Erdal Atabek – Kirmizi Isikta Yurumek

En küçükleri 9, en büyükleri 16 yaşında olan 33 Çernobil Çocuğu… Kiev’den geliyorlar. Çernobil’de patlayan nükleer santral felaketinde yüksek dozda radyasyon alarak hastalanan çocukların bir bölümü. Sürekli tıp denetimi altında tutuluyorlar. Gelecekleri belirsiz. Önlerindeki yaşama süresini doğru kestirmek bile pek olası değil. Artık çevre değiştirmek mi demeli, moral gezisi mi demeli, son istek mi demeli, bilemiyorum, bir Türkiye gezisi için geldiler. Đstanbul’da Liones Çevre Yönetimi tarafından ağırlandılar. Haberin kendisi bile sarsıcıydı. Dünyayı sarsan bu nükleer felaketin masum kurbanları olan bu çocukların veda gezisine çıkmış olmaları, insanı hiç bilmediği bir yerinden vurmak için yeterliydi. Onları mutlaka görmek için dayanılmaz bir istek duyuyordum. Onları bir kez olsun görmek, gidenlerin kalanlara uzattıkları eli sıkmak için belki de son olanaktı. Bu bir meslek merakı değildi, olayı yazma isteği değildi, kişisel bir borç gibiydi. Ödenmesi zorunlu kişisel bir borç. Belki de insanın insana her zaman duyması gereken bir borçtu bu. Harem Oteli’nin lobisinde merdivenlerden inen çıkan, bahçeye gidip gelen çocukların görünümü pikniğe giden bir öğrenci grubundan hiç de farklı değildi.


Gürültüleri yoktu, şamataları duyulmuyordu ama bütün bunlar bir grup disiplininden doğuyor gibiydi. Hava pırıl pırıldı. Đstanbul’un güzel güz günlerinden biriydi. Bir cumartesi. Tuzla’ya gideceklerdi, hazırlanıyorlardı. Bu sarışın, güzel yüzlü, kızlı erkekli çocuk-gençler mi hastaydı? Böyle bir şey yoktu, çevrede de böyle bir ortam görünmüyordu. Gerçekler nasıl da derinlerde gizlidir. Selma Selçuker, her şeyle ilgilenen canlı neşesiyle günün programını gözden geçiriyordu. Derneğin halkla ilişkilerini arkadaşlarıyla birlikte düzenliyordu. Dernek üyeleri baylar yaptıkları duygu yüklü görevin heyecanını sessizce paylaşıyorlardı. Duygu yüklü dakikalar, saatler, günler geçirmişlerdi. Ağlamışlardı, üzülmüşlerdi, sevinmişlerdi, her şey içiçeydi. Bugün de ağlayacaklardı, üzüleceklerdi, sevineceklerdi, bunu da görecektik. Sonra, Tuzla’da tanıştığımız Çevre Yönetimi Başkanı Zehra Akın, bir gün önce Topkapı Konyalı lokantasında yemek yerlerken, garsonların kendi aralarında düşünüp çocuklara topaç armağan edişlerini anlatacaktı. Bu içtenlikli davranış hepsini ağlatmıştı.

Gözyaşlarını çocuklara göstermemeye çalışıyorlardı ama sonra da ağlamak da insani bir şey değil mi? diye sesli düşünüyorlardı. Çocuklardaki sessizlik bir arada oldukları zaman daha bir göze çarpıcıydı. Ne yapmaları gerekirse onu yapıyorlardı. Kendi aralarında bile az konuştukları dikkatimi çekti. O yaşa özgü hareketlilik, yerinde duramamak, konuşmak, gülmek, şakalaşmak… Hiçbiri yoktu. Sessiz, akıllı, usluydular. Her şeyi izliyor, açıkça bakmadan görüyor, grup şeflerinin söylediklerini yapıyorlardı. Ama o yaşların coşkulu katılımı? O yoktu. Đçlerinde bir yerleri hiçbir şeye katılmadan duruyor gibiydi. Bir yerleri bugünden kopmuş muydu? Đçlerindeki saat bir yerlerde durmuş muydu? Bilemiyorum. Onlarla birçok şeyi konuşmak istiyordum. Aklımda ne çok soru vardı. Onlarla ne çok şeyi paylaşmak istiyordum. Hiçbirini yapamadım. Belki de bu soruların anlamı kalmamıştı.

Belki kalmıştı ama ben duralamıştım, bilmiyorum. Duyguları neydi? Düşünceleri değiş miydi? Hayata nasıl bakıyorlardı? Bildikleri bu acı gerçeğe karşı nasıl davranıyorlardı? Gelecekten bekledikleri nelerdi? Đnsanlara neler söylemek istiyorlardı? Sevgi konusunda ne düşünüyorlardı? Dünyanın geleceğini nasıl görüyorlardı? Yaşamanın anlamını nasıl görüyorlardı? Mutlaka yapmak istedikleri şeyler var mıydı? Daha nice soru aklımda duruyordu ama hepsi de çocukları gördükten sonra anlamlarını yitirdi. Birlikte olduğumuz o gün, sadece birlikte olduğumuz bir gün olacaktı. Sorularımı sözsüz soracaktım, yanıtlarını sözsüz alacaktım. Bu çocuklara hiçbir soru soramazdım. Böyle davranmak durumlarına saygısızlık gibi geldi. Aynı biçimde birlikte gelen doktorları Dr. Vladimir’e sormak istediğim soruları da durdurdu. Sadece içlerinde ilik nakli yapılan çocuk bulunup bulunmadığını sordum. Hayır, hiçbirine ilik nakli yapılmamıştı. Kan tablolarına, kemik iliği bulgularına, hastalık durumlarına ilişkin kafamda hazır bekleyen soruları da unuttum gitti. Bu konuda Dr. Vladimir de, grup şefleri Bay Leonid de isteksizdiler. Belki de haklıydılar. Bu çocuklar buraya bir tıp gösterisi için değil, gezmek için gelmişlerdi! Belki gördükleri ilginin bile kendilerini rahatsız eden yanları vardı.

Belki içlerinden unutmak istedikleri şeyleri anımsatan her şeyden uzak kalmak istiyorlardı. Bunları düşündüm ve sorularımı aklımdan attım. Bugün birlikte olduğumuz sürece günü paylaşmak yeterliydi. Belki en doğrusu da buydu. Andrei (14) sarışın, yüz çizgileri kemikli bir erkek genci. Đngilizce biliyor, grubuna çevirileri o yapıyor. -Güzel bir gün, diyorum. -Çok güzel, diyor. Denizden esen ılık rüzgarlı havayı içine çekiyor. (Hep taze hava diyorlarmış. Fresh air. Kapalı, havasız yerlerden sıkılıyorlarmış. Taze hava istiyorlarmış. Đçlerindeki kötülüğün kirli havadan geldiğini unutamamaları doğal değil mi? Kirli hava. Radyasyonla, ekzos gazlarıyla, fabrika dumanlarıyla kirlettiğimiz hava.

Burada bile, Tuzla’da, bu güzel villada, insanın içine dolan güz havasının temizliğinde bile insanın içini burkan bir şeyler nereden geliyor olmalı? Nereye bakarsak bakalım neden bu güzel çocukların içini görüyoruz ki?) -Đstanbul’u sevdiniz mi? Geziniz iyi geçiyor mu? Andrei gülümsüyor. Đçtenlikle gülümsüyor. -Çok güzel. Gezimiz çok güzel. Her şey güzel. Đki ülke, ülkelerimiz hep dost olmalı. Ah Andrei, elbette ülkelerimiz dost olmalı, Bütün ülkeler dost olmalı. Bütün insanlar dost olmalı canım. Sadece bizim ülkelerimiz değil, bütün ülkeler. Sen artık iki ülke dememelisin, dünya demelisin. Sen dünyanın canlı belgeselisin. Senin bir fotoğrafını çekmeli. Bu fotoğrafı poster yapmalı. Bütün nükleer santrallara asmalı. Bütün barış yürüyüşlerinde taşımalı.

Bütün evlere, bütün sokaklara, bütün alanlara bu posteri asmalı. Son gezegeni ne hale getirdiğimizi senden daha iyi kim anlatabilir? Ev sahibemiz bayan Sema her yana koşuşuyor. Arkadaşları her şeye yardımcı ama o ev sahibi olduğunu unutmuyor. O da Derneğin üyesi. Öğle yemeğinin iyi geçmesi için büyük hazırlık yapılmış. Aman bir şey eksik olmasın. Çocukların tabakları verildi mi? Hepsi yemeklerini aldı mı? Kendisine mutfağın önünde teşekkür ediyorum. Yoruldunuz diyorum. Yoruldunuz ama çok güzel bir şey yapıyorsunuz. Sizin duygularınızı da merak ediyorum. Bu konuklar her zamanki konuklarınız gibi değil. Duygularınız da farklı olmalı. Bayan Sema ağlamaya başlıyor. Sonra gözyaşlarını kuruluyor: -Bugün her şey çok farklı, diyor. Teknolojiye kızıyorum, nükleer santrallara kızıyorum, Devletlere kızıyorum, Devlet adamlarına kızıyorum.

Bilseniz ne çok şeye kızıyorum. (Öfke duyuyorum, tepki duyuyorum, karşıyım, istemiyorum da olabilir). Bu evi artık pek kullanmıyoruz. Eşim bu evi mutlu olalım diye yaptırmıştı. Üç yıl önce bir uçak kazasında öldü. Şimdi bu çocukları bu evde ağırlarken onun da burada, bizimle birlikte olduğunu hissediyorum. Sorumun buralara uzanan çağrışımlarını bilemezdim, özür diliyorum. Bahçede çocuklar meyvelerini yiyor olmalılar. Birden bahçeden kahkahalar yükseliyor. Bahçeye çıkıyorum. Đllüzyonist Sermet, şık siyah giysileriyle her zamanki zarif sihirbaz gösterilerini yapıyor. Çocuklar numaraları neşeyle izliyor. Kahkahayla gülüyorlar. Bayan Zehra bize dönüyor, ilk kez böyle gülüyorlar diyor. Ev sahibi bayanların hepsi sevinçli.

Çocukların yüzü gülüyor diye hepimiz seviniyoruz. Đllüzyonist Sermet, içinin boş olduğunu gösterdiği bir kutudan renkli kurdelalar çıkarıyor. Renk renk kurdelalar birbiri ardına kutudan çıkıyorlar. Çocuklar alkışlıyor, neşeyle gülüyorlar. (Ah Sermet kardeşim, keşke o kutunun içinden yaşadıklarınız kötü bir rüyaydı, artık hiçbir şeyiniz kalmadı kurdelasını da çıkartabilseydin. O zaman nasıl da birbirimize sarılır, hem ağlar, hem gülerdik). Gösteri bitiyor. Çocuklar içeri girip çıkmaya başlıyorlar. Yanımızdan geçen en küçüklerden birine soruyoruz: Name?. Saz benizli, zayıf, gözleri büyük büyük duran çocuk: Aleksi, diyor. Aleksi? Karamazof Kardeşler’in küçük Aliyoşa’sı mı bu? Saçlarını hafifçe seviyoruz. Aleksi bahçeye fırlıyor. Aleksander Belenko’nun doğum tarihine bakıyorum: 01.01.1980.

On bir yıl önce yeni gelen yılda doğmuş. Bir kadınla bir erkek ne sevinmiştir kimbilir? Yeni yılla gelen küçük bebek. Aleksi bebecik. Yeni yılda doğmuş. Bir anne, bir baba. Ne sevinmişlerdir. Bu yılın uğuru bebeğimizle birlikte geldi demişlerdir. Bebekle gelen uğuru insan nasıl unutabilir? Nataşa-Anna-Tatyana-Balentina 15 yaşında dört genç kız. Tamila 13 yaşında. Olesya 14. O yaşların tazeliğinde Slav güzelliğinin bütün özelliklerini taşıyorlar. Sahi bu kızlar bu yaşlarda mı? Bakışları, davranışları, hareketleri çok daha olgun yaşları düşündürüyor. Hepsinde de ikon güzelliği var. Şimdiden kilise duvarlarına asılmış azizeler gibi duruyorlar. Yirminci yüzyılın azizeleri.

Daha içimizdeyken manastıra kapanmışlar. Evlenmeyecekler, çocukları olmayacak, bir yılbaşında bebekleri doğmayacak. Onun sarı saçlı başını sevemeyecekler. Matyoşa’ları kendilerini dört gün boyunca ağırlayan ev sahibelerine verirken duygulu bir hava esiverdi. Matyoşa, Rus kültüründe içinden bebek çıkan bebekler. Çernobil Çocukları onları verirken ben Matyoşa’yı düşündüm. Đçinden bebek çıkaran bebeği. Anneyi. Anne olmayı. Bu güzelim kızları, Nataşa’ları, Tatyana’ları, Balentina’ları, Tamila’ları, Olesya’ları, Olga’ları anne olmak hakkından yoksun bırakmıştık. Oleg’ler de, Đgor’lar da, Evgeni’ler de, Dimitri’ler de baba olamayacaklardı. Onların yılbaşı sevinci belki de sadece bu yıla da çıktık demek olacaktı. Kim sorumluydu bundan? Bu suç kimindi? Nükleer santralın sorumluları mı? Santralın gece bekçisi mi? Nükleer enerjiyi bulanlar mı? Atom fizikçileri mi? Oppenheimer mi? Atom bombasını düşünenler mi? Yapanlar mı? Atanlar mı? Gelişen teknoloji mi? Çevreyi kirleten kalkınma mı? Bütün bunlardan ben mi sorumluydum? Siz mi sorumluydunuz? Hepimiz mi sorumluyduk? Böyle olması bile neyi değiştirirdi ki? Hayır, bin kere hayır. Bu çocuklar dünyayı değiştiriyordu. Yirminci yüzyılın bu canlı belgeselleri, dünyayı değiştiriyordu.

Hepimize sorumlu olduğumuzu anlatıyorlardı. Đçimizin sızlaması, onlara armağanlar vermek hiçbir şey değildi. Asıl olan, onların yaşadıklarında kendi sorumluluğumuzu görebilmekti. Hepimiz sorumluyduk, hepimiz suçluyduk. Nükleer silahlara karşı çıkmayan herkes sorumluydu. Nükleer enerjinin yanlış kullanılışına karşı çıkmayan herkes sorumluydu. Ekosistemi bozan herkes sorumluydu. Buna duyarsız kalan herkes sorumluydu. Dünyanın yağmalanmasına aldırmayan herkes sorumluydu. Kendi rahatımız için, kendi keyfimiz için, kendi çıkarımız için başkasını düşünmediğimiz için hepimiz sorumluyduk. Hepimiz, hepimiz. Andrei’ler, Aleksi’ler, Nataşa’lar, Olga’lar… Sizlere binlerce teşekkür. Hepinize binlerce teşekkür. Bizleri hiç bağışlamayın. Belki böylece biz de doğruyu görebiliriz… Matriyoşka: Sevgili Annecik… MATRĐYOŞKA, tahta bir bebektir.

Bebeğin başı, başörtülü bir annenin sevimli yüzünü gösterir. Boyalı tahta bebekte insanda sevgi uyandıran, şefkat uyandıran bir geçmiş olduğunu hemen sezersiniz. Elinize alıp bakmakla yetinmez de bebeğin belinden yukarısını çekerseniz, daha küçük yeni bir bebecik çıkar. Bu da anne bebeğin kopyası gibi boyanmıştır. Onu açarsanız bir yenisi çıkar, onu açarsanız bir yenisi. Rus bebeği diye bilinen Matriyoşka, budur. O SEVGĐLĐ ANNECĐK’dir. Sözlük anlamı da bu olmalıdır. (Sevgili Ataol Behramoğlu’na da sordum. Yaklaşık anlamının bu olduğunu söyledi. Ataol şair olduğu için filologdan fazlasıdır. Her şair bilimden bir fazlasını bilir, buna inanırım.) MATRĐYOŞKA’nın da şiirsel bir yanı olduğunu geç anladım. Belki de o tahta bebecik Puşkin’den Aytmatov’a kadar uzanan Rus şiirinin anacık simgesindeki özetidir. Şişmandır, sevecendir, iri memelidir, bol giysiler giyer.

Bütün çocukların üstüne titrer, herkesin yardımına koşar, kendi sıkıntılarını düşünmeden başkalarının acılarını azaltmak için çırpınır. Onda doğulu annenin bütün özelliklerini bulursunuz. Öyle modaymış, şıklıkmış, modernlikmiş bilmez. Varı yoğu evidir, çocuklarıdır, komşularıdır, ailesidir. Rus olduğuna bakmayın, ne komünizmi bilir ne de kapitalizmi. Onun bildiği ocağının tütmesi, çorbasının kaynaması, evinin sıcak olması, kocasının dinlenmesi, çocuklarının karnı tok, sırtı pek olmasıdır. Erkek kardeşlerine annelerine bakmadıkları için kızar, kız kardeşlerine hayırsız kocaları yüzünden üzülür. Bunları da kimseciklere söylemez. Borç çorbasını kimseler bilmez ya o icat etmiştir. Yokluğun gözü kör olsun, insana neler yaptırır. Bahçeden lahana toplamıştır, tencereye basmıştır, doldurmuştur suyu, biraz yağ, bolca kırmızı biber basıp kaynatmıştır. Olmuştur size borç çorbası. Bir ev horantasını doyurmak için kafasını her gün yormuştur da böyle neler neler bulmuştur. Ama sevgili MATRĐYOŞKA hiçbir zaman içi sızlayarak kaynattığı çorbanın Paris’in ünlü Maxim restorantında spesiyal yemekler bölümünde yer aldığını öğrenememiştir. O Rusya’nın köylü kadınıdır.

Anadolu kadınının, gene fakirliğin gözü kör olsun, ambarda ne bulursa koyduğu Ezo gelin çorbası’nı yaptığını da bilmemiştir. Çorbanın tarihi yazılmamıştır ama eğer yazılsaydı, kadınların payı da bilinirdi. Çünkü çorbayı kadınlardan başka kimsecikler düşünemez. Amban, kileri, torbayı kazıyıp da kalan kırıntılardan yemek yapmayı becermek yalnız kadınların başarısı olabilir. Đş erkeklere kalsaydı ava çıkmaktan başka akıllarına ne gelirdi ki? Kadınların tarımla, erkeklerin avla uğraşmalarına neden şaşmalı? Tarih boyunca da üretim kadınların, tüketim erkeklerin işi olmamış mıdır? Üretim işini kadınlardan daha iyi kim bilebilir? Tarlanın derdini en iyi anlayan da toprak değil mi? NATAŞA on beş yaşında güzel bir kızdı. Arkadaşlarının arasından yürüdü, armağanını uzattı. Armağanı bir tahta bebekti: MATRĐYOŞKA. Đçimde bir şey cız etti. Đçimde incecik bir tel titredi. Đçimde bir yer damlamaya başladı. Đçimde bir yumruk isyan ederek havaya kalktı. Đçimde bir yumruk geldi, boğazıma dayandı. NATAŞA VE MATRĐYOŞKA. Sustum kaldım. NATAŞA bir Çernobil çocuğuydu.

Çernobil’de bir nükleer santral patlamıştı. Çevreye radyasyon yağmıştı. Çernobil’in yakınında olan Kiev büyük bir radyasyon etkisi altında kalmıştı. Radyasyon insanın kemik iliğini bozuyordu, kan yapımını etkiliyordu, lösemiye yol açıyordu, kanserlere neden oluyordu, üreme hücrelerini bozuyordu. Kiev’li çocuklar bu tehlikelerin tümünü de yaşamışlardı. Belki lösemi olmuşlardı, belki kanserleri vardı, bunları sormaya hazırlanmıştım ama onları görünce hiçbir şey soramamıştım. Ama bildiğim, bu çocukların geleceklerinin olmadığıydı. Onların gelecekleri yoktu. Önlerinde sadece günler vardı, haftalar vardı, aylar vardı. Yıllar var mıydı? Bunu kimse bilmiyordu. 2000 yılını görecekler miydi? Bunu kimse bilmiyordu. Bildiğim şey, NATAŞA’nın ANNE olamayacağıydı. Evet, NATAŞA anne olamayacaktı. Anne olamayacağını bilen on beş yaşındaki genç bir kızın duygularını kim bilebilir ki? ANNE bilir bunu. ANNELER bilir bunu.

O armağan verme anında bütün anneler bunu biliyordu. Onların hepsi de kendilerini unutmuş, belki de kim olduklarını, orada neden bulunduklarını bile unutmuş; sadece NATAŞA’ya ve elindeki MATRĐYOŞKA’ya bakıyorlardı. O anda belki bütün bunları düşünmüyorlardı ama duyumsuyorlardı. Duygular düşüncelerden daha hızlıdır, doğruyu da daha çabuk bulur. O anlar duygular anıydı. Kimi zaman bir an yaşanır, hiçbir zaman birimiyle ölçülemez. Belki bir saniyedir, belki dakikalar, belki saatler, belki bir ömür… NATAŞA o anı nasıl yaşamıştı? Sonradan bunu çok düşündüm. Elindeki bebeğin anlamını düşünmüş müydü? Sadece bir armağan verme anı mıydı? Duygulu dünyasında bir çiçek mi açmıştı? O güzel yüzünde belirsiz bir gölgenin karanlığı gelip geçmiş miydi? Bilmiyorum, hiçbir şey bilmiyorum. Bildiğim bir şey vardı, bu anın anlatılması gerekiyordu, bu anın paylaşılması gerekiyordu, bu anın kalması gerekiyordu…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir