’ın bile. İnsanoğlunun birazcık bile altında olduğunu asla düşünmemişti, bu açıdan kedilere benzediğini söylemek pek yanlış olmazdı, gerçi ona sorsanız bu kıyaslama hiç hoşuna gitmezdi herhalde.

Yedi kilometre ileride, Paraburdoo havaalanının çevresini saran tel örgülerin dışında durdular. Jack kapıyı açarak Çapakh’yı çıkardı. Bir Cessna tipi hafif uçak pistte hızlandı, hızlandı ve havalandı. Çapaklı uçağın gölgesinin peşine takıldı ve üzerine atılıp havlamaya başladı. Gölge kaçtı, Çapaklı büyük bir zevkle tekrar peşinden koşup yine yakaladı, her seferinde elinden kaçmasına şaşıp kaldı. Jack arabaya binip uzaklaşmaya başladı. Kornayı çalınca Çapaklı hemen kulaklarını dikiverdi. Avustralya’da yaz mevsiminin tam ortasına denk gelen şubat ayının kavurucu bir günüydü, çevredeki tüm bitkiler bir fırına atılıp iyice kurutulmuş gibi görünüyordu. Böyle günlerde dışarı çıkmaya kalkanların sıcaktan eli ayağı birbirine dolaşır; güneş öylesine yakıcıdır ki, birisi ocakta kızdırdığı bir bıçağın yanını suratınıza bastırıyor sanırsınız. Sıcak yüzünden toprağın üstü, asfaltın üstü, ağaçların, çalıların üstü titreşir, bulanır, uzaklarda bulunan nesneler çarpılmış olarak gözünüze ulaşır; yıllardır orada yaşıyor olmanıza, çoktan alışmış olmanıza rağmen, havanın bu kadar sıcak, güneşin bu kadar yakıcı olabileceğine bir türlü inanamazsınız. Eğer saçlarınız biraz dökülmüşse ve kelinizi örtecek bir şapkanız yoksa, kafa deriniz kâğıttan yapılmış da bir ucundan tutuşturulmuş gibi yanar. Kızgın güneş üstünüzdeki tişörtü ya da gömleği yok sayıp doğrudan derinizi yaktığından, bir gölgeden diğerine mümkün olduğunca hızlı gitmeniz gerekir. Bir de çevrenizdeki her şey beyaz görünür, sanki güneş renkleri tümden silip atmıştır. Bu dehşetli sıcakta toprağın kırmızılığı bile solar. Bölgeye gelen ziyaretçiler, madencilik şirketlerinin kırmızı taşları ve toprağı böylesine fütursuzca her yana saçmalarına nasıl izin verildiğini anlayamadan hayretler içinde manzarayı izlerler.

Oysa bunu yapan madencilik şirketleri değil, doğanın ta kendisidir; sanki Doğa Ana insanoğluna bir oyun oynamaya karar vermiş ve onun umursamaz davranışlarını tıpatıp taklit etmiştir. Aradaki tek fark, doğanın bu işi buldozerler, hafriyat makineleri, damperli kamyonlar olmadan başarmış olmasıdır. İşte bu engebeli arazide, o korkunç sıcağın altında, Çapaklı var gücüyle koşuyor, Jack Collins’in cipinin giderken çıkardığı kırmızı toz bulutunun ardından, daha küçük olan başka bir toz bulutu çıkararak cipi kovalıyordu. Güneşin yakıcı ışınlarına hedef olmasına ve önündeki cipin çıkardığı toz yüzünden ikide bir gözlerini kırpmak zorunda kalmasına rağmen, doludizgin koşmanın zevkiyle tüm gövdesi sarsılıyordu. Genç ve güçlüydü, kaslarının kullanabileceğinden çok daha fazla enerjisi vardı ve dünya hâlâ tazecik, hâlâ muhteşemdi. Olanaksızı başarmak için gücünü çılgınca harcamanın hazzını iliklerine dek hissediyor, sanki ha dese yakalayacak-mış gibi sahibinin cipinin peşinden koşuyordu. Eğer ona soracak olursanız, cipi gerçekten de yakalamıştı, çünkü yedi kilometre sonra onu gördü; karavanın önüne park edilmişti, soğumakta olan motoru hâlâ tıkırdı-yordu ve artık dermanı kalmadığından yenilgiyi kabullenmişti. Çapaklı’ya kalsa yedi kilometre daha koşabilirdi, hatta sonra bir yedi kilometre daha koşabilir, cipi üç kez üst üste yakalayabilirdi. Eve vardığında hoplaya zıplaya kapıya geldi, doğruca su kabına daldı ve birkaç yudumda içip bitirdi. Dili dışarıda, yerlere su damlatarak tekrar dışarı çıktı ve bir kara mülga ağacının gölgesine uzandı. O akşam Bayan Collins kocaman bir kutu Trusty maması açarken, Jack kronometreyi çıkardı. Çapaklı’nın yıldırım hızıyla yemek yeme konusunda özel bir yeteneği vardı; Jack’ın kayıtlarına göre 700 gram yiyeceği on bir saniyede mideye indirerek muhtemelen dünya rekorunu kırmıştı. Çapaklı patilerini masanın kenarına dayamış et parçalarının yemek kabına dökülüşünü izlerken Bayan Collins sert bir sesle buyurdu: “Aşağı, Çapaklı! Yat yere!” Çapaklı hemen yere yattı ve öyle yürek paralayıcı, öyle dokunaklı bir ifadeyle gözlerini dikip sahibesine baktı ki, Bayan Collins onun düpedüz rol yaptığını bilmesine rağmen az önceki sert sözlerinden dolayı pişman oldu. Çapaklı önce bir iç geçirdi sonra sırayla kaşlarını kaldırdı. Bütün bedeni iştahla sarsılıyor, titriyor, bacak kasları akşam yemeğinin üzerine atılmak için gerilmiş bekliyordu.

“Hazır mısın?” dedi Bayan Collins. Jack Collins evet anlamında başını salladı. Bayan Collins yemek kabını yere koydu, Çapaklı derhal fırladı ve aynı anda Jack kronometrenin düğmesine bastı. “Vay be!” dedi Jack heyecanla. “Görüyor musun şunun yaptığını? On saniye ve bir salise. Gerçekten etkileyici.” Çapaklı özenle kabın dibini yaladı, sonra emin olmak için bir daha yaladı. Tabağın içinde zerre kadar yiyecek kalmadığına kanaat getirince tekrar dışarı çıktı ve aynı ağacın gölgesine uzandı; davul gibi gerilmiş karnının verdiği tatlı uyuşuklukla çok geçmeden uyuyakal-dı. Rüyasında bol bol yemek yediğini ve büyük maceralar yaşadığını gördü. Yarım saat sonra tamamen yenilenmiş olarak uyandığında bir süre hiç kıpırdamadan yatarak akşamın serin serin çökmesini izledi, sonra bir süredir gezinti yapmadığı geldi aklına. Uçsuz bucaksız dünyada neler olup bittiğini merak etti, burada oturarak bir şeyler kaçırdığını düşünmek onu huzursuz ediyordu. Ayağa kalktı, yerinden kıpırdamaksızın bir sûre daha düşündü, sonra aniden kararını verdi ve diğer karavanları geçip ağaçlıkların arasında koşmaya başladı. Dikenli çalılar arasında kanguruların açtığı minik bir patikaya rastlayınca hiç düşünmeden patikayı takip etti, artık zaman kavramını tamamıyla yitirmiş, gizemli kokuların ve seslerin büyüsüne kapılıp gitmişti. Yoluna bir keseli porsuk ya da bir fare kangurusu çıkacağına hiç kuşkusu yoktu. Sabah olduğunda Jack Collins dışarıya bakarak, “Görünüşe bakılırsa bizim Çapaklı yine kayboldu,” diye söylendi.

Maureen Collins başını sallayarak cevap verdi: “Korkarım bir gün geriye dönüş yolunu bulamayacak.” “Öyle deme,” dedi kocası. “Eninde sonunda geri döner, bilirsin.” Bayan Collins, “Vahşetin çağrısıyla akşam yemeğinin çağrısı arasındaki bozulmaz denge,” diyerek güldü. “Gerçi döndüğü zaman karnı hep tok oluyor.” “Belki onu besleyen başkaları da vardır.” “Buna hiç şaşırmazdım, doğrusu,” dedi Jack. “İşin içine yemek girince, bizimki dünyanın en zeki yaratığı olup çıkıverir.” Üç gün sonra, Bay ve Bayan Collins onu yeniden görme umudunu yitirdiği sırada, Çapaklı yine ortaya çıktı ve tam akşam yemeği saatinde kapıyı tırmalamaya başladı. Toz toprak içindeydi, her zamanki gibi midesi tıka basa doluydu, kanguru yolunda rastladığı bir yaban kedisine gösterdiği nezaket yüzünden tam burnunun üstünde koca bir sıyrık vardı ve tatmin olmuş bir şekilde sırıtıyordu. O akşam koca bir kutu Pal mamasını tam dokuz saniyede yalayıp yuttu. KIRMIZI KÖPEK DAMPIER’E GİDİYOR Gün geldi Maureen ve Jack Collins’in Paraburdoo’dan Dampier’e taşınması, bunun için 350 kilometrelik uzun mu uzun bir toprak yolu tekerlek izlerine ve çukurlara girip çıkarak geçmesi gerekti. Kimi yerlerde yol küçük dereler tarafından kesilir, öyle ki, aracınız dingiline kadar çamurun içine gömülebilir ve başka bir araç gelip sizi çekene kadar oraya saplanıp kalabilirsiniz. Bu yolu kullanacak olanlar, ne olur ne olmaz diye, yanlarına birkaç gün yetecek kadar erzak ve su aldıktan sonra yola çıkarlar. Toprak yol, Mt Tom Price’dan Dampier’e demir cevheri taşımak için kullanılan demiryoluna paralel gider ve yol boyunca sık sık trenlere yarenlik etmeniz gerekir.

Bu trenler öylesine uzundur ki, kırmızı toprakla yüklü vagonları tek tek saymak imkânsız gibi görünür insana. Bu uzun yol boyunca vagonları uçsuz bucaksız kırlardan aheste aheste geçirmek için, en az üç tane heybetli lokomotife ihtiyaç vardır. Jack Collins, bu uzun yolculuğa çıkmak üzere Para-burdoo’dan ayrılmadan önce, rüzgâr cipin içinde alabildiğine essin ve içerinin fırın gibi ısınmasını engellesin diye arabanın bütün pencerelerini sonuna kadar açtı. Eşyaların içinde değerli ya da kırılgan ne varsa özenle paketleyip cipe yerleştirdiler. Daha büyük ve ağır olanlarıysa arka tarafa taktıkları römorka yüklediler. Karavan’ın mutfağında Maureen Collins buz kutusunun içine bol miktarda içecek ve sandviç koydu, çünkü yolları üzerinde durup dinlenmek için doğru düzgün bir yer yoktu. Yine aynı sebepten cipin torpido gözüne bir rulo tuvalet kağıdı koydu. İnsanın ne zaman durup sinameki ağaçlarının arasına girmek zorunda kalacağı hiç belli olmazdı. Her şeyi yerleştirip hazırlıklarını tamamladıklarında, Jack, Çapaklı’ya seslendi ve cipin arka kapısını açtı. “Atla bakalım, oğlum!” diye buyurdu. Çapaklı arka koltuğa atlarken çabucak kapıyı kapattı ve köpek ön tarafa atlamadan önce şoför koltuğuna oturdu. Zavallı Çapaklı hayal kırıklığına uğramıştı, Maureen’in oturduğu koltuğa atlayıp onun kucağında oturmayı düşündü. Ne var ki, başkasıyla koltuğunu paylaşmak prensiplerine aykırıydı, bu yüzden içini çekerek arka koltuğa yerleşti ve çenesini bir kutuya dayadı. Sabahın çok erken saatlerinde yola çıkmışlardı, çünkü o saatlerde hava daha serin oluyordu. Arabanın sabah saatlerinde su kaynatma ihtimali düşüktü, hem zaten tatlı tatlı çiğ düşerken taptaze havayı soluyarak yolculuk etmenin zevkine diyecek yoktu.

Daha on beş kilometre gitmişlerdi ki, Çapaklı’nın sabah kahvaltısı etkisini gösterdi ve ön koltukta oturan iki talihsiz yolcunun çevresini yoğun bir koku sardı. “Ay, Tanrı aşkına,” dedi Maureen, “çabuk pencereleri aç, Jack! Çapaklı yine bıraktı!” “Pencereler açık zaten,” dedi kocası. Yoldaki çukurlara ve tümseklere girip çıkarak sarsıla sarsıla giderlerken bir eliyle burnunu tutuyor, diğeriyle direksiyonu kontrol etmeye çalışıyordu. Maureen telaşla çantasına saldırdı ve parfüm şişesini çıkardı. Mendiline biraz parfüm döktükten sonra burnuna dayadı. Köpek gazıyla lavanta kokusunun çok tuhaf bir karışım olduğunu düşündü Jack. Çapaklı bir daha bıraktı, bu seferki daha da kötüydü. Maureen arkasını dönerek köpeği payladı. “Kötü köpek! Bir daha sakın yapma, duydun mu beni?” Oysa Çapaklı sadece gücenmiş ve şaşırmış görünüyordu; “Ne diye bağırıyor bu kadın?” diye kendi kendine söylenir gibi başını salladı. Çok fazla yol gitmemiş olmalarına ve tam olarak vahşi doğanın ortasında bulunmalarına rağmen, Jack cipi durdurmak zorunda kaldı. Arabadan çıktı ve arka kapıyı açtı. “Dışarı!” diye buyurduğunda Çapaklı şevkle yere atladı. Okaliptüs ağaçlarının arasında hoş bir gezinti yapacağını sanıyordu. Çevrede kürek burunlu yılanlar ve emular olduğunu düşününce kalbi heyecanla çarpmaya başladı. Jack onu koltukaitlarından tutup kaldırdı ve römorka, tüm o mobilyaların, kutuların ve ıvır zıvırın arasına koyarken söylendi: “Kusura bakma, dostum, ama gazını tutmayı beceremiyorsan seni cipe alamayız.

Seni ve korkunç gaz bombalarını burada çölün ortasında bırakmadığımız için çok şanslısın.” Parmağıyla burnuna bir fiske atarak, “Aferin oğluma. Otur!” dedikten sonra cipe döndü. Çapaklı hüzünlü hüzünlü arkasından baktı, eğer üzgün görünürse sahibinin onu tekrar cipe kabul edeceğini umuyordu, ama bunun hiçbir faydası olmadı. Cip hareket ettiğinde bir sandalyenin ayakları arasına yerleşti ve dünyanın gözlerinin önünden gelip geçmesini izledi. Bir yerden diğerine yolculuk etmekten daha çok sevdiği hiçbir şey yoktu dünyada, en büyük zevki böyle oturup çevreyi izlemekti. “Sence orada rahat edebilecek mi?” dedi Maureen, endişeyle arkaya bakarak. “Tekerlekler o kadar çok toz çıkarıyor ki.” Jack dikiz aynasından baktığında, arkalarından kalkan toz yüzünden römorkun bile görünmediğini fark etti. “Eh, ne yapalım, o kokulara katlanmaktansa Ça-paklı’nın biraz kirlenmesine göz yummak zorundayız.” Dört saat sonra Dampier’e vardılar. O berbat yolda direksiyonu düzgün tutmaya çalışmak hiç de kolay olmadığından, cipi sırayla kullanmışlardı; yolculuk sona erdiğinde ikisinin de kollan ve omuzları sızım sızım sızlıyordu. Cipten çıktılar, şöyle bir gerindiler, sıcak yüzünden ellerini yelpaze yaparak biraz serinlemeye çalışırken, köpeklerinin durumunu görmek için römorkun arkasına geçtiler. Onu gördükleri zaman elleriyle ağızlarını kapatıp kahkahalarla gülmeye başladılar. Hüzünlü hüzünlü bakan iki amber sarısı gözü olmasa Çapaklı’yı hayatta tanıyamazlardı, çünkü gözleri dışında her yeri iki santim kalınlığında kırmızı tozla kaplıydı.

ÇAPAKLI BARBEKÜ PARTİSİNDE “Çapaklı’yı yanına alıp sahilde bir gezintiye çıkmaya ne dersin?” diye sordu Maureen. Akşamın çökmesiyle hava serinlemişti ve Maureen bir süreliğine bütün evin kendisine kalmasını istiyordu. Jack saatine baktı. “Fena fikir değil, mesai saatine kadar ne yapsam da vakit geçirsem diyordum ben de; hem Çapaklı’yı da biraz koşturmuş oluruz. Bu hoşuna gider mi, oğlum?” Birkaç gündür ortalarda olmamasına ve daha yeni dönmüş olmasına rağmen, Çapaklı bu fikri beğenmiş göründü. Göğün saçakları batı yönünde altın rengine bürünürken, Dampier sahiline doğru yola çıktılar. “Piuk, piuk, piuk,” diye çığlıklar atarak bir yakalı yalıçapkını geçti üzerlerinden, hemen ardından çatal kuyruklu kırlangıçlardan oluşan bir takım “cik, cik, cik,” diye öterek ters yöne doğru seğirttiler böceklerin peşinden. Adam ve köpek, yumuşacık köpüklerin kumsala vurduğu sahile doğru yürüdüler de yürüdüler. Tam karşılarında Doğu Münasebet Adası diye tuhaf isimli bir ada, onun güney batısında ise, dalgalar arasına sıkışıp kalmış gibi görünen Yanılgı Adası vardı. Bu adanın da acayip bir isim almasına yol açan yanılgının kimin yanılgısı olduğu ya da yanılanın ne hakkında yanıldığım kimseler bilmezdi. Onları takiben Dam-pier Takımadaları’na ait muhteşem adalar, gelişigüzel ufka serpilmiş uzanıyordu. Adamın biri kumsalda dimdik ayakta durmuş, iki parmağının arasında tuttuğu misinadan bir sinyal bekliyordu, tavaya atmak için bir zargana yakalamaya bel bağlamıştı. Fakat Çapaklı’nın asıl dikkatini çeken şey; ızgaralardaki suyunu bırakmış bifteklerin, bonfilelerin, sosislerin o nefis, çekici kokuşuydu. Aniden kulakları dikildi, ağzının kenarından salyalar sızarken, beyninin her nöronu haylazca planlar yapmak için alabildiğine çalışmaya başladı. Jack Collins köpeğinin huyunu iyi bilirdi, aniden fırlayıp kurtulmasına meydan vermeden Çapaklı’nın tasmasına kayışı geçirdi ve sıkıca tuttu.

Barbekü yapanların arasından yürürlerken, Çapak-lı’yı tanıyan insanların sayısı karşısında Jack hem afalladı, hem de hayretler içinde kaldı. “Hey! Baksanıza, şu gelen Kırmızı Köpek değil mi?” dedi adamın biri, başka biri Çapaklı’nın başını okşadı. “Ne haber, oğlum, keyfin nasıl? Barbeküye hoş geldin.” Jack Collins, Çapaklı’nın kaybolduğu zamanlarda pek çok dost edindiğini anladı. Hatta belki Çapaklı o sahilde birkaç kez barbekü partilerine de katılmıştı, ne de olsa oranın yerlileri akşamları sahile inip barbekü yapmaya bayılırlardı. Bir saniyeliğine kayışı tutan elinin gevşemesiyle Çapaklı bir silkinişte kendini kurtardı ve koşturarak uzaklaştı. Jack arkasından seslendi, ama Çapaklı onu duymak için fazla meşgul, duysa bile söylediğini yapmak için fazla inatçıydı. Biraz sonra Jack, gördükleri karşısında utançtan kıpkırmızı kesildi. Adamın biri ızgaradan sosisleri bir çatalla alıyor ve eğilip yerdeki tabağın içine koyuyordu. Tabağın içinde biraz salata ve birkaç taze patates dilimi vardı. Tabağına üç sosis koyduktan sonra doğrulup ızgaradaki bir hamburger köftesine uzandı, köfteyi tabağına koymak için tekrar eğildiğinde tabaktaki sosislerin yerinde yeller estiğini gördü. Gözlerine inanamayarak daha dikkatli baktı, sahiden de sosisler gitmişti, şaşkınlıkla başını salladı. Sonra hırsızı bulmak için sağa sola bakındı. Herkes kendi işiyle uğraşıyor, kimse onunla ilgilenmiyordu. “Sosislerim yok!” dedi.

“Üçkâğıtçının biri benim sosislerimi uçurmuş!” Hemen yanında duran adama seslendi. “Hişt, ortak, sen mi yürüttün benim sosisleri? Eğer öyleyse hemen yerine koy.” Adam önce ona sonra tabağa baktı. “Ben yapmadım, ortak. Baksana daha kendi sosislerimi bitirme-dim. Ama istersen seninle sosislerimi paylaşabilirim.” “Şeytan aldı götürdü,” dedi sosislerini yitiren adam. “Daha birkaç saniye önce sosisler tabağımda duruyordu.” Jack Collins çaresizce Çapaklı’yı yanına çağırmaya çalıştı, ama köpek şapır şupur yalanarak ağzının kenarında kalan sosis yağı kalıntılarını temizliyor, yeni hücumunun planlarını yapmakla meşgul olduğundan onu duymuyordu. Karnım yere yapıştırdı ve kafasını iyice kuma yaklaştırarak burnunu henüz tabağa konmuş olan körpe ve sulu bir bonfileye çevirdi. Bonfilenin sahibi bir saniyeliğine başka yere bakma gafletinde bulununca Çapaklı bir anda tabağın yanında bitti, bonfileyi dişlerinin arasına sıkıştırdığı gibi oradan uzaklaştı, adamcağızın tabağında bir dilim domates ve biraz hardal dışında hiçbir şey kalmamıştı. Çapaklı bonfileyi derhal midesine indirdi ve sahilin öbür ucunda pişmekte olan bir hamburger köftesinin kokusunu alarak oraya doğru koşturdu. “Bonfilemi sen mi uçurdun, evlat?” dedi ikinci adam komşusuna, birinci adam hâlâ, “Kim aldı benim sosislerimi, yahu?” diye söylenip duruyordu, çok geçmeden aralarına, “Hey yüce Tanrım, hangi cehenneme gitti bu köfte?” diye homurdanan üçüncü bir adam katıldı. Tüm bunları utanç içinde izleyen Jack, hiç sesini çıkarmadan oradan sıvıştı. Nasıl olsa Çapaklı evin yolunu bulurdu, biraz daha orada kalıp köpeğini çağırmaya devam ederse öfkeli kurbanlar tarafından suçlanması işten bile değildi.

Kimse öfkeli bir madenciyle dalaşmak istemez. KIRMIZI KÖPEK JOHN’LA KARŞILAŞIYOR “Bir daha geri döneceğini sanmıyorum,” dedi Maureen Collins. Jack umutsuzca başını iki yana salladı. “Hiç bu kadar uzun zaman bizden uzak kalmamıştı.” İkisi de bu duruma üzülmüştü. Onu kaybedeceklerini içten içe bilmelerine rağmen, zihinlerinden bu fikri kovmaya çalışıyormuş gibi bir halleri vardı. “İnşallah araba falan çarpmamışım” “Çarpsa duyardık. Böyle küçük yerlerde haberler yıldırım hızıyla yayılır. Zaten ne fark eder; bizimkinin kedilerden bile çok canı var, sen sanki bilmiyorsun.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir