Louis Marschalko – Cihani Yutmaya Hazirlanan Sinsi

Yüz yıldan ziyâde bir müddetten beri milletler, çeşitli vesilelerle birbirlerine karşı daha kuvvetli olmak hususunda bir mücâdeleye girişmişlerdir. Kuvvet; bir çok insanın en yüce gayesi haline gelmiştir. Bankacılar siyâset ve din adamları şirket idarecileri ve Komünist Partilerin faal azaları hep bir «kuvvet avı» peşindedirler. Diktatörlük taraftarları artık eski sosyalist sloganlarını haykırmak yerine «elde etmek istediğimiz kuvvettir!» diye gayelerini açıkça ve zalimane bir surette ilân etmektedirler. Sözde demokratik partiler ise; «istediğimiz kuvvettir» şeklindeki savaş çığlıklarını gönüllerinde muhafaza etmekte ve bunu sır gibi saklamak istemektedirler. Küvet; onlar için bir sihirbazın değneği gibidir ve hayattaki en büyük gayeleri haline gelmiştir. Bunun, muhafazakâr partiler mi, işçi partileri mi, yoksa Hris-tiyan kiliseleri tarafından mı sağlanacağı onlar için fark etmez! Kuvvete tapma mahiyetindeki bu neticeyi aşırı nüfusa sahip modern cemiyetlerin bünyeleri doğurmuştur. «Altın Buzağı» yerleştirildiği kaideden indirilmiş ve bugün ikinci derecede bir remz haline gelmiştir. Kapitalizmin remzi olan ve mukaddes kabul edilen bu hayvanın bütün altınları ve varlığı, bugün kasapta et satılır gibi kuvveti elinde bulunduranlar tarafından parçalanmaktadır. Kilise, insan ruhunu kontrol altına almakla, Marksistler madde vasıtasile bir mutlaki-yet kurma yoluyla, bankacı, matbuatı elinde tutarak ve altın stoku vasıtasile, Bolşevikler ise; silâhların tehdidi ile kuvveti elde etmeğe çalışmaktadırlar. Fakat bütün, parti, grup, cemaat, demokrasi, diktatörlük ve kiliselerin ortak bir tarafı vardır; hepsi kuvvet istemektedirler. Kuvvet çoğu zaman mutlak olarak göründüğünden kolayca anlaşılmakta ve «Fort K n o x » daki altın-YAHUDİ 9 lardan daha yaygın olduğu bilinmektedir. Şöyle ki; oradaki bütün altın dünyadaki insanlar arasında pay edilseydi, adam başına hiç kıymeti olmayan bir meblâğ düşecekti. Fakat imparatorluklar, eyaletler, cemiyetler ve hattâ kıt’alarm üzerindeki kuvvet o kadar sonsuzdur ki; Hıristiyanlıktaki «beş somun» ve «iki balık» gibi paylaştırılabilir. Kuvvet, «Bakanlık» derecesine kadar mevki ve menfaat sağlar. Ayrıca polis kuvveti, parti sekreterliği gib diğer ehemmiyetli veya daha az ehemmiyetli işler kazandırır. Fakat bu, sadece kuvvetin takipçileri ve kuvveti elinde tutan patronların teşekkülüne âid olanlar için câri olan bir hakikattir. Bu, parti liderlerinin, patronun, diktatörün ve bankacıların sürüsünü takip edenlerin, demokratik birlik âzalarının durumudur. Tabiîdir ki, Hristiyan ticaret birlikleri ile, mason localarına âzâ olanların vaziyetleri de aynıdır. Böylece, bu günlerde hemen hemen her içtimaî mektebin sadece bir istikamet hedef tuttuğu anlaşılabilir: Kuvveti ele geçirmek! Kiliseler «İbadet edelim!» derler, fakat bu kelimelerin arkasında yalnız İsa’nın kı-rallığı değil, aynı zamanda papazların küveti de gizlidir. Komünistler, dolandırılmış parti mensuplarına ve takipçilerine «Hürriyet» diye bağırırlar. Fakat bu boş sloganın arkasında işkence odaları, tevkif kampları ve Sibirya işçilerinin karanlık kulübeleri yer almıştır. Burada çalışanların sefaleti ile imtiyazlı komünist idareci sınıflarının kuvvet ve zenginliğini yan yana bulmaktayız. «Demokrasi», Garp Dünyasının ilân ettiği bir slogan olmasına rağmen, iyi bilinmektedir ki, seçim sistemleri halkın kuvvetini temsil etmekten çok, gizli kliklerin esrarengiz tesirlerine perde vazifesi görmektedir. Bütün bu sahte hedeflerin arkasında dünya hâkimlerinin en şeytanca hülyası yatmaktadır: Bütün Dünya’nm efndileri olmak! Bu haris gayeye, Üzeyir ve Musa’dan Büyük İskender’e, Sezar’dan Stalin’e kadar bütün kralların, bankerlerin, diktatörlerin bu en büyük emeline nasıl varılabilir? Bu gayeye ulaşmak için orduların modası artık geçmiştir. Hidrojen bombası her iki grupu da bir anda silmeye kâfidir. Her ikisi de roketlerle bombalanabilir. Fakat böyle bir hareket «zafer» imkânsızdır. Onun için Dünyayı fethetmek maksadiyle yürütülecek plân «sulh» yolu ile olmalıdır. Meselâ bir çek defteri, UNESCO, yeni bir ahlâk düsturu veya sulh propagandası bu plânın birer safhası olabilecektir. Lenin, bu fikirden hareketle kuvveti ele geçirmek ve yaymak için « B o 1 ş “e v i z m adı altında şeytanca bir stratejik sistem kurmuş ve inkişaf etirmiştir. Bolşevizm, bugüne kadar kuvvet kaynaklarını kullanma tekniğinin teferruatından habersiz olan halk tarafından, dâima önünde durulmaz bir kuvvet olarak görülmüştür. Bütün Dünya, Bolşevizm’in aynı zamanda Marksizm, Masonluk ve Kapitalizmden mürekkep bir cereyan olduğunu anlıyamamıştır. Çünkü bir diğer dev ve âlemşümul proje, bir buçuk asırdan beri yürütülmekte ve başarı noktasına hemen hemen yaklaşmış bulunmaktadır. Eski doktrinlerin ışığı altında bu proje, « i z m 1 e r », partiler, cemiyetler, kiliseler, meslekî teşekküller veya içtimaî sınıfların herhangi biri üzerinde kuvvete sahip olmak gayesi yerine daha geniş bir hedefe doğru hızla gitmektedir: «Tek millet fikri» Lenin’in sistemi için yapılan plânlar bir dereceye kadar kaba ve sun’î idi. En büyük zaafı bir generalin, akrabasının düşmana hücum yerini, orduların kuvvetini ve takip edecekleri taktikleri bildirmesi olmuştu. Temel bir plân olan diğerinin ise, daha tesirli olduğu ispat edilmiştir. Çünkü tarihteki bütün muvaffakiyetli askerî harekâtlarda olduğu gibi sırlar yabancılardan —hattâ kendi insanlarından bile — dikkatle saklanmıştı. Bu plânın en değerli yönü, meselâ faaliyetleri, sınıf kavgaları ile sınırlanmış «ticarî birlik idareci» lerinin veya sadece ruhî mes’elelere bağlı kalan kilise mensuplarının taktiklerinden daha umumî bir şekil ifade etmesidir. Bu, tam ve mutlak bir totaliter rejimdi. Bu plân, bugün daha belirli bir hareketle veya siyasî taktikle kuvvet elde etmek gayretinde değildir. Fakat sistem, bütün dinî ahkâm, kiliseler, maddecilik ve siyasî doktrinler vâsıtasıyle işlemektedir. Bütün mevkiler, hareketler, kiliseler, mason locaları ve ticarî birliklere yerleşmesi istenmektedir. Hem Bolşevizm’i ve hem de Kapitalizm’i elinde tutmayı arzu etmektedir. Gerçekten hem maddeciliği hem de mefkûreciliği elinde tutmak için bütün yazarlar, ressamlar, politikacılar ve halk topluluğunu kendi hâkimiyetine almak veya kiralamak ister. Her yerde görülmeyi değil, mevcut olmayı, her şeyi idare ve murakabe etmeyi hedef tutar. Bölmek ve hükmetmek! Birbirinden kopmuş parçaları birleştirmek, fakat belirli bir anda birleşmişlerse saldırmak. Dünyayı ve Dünya hâdiselerini takip eden herhangi bir kimse, bu plâmn bugün kat’î bir şekil aldığını kolaylıkla görebilir. İçtimaî yapının parçalanması hususundaki gayede mutlak bir muvaffakiyete ulaşılmıştır. İnsanlık, yalnız Allah’ın yarattığı ırk ve milletler olarak bir taksim ve ayrılmalara mâruz kalmamış, milletler de kendi aralarında parçalanmalara uğramışlardır. Doğu ve Batı Almanya da, Kuzey ve Güney Kore gibi ikiye ayrılımştır. Avrupa, demirperde ile bölünürken Çin ve Hindi Çin de parçalanmış ve birbirlerinden ayrılmışlardır. Cemiyetler, beyaz ve renkli insanlar, kapitalistler ve Bolşevikler, işçiler ve işverenler, paralı sınıflar ve çalışanlar, Katolikler ve Protestanlar, ezenler ve ezilenler, galipler ve mağluplar diye farklı sınıflara ayrılmışlardır. Fakat ileride de göreceğimiz gibi, bütün bu karışıklık ve bölünmeler demir bir irâde tarafından idare edilmekte ve bu irâdenin, aynı ırktan olan onbeş milyon insanı keyfine tâbi kılan liderlerin gizli kuvvetinin eseri olduğu dikkati çekmektedir. Bunlar Kremlin’in kalın duvarları arasında oldukları kadar, kapitalist Dünyanın kapanmış kapılarının da ardmdadırlar. Ücretlerdeki artışlarla, enflâsyona sebep olan onlar olduğu gibi öfkeli kalabalığı bilhassa kışkırtarak grevler, nümayişlere sebep olanlar da yine onlardır. Hristiyanlığa hücum ederlerken aynı zamanda krallığı «dünyevî» olmayan kiliselerin dünyevî kuvvetlerin müdafaacısı gibi görünürler. Atom âlimleri de, atoma karşı gelen insan koruyucuları da onlardır. Komünist gizli polisinin hem kurucuları, hem kaatilleri oldukları halde, Birleşmiş Milletler mensuplarını katletmekle sulçayanlar da onlardır. Vatanperver fikirlerin baş düşmanıdırlar; eyaletlerin hürriyetlerine karşıdırlar ve ırk tefrikine karşı göründükleri halde, Dünyada şimdiye kadar görülmemiş bir şiddetle «ırkçı» bir milliyetçiliği temsil etmektedirler. Dünyamız, bütün kıt’alar ile ister açıkça ister gizli bir şekilde olsun bugün bu «Yahudi Milliyetçiliği» nin hakimiyeti altına girmiş bulunmaktadır. Geiger âleti ile nasıl atom şualarının varlığı da bulunabiliyorsa, belirli metodlar kullanmak suretiyle bu hakikat de kolayca ortaya konulabilir. Meselâ, eğer bir millet, eyalet, matbuat, siyaset adamı veya herhangi bir insan bir diğer eyalete, sınıfa veya şahısa kanunlar veya o cemiyetin örfleri yasaklanmış bir harekette bulunuyorsa demokrasinin bugünkü en yüksek zamanında herşeyin serbest olmasından ve birçok şeye aşırı müsaade edildiğindendir. Fakat eğer herhangi bir kimse, aynı hareketi Yahudiliğe karşı, hattâ tek bir Yahudiye karşı yaparsa, O’nlar bu kabahati işleyen ister tek bir şahıs olsun, isterse de bütün bir millet olsun onu yer yüzünden sileceklerdir. Bu, eğer lüzumlu ise, atom bombası, muzaffer Kızıl Ordu veya «demokratik) teşekküller tarafından sağlanabilir. Belki de bir çek defterinin veya bir Tommy silâhın korkunç karanlığı bu işi başaracaktır. Bir çok şeyler arasından sivrilen bu görünmez kuvvet, muvaffakiyetini son asır boyunca Yahudi olmayan insanların yanlış anlayış ve gafletlerine borçludur. Yahudiye dâima milletlerarası bir insan gözü ile bakılmıştır. Halbuki ona karşı çıkmanın hakiki sebebi bu değildir. Diğer taraftan, bir kimsenin başkalarına vereceği zararı meşru kılması kolay değildir. Çünkü dayandığı sebepler olan ırk, din zaten onu bu türlü davranışa sevk eden âmillerdir. Onun için Dünyayı hâkimiyetine alan ve Beşeriyeti yok olmaya doğru götürmekte bulunan küçük fakat mutaassıp milliyetçi bir ekalliyete karşı döğüşmenin Allanın bize vermiş olduğu bir hak ve insanlık vazifesi olduğuna inanmışızdır. Sonunda, atom bombasının ışığında sahte, şerefsiz, hilekâr bir Dünyada, karışık bir cemiyette yaşadığımızı ve umumî bir felâketin arifesinde bulunduğumuzu anlamışızdır. Bu şeytanvâri kabile milliyetçiliği, Dünya kuvvetini ellerinde tutmaktadır. Dünyayı bütün insanlarıyla birlikte bir anda yok edebilecek olan hidrojen bombasına sahiptirler. Bütün bunlar sadece kötd bir rüya, bir kâbus mudur? Bu suale cevap verebilmek için bu kabile milliyetçiliği ve taktikleri hakkında daha fazla şeyler öğrenmemiz gerekir. Böylece bu kâbusun hakikatten başka birşey olmadığını görmüş olacağız. DÜNYADAKİ EN ESKİ NAZİZM «…ve siz, sizlerden daha büyük, daha kuvvetli milletlere hükmedeceksiniz.» (Tevrat 5 nci cüz, 23.) Eski Ahid yâni Tevrat’ı teferruatı ile incelemeden ne Yahudilerin Dünya’yı hâkimiyetleri altına alma sebeplerini öğrenebiliriz, ne de günlük hâdiseleri anlıya-biliriz. Eski Ahid’in ilk beş cüzünü bilmiyenler Yahudilerin hiçbir kötü niyetleri olmadığı vehmine kolayca kapılabilirler. Böyle kimseler, Yahudiliğin Dünya hakimiyetinin eşiğinde olduğunu idrak edememektedirler. İkinci Dünya Harbi sonunda yâni Alman Nasyonel Sosyalizmi’nin mağlûbiyetinden beri bu müthiş hakikatlere temas etmeğe cesaret eden herhangi bir kimseye Nazi adını vereceklerdir. Bu kimse, yeni bir diktatörlük kurmak istemekle, belki de yeni bir katliam planlamakla suçlanacaktır. «Yahudi» kelimesini bir «tabu» yaparak şahısların fikirlerini açıklamalarına mâni olmakta, aynı zamanda Dünya üzerinde yaşayan insanların içinde bulundukları tehlikeyi görmediklerine emin olmak istemektedirler. Nazizm ile sulçama elverişli, ucuz ve basittir! Sokaktaki herhangi bir adam Nasyonal Sosyalizm hakkında Yahudi neşir vasıtalarının onun bilmesini istediklerinden daha fazlasını bilmez ve cahilliği ile Yahudileri «zulmedilmiş ırk» olarak görür. Böylece zihne hitâb eden propaganda ile zehirlenmiş sokaktaki adam, liderlerinin Nüremberg’de «Dünya vicdanı» adına idam edilen Alman Nasyonal Sosyalizmi’nde lanetlediği hususların üç – dört bin yıldan beri mevcut olduğunu idrak etmekten uzaktır. Musa’nın «Führerliği» sırasında herşey JAHVE (YAHOVA) totaliter rejimi ile aynıydı. O günlerin ırk koruyucu Yahudi kanunları ve Yahudi kabile sosyalizmi, Alman Nasyonal Sosyalizmi’nin öncü lideri , halinde idi. Üstün ırk ile dinî ve siyasî inanışlar, Bitler’-in kendi icatları değildi. Bitler, Goebbels ve Resenberg, üstün bir ırk fikrini gerçekleştirmeğe çalışırlarken Yahudiliğe karşı Yahudiliğin silâhlarını kullanmaktan başka bir şey yapmıyorlardı. Yahudi dünyasının Müttefik Kuvvetler bayrağının altında suçladığı herşey aslında kendi eser ve icâd-ları idi. Yahudiler, Nüremberg’de kendilerini astılar. Irk tefrikini ortaya koyan kanunlar ilk defa Ezra (Üzeyir) ve Nehemiah peygamberlerin kitaplarında yayınlanmıştır, yoksa Nüremberg’in «Irk Koruma Kanunu» (Rassenschutz Gesetz) ilk değildir. İlk temerküz kampları Beinrich Bimmler tarafından değil, kral Süleyman tarafından kurulmuştu. Mağlûp düşmanın toptan imhası da ilk defa Yahudilerin Führef’ı Musa’nın emirlerinde görülmektedir. Bitler sadece Almanların Yahudilere nazaran daha üstün bir ırk olduğunu ilân etmiştir. Bu noktada Musa daha da ileriye giderek, Yahudilerin Allah’ın seçkin kulları olduğunu, dolayısıyle mukaddes olduklarını söylemişti. Her Yahudi ferdi mukaddestir, ve bir Yahudiyi gücendirmek Allah’ın kendisini gücendirmektir! Bu kanaat, Yahudi zihinlerinde bugün dahi yaşamaktadır. (*) Bu, ırk mutlakiyetinin en mübalâğalı şekli değil de nedir? Gayet açıktır ki, bu ırk üstünlüğü ve kudsiyet en kibirli halde günümüze kadar ulaşmıştır. Herhangi bir şekilde itham edilen bir Yahudinin muhakeme önüne çıkarılmasını protesto eden bütün bir Yahudi cemiyeti ve bir Yahudiye yapılan hareketin bütün Yahudilere teşmil edilmesi, bize bu hakikati göstermektedir. Yahudi milliyetçiliğinin dört bin yıllık standartlarına göre bir Yahudiye karşı yapılan tahkir, Allah’a karşı yapılan bir hücum ve İbrahim’in mukaddes zürriyetine karşı işlenen bir cürümdür. Musa’nın birinci ve en önemli şer’î hükmü ırk saflığını korumaktır. Tevrat’ta sık sık tekerrür eden dü- (1) Müslümanlarca malûmdur ki, bu sakat görüşler, aslında Benî İsrail Peygamberlerine âid olmayıp, onların getirdikleri semavî emanetleri tahrif edip bu şekle sokarak bu peygamberlere izafe eden egoist Yahudi ideologlarına aittir. (Muti şünce işte Musa’nın, bu emridir. Musa, vaadedilen toprakların fethinden evvel komşu memleketleri işaret ederek İsrail’in çocuklarına şöyle diyor: «…onlarla anlaşma yapmıyacak ve merhamet göstermiyeceksiniz. Onlarla evlenmiye-ceksiniz de; kızını onun oğluna vermiyecek, onun kızını da kendi oğluna almıyacaksm.» (Tevrat 5 ci cüz, 2-3) Dörtbin yıl sonra, Nüremberg kanunları ile Yahudilerle evlenmeyi, arkadaşlığı ve ticarî münasebetleri yasak eden Alman Nasyonal Sosyalizmi de aynı nok-ta-i nazardan hareket etmiştir. Nüremberg mahkemelerinde Yahudilerin yerleştirdiği hâkimler, «dünya vicdanı» adına Alman ırk kanunlarının barbarca olduğunu tam mânâsı ile ispat edemediler. Aynı zamanda bu hâkimler, verdikleri cezalarla Yahudilerin tâ kendilerini suçladıklarının farkında değildiler. Yahudiler, Bâbil esaretinden döndüklerinde «… karışık bir kalabalık halinde İsrail’den ayrıldılar.» (Nehemiah 3.) Ve «Nazı » peygamber hatıralarına şöyle devam ediyor: «O günlerde Ajdod’un Ammon’un ve Mo-ab’m kadınları ile evlenen Yahudiler gördüm. Çocukları Ajdod lisanı ile konuşmakta ve Ya-hudice bilmemekte idiler. Onları lanetledim ve bazılarına vurdum, saçlarını yolarak Allah’ın lanetini üzerlerine çektim. Kızlarınızı onların oğullarına vermeyin, onların kızlarını da oğullarınıza veya kendinize almayın dedim…» (Nehemiah, 23-25) O zamanlarda ırk koruma kanunlarının peygamberi olan Nehemiah, bu ırk safiyetini çürütenlere karşı lanet yağdırırken Ezra onlarla daha fazla bir enerji ile mücadele etmekte idi. Kitabında Yahudilerin, Ca-naanitelerin, Hititlerin, Jebusitlerin, Ammonitelerin, Maoabitelerin Mısırlıların, Ammoritelerin kızları ile evlendiklerini, böylece mukaddes soyun bu toprakların halkı ile karıştığını söylemektedir. (Ezra, 1, 12). Ezra, Yahudi ırkının saflığını bozanların Kudüs’e gelmemelerini emretmekte, kitabında Yahudi olmayan karılarının geri yollanmasını söylemektedir. Tevrat, bu Yahudiler arasında Yahudi olmayan karılarından çocukları olanların da bulunduğunu kaydetmektedir. Fakat bu bir şey değiştirmez! Mukaddes zürriyeti bozanlar kadın olsun; çocuk olsun geride kalmalıydılar. Dini Führerlik yabancı teb’alı anneler ile bunlardan olan çocuklara müsamaha etmiyecekti. Peygamberler, Mr. Sulzberger’in New York Times Gazetesinde bu «müsamahasızlığı» Allah’a karşı büyük bir günah olarak sıfatlandırdığı ikibin yıl sonrasına basiret gösterememişlerdir. Tevratı okutan ve öğreten «Hıristiyan» kiliseleri, Nüremberg’in Hitler kanunlarını «Allah’a karşı» olarak suçlamalarına rağmen 1953 İsrail parlâmentosunun, Yahudilerin Yahudi olmıyanlarla evlenmesini yasaklıyan kararlarına tam bir anlayış ve itaat göstermişlerdir. Böyle bir ırk ayırımı, koyu bir batıl itikatçılık ve dalâlet olarak gözükebilir. Fakat Yahudiler, ırk saflığına yine de en ehemmiyetli bir emir gibi saygı gösterirler. «Bir Ammon’lu veya Moab’lı, Allah’ın cemaatine giremiyecektir; hattâ onuncu göbek-F: 2 ten sonra bile ebediyen Allah’ın cemaatine gi-remiyeceklerdir.» (Tevrat 5 ci cüz, 3.) Sonradan gelen bütün Yahudi nesilleri, Musa’nın bu emrini o kadar ciddiye almışlardı ki, Houston Stewart Chamberlein’a, göre hâlihazırda Yahudi olmıyanlardan gebe kalan Yahudi kızları uzak diyarlara gönderilip oralarda çocukları ile birlikte öldürülmüşlerdir. 1949 yılına kadar yakın bir geçmişte, Amerikalı Yahudi hahamları, Yahudilerin başka dinden olanlarla evlenmesini yasaklıyan bir ferman neşretmişlerdir. «Mukaddes Z ü r r i y e t » in sihirli ve en üstün ırk olma hissi, Tevrat’ta gelmiş geçmiş zamanların en mutaassıp milliyetçiliğin hırçın bir ateşi olarak yanmaktadır. Yahudiler, dinî Führerciliğin dinî ve milliyetçi kanunlarına uyacağız diye eski zamanlarda kendi ırklarından olmıyanları öldürmüşler, ortadan kaldırmışlardı. Ve modern «harp canileri» nin Nüremberg’teki mahkemelerini göz önüne getirince ne kadar Yahudi kral ve peygamberinin aynı itham karşısında kalması gerektiğini düşünmekteyiz. Fakat sözde Hristiyan kiliseleri, hiç bir şeyi suçlamadıkları gibi Yahudi olmıyanlarm çocuklarına da «en kana susamış kitabı», Tevrat’ı okutmaya devam etmektedirler. Sözde mukaddes Yahudi kitablar intikamdan gurur duyduklarını açıkça belirtirken bütün milletlerin de katlinden, ortadan kaldırılmasından bahsetmektedirler. Yine onlar, Yahudi olmıyan bebekler de dahil olmak üzere bütün masumların öldürülmesini en yüksek bir millî vazifenin ifâsı ve Allah’ı en memnun edecek bir hareket olarak ilân etmektedirler. «…onları öldürecek ve külliyen yok edeceksiniz; onlarla hiçbir anlaşmada bulunmıyacak, onlara merhamet göstermiyeceksiniz.» (Tevrat 5 ci cüz, 2.) Musevilerin üstün ırkı bütün cürümleri işlemekte hürdür. Torah’a ve peygamberlere göre diğer ırk ve insanların katli ve imhası yalnız dinî bir vazife değil, aynı zamanda Yahudi miletinin mutlak bir hakkıdır ve bu hak onlara başkalarına hükmetme imtiyazım da verir. İsaiah peygamber, göz alıcı ve parlak renklerle gelen bu câzib Dünya kuvvetini şöyla tarif etmektedir: «Allah şöyle der: İşte, elimi Yahudi olmı- . v yanların üzerine kaldıracağım, ve onlar oğullarınızı kollarında, kızlarınız sırtlarında taşıyacaklardır. Ve krallar sizin uşaklarınız, kraliçeler dadılarınız olacaktır; önünüzde yüzleri yere doğru olarak eğilecek ve ayaklarınızın tozunu yalıyacaklardır…» (İsaiah, 22, 23.) «VE yabancıların çocukları sizlerin duvarlarınızı örecekler… Kapılarınız daima açık kalacak, gündüz veya gece onları kapatmıyacaksı-nız. Size hizmet etmiyen milletler ve krallıklar yok olacaklardır; evet, bu milletler ortadan kaldırılacaklardır…» Yahudi olmıyanların sütlerini de emecek ve kralların göğüslerini bitireceksiniz…» (İsaiah 10 – 12, 16.) Bu, yalnız ırk farkından dolayı değil, aynı zamanda ilâhî emir esasından hareketle Yahudiler, kendilerinde, kuvvet ve idareleri altına aldıkları yabancılara hükmetmek ve onlara köle muamelesi yapmak hakkını bulmaktadırlar. «Ve Süleyman, İsrail topraklarındaki bütün yabancıları soydu… ve bunların onbinini yük taşıyıcısı, dörtbinini de dağlarda taş kesici olarak çalıştırdı…» (II. Kronoloji, 17-18.) Musa’nın koruyucu «Nüremberg Kanunları» ndan ve Ezra ile Nehemiah’m ırk tefriki ve Dünya kuvveti çılgınlıklarından sonra yabancıların üstün ırk için çalıştıkları ilk temerküz kampını ve kölelerin iş yerini görüyoruz. Bunlar beşeriyet mahkemesinde, itham etmeden, muvaffakiyet kazanmış hakikatler olarak kabul edilmektedir. Sovyet işkence odaları ve Kaganoviç İmparatorluğunun çalışma kampları hep İsrail topraklarında gerçekleşmiştir. Sulzberger Matbuatının Dünya’ya tanıttığı gaz odasının aslında üstün ırkın bir icadı olduğunu anlamak için «Mein Kampf» (Kavgam) ı değil Tevrat’ı incelemek gerekir. Samuel Peygamber bize «beşeriyetçi» ırkın zafer sorhoşluğu içinde mağlup ettikleri düşmanlarına nasıl muamele ettiklerini şöyle anlatıyor: «Ve O, orada (Ammon’un Rabbah şehri) bulunan insanları getirdi ve O’nları testerelerin, demir tırmıkların ve baltaların altına yatırdı, tuğla fırınlarından geçirdi; ve böylece Ammon’un çocuklarına herşeyi yaptı. Sonra David (Davud) ve diğer halk Kudüs’e döndü.» (II, Samuel 31.) /Dünyada ilk temerküz kampı, ilk gaz odası (tuğla fırını) İsrail’de olmuştur. Ve içinde saf bir ırkı barındıran şehir de ilk defa Avrup’da değil Kudüs’te kurulmuştu./ Bu hakikatlere temas ederek Houston Stewart Chamberlain, «Yahudiler kendi kaderlerini tayin etmişlerdir!» diye yazmaktadır. Eski zamanların saf ırkı koruyucu kanunlarını, safi Yahudi şehirlerini, temerküz kamplarmı ve gaz odalarını icad eden bu Yahudi kabile sosyalizmi, hiçbir zaman ölmedi. Komşu millet ve ırkların katliamı devam etti. Her mağlûbiyetten sonra tekrar dirildi. Esirlikleri sırasında üzüntülerini melânkolik seslerle ifâde ederken, istiklâlden sonra yeniden dinlen bir milliyetçiliğin öfkesi ile yeni Kudüs’ü yaratmaya koyuldular. Bütün Dünya milletleri üzerindeki kuvveti Yahudilerin eline verecek olan bir Yahudi siyasî lideri, bir yeni Füh-rer ve bir yeni Mesih arıyorlardı. Yahudiler bu muhteşem millî rüyayı hiçbir zaman akıllarından çıkarmadılar. 1897’de Basel’deki Siyonist Kongre sırasında Kiev Üniversitesi profesörlerinden Dr. Manderstein 29 Ağustosla konferansı açarken yaptığı konuşmada: «Yahudiler diğer milletlerin yükselmesini ve refahını önliyecek bütün tesir ve kuvvetlerini kullanacaklardır ve tarihî ümitleri olan Dünya kuvvetini eline geçirmeyi kararlaştırmışlardır,» demiştir. (Le Temps, 3 Eylül 1897.) Böyle mutaassıp milliyetçilikle ilk saf Yahudi şehri Kudüs’te kuruldu ve Yahudi olmayanlardan tamamen bir kopma gerçekleşmiş oldu. (Joel, kısım, 17.) Yahudi hahamları, Yahudi olmayanları yeni bir Dünya’yı paylaşmaktan veya oradan bir yer almaktan tuzak tutulmasını halka öğütlüyorlardı. (Trak-tat, Gittin, cilt 57, Babil Talmudu.) Yahudi ırk milliyetçiliği, İsa’nın doğumunu müteakiben tarihinin en tehlikeli anlarını yaşadı. Bu, Yahudi tarihinin en hayatî anı idi veya olabilirdi. Acı bir hayal kırıklığına uğradılar. Bekledikleri kurtarıcının Mesih olmadığını öğrenince sarsıldılar. O, kendilerini Romalı askerlerden kurtaracak millî bir kurtarıcı değildi. O, an-timilliyetçi veya bugün bir beynelmilel âsi diyebileceğimiz bir kişi idi. Sanki New York borsasını elinde bir kamçı ile basmağa tayin edilmiş bir McCarthist idi. Bu yeni peygamber Yahudiliğin üstün ırk olduğuna inanmıyordu. Yahudi standartlarına göre kendisi Yahudi olmıyanlardan geldiğinde menşe ırkı oldukça şüpheli idi ve Kudüs’te herkes O’nun yabancı şive ile konuşan mü’minlerini kolaylıkla tanıyabiliyordu. Kudüs sokaklarında bu lider ile o’nun bağlıları en kuvvetli Yahudi otoritelerinin Yahudi hayat tarzı ve Yahudi Milliyetçiliği ile alâkalı doktrinlerine karşı, va’azlar veriyorlardı. Meselâ onlar Sanhedrin’lere, Pharise’lere, Scribe’lara ve Sadduce’lere karşı vaazlar vermişlerdir. Baş Haham Peter’in fikirlerine tamamen zıt olarak başka ırktan gelen balıkçı, Roma İmparatorluğunun kumandanı Cor-nelius’a, Allah’tan korkan ve doğrulukla hareket eden «bütün milletlerin» Allah’ın sevgili kulları olduklarından, bir milletin diğerinden ayrı tutulması gerektiğini, yalnız Yahudlier için hususî bir Mesih bulunmadığını, bütün insanoğullarınm yalnız Allah’ın kulları olduklarından dolayı Yahova’nm takipçilerinin ırkî bir üstünlüğü olmadığını yaymışlardır. O yalnız Yahudilerin değil, bütün insanlığın kurtarıcısı olduğunu söylemişti. Herhangi bir üstün ırkın hâkimiyetini kabul edemiyeceğini açıklamıştı. Bundan dolayı çarmıha gerilmeliydi. (*) Roma İmparatoruna, «Çarmıha ger onu!» diye bağırdılar. İmparator Nüremberg savcısının bir benzeriydi ve bu hırçın kalabalığın hiddetini karışık bir hisle karşıladı. «Onu çarmıha gerin». Hepsinden sonra bu, Mesih, İbrahim’in mukaddes zürriyetinden gelmediğini de ispat edebilirdi. Houston Stewrat Chamberlain, Die Grundlagen des Neunzehnten Jahrhunderts (Ondokuzuncu Asrın Temelleri) adlı kitabında Yahudilerin Dünya tarihine girmelerinin hayatî neticelerini açıklamaktadır. Kendisi, İsa’nın soy bakımından bir Yahudi olmadığını ortaya atan ilk yazardır. Chamberlain, aynı zamanda, Galile isminin «Gelil haggoyim» yani Yahudi olmıyanların yerleşmiş olduğu topraklar mânâsına geldiği neticesine varan yine ilk yazardır. Bunlar şiveleri ile diğerlerinden ayırdedilebiliyorlardı. Yazar, «İsa’nın bir Yahudi olmaması ve damarlarında bir damla bile Yahudi kanının dolaşmamış olması imkânı o kadar büyüktür ki; hemen hemen katiyete yakındır,» diye yukarıda bahsedilen kitabında yazmaktadır. (Cilt 1, sayfa 256.) «İsa bir Yahudi miydi?» suali, Macar tarihçisi Perene Zajthy tarafından «Hungarian Millenia» adlı kitabında ele alınmaktadır. Bu kitapta yazar, Yahudilerin bile İsa’nın Yahudi soyundan geldiğinden şüphe ettiklerinden bahsetmektedir. Zajthy, Milâttan önce ye- (!) Bu satırların yazarının pir hristiyan olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Tekrar tekrar hatırlatmak ve okuyucudan değerlendirilmesini sonuna kadar bu bilginin ışığı altında yapmasını hasseten rica ederiz. (Mütercim). dinci asırda Shalmaneser’in bütün Galile halkının zincir altında esarete gittiğini ve orada tek bir Yahudi bile kalmadığını belirtmektedir. Daha sonra yer değiştiren nüfusun yerini Scythian kabileleri aldı ve Yahudi dini ahkâmını kabul ettiler. Fakat Yahudilerin kendilerinin belirttiklerine göre, onlar sadece «Yahudi kanunlarının hâkimiyeti altında» idiler. Yahudiler, onları hiç bir zaman İbrahim’in mukaddes zürriyetinden gelen hakiki soydaşları olarak kabul etmediler. «… Ara ve bak: Galile’den hiçbir peygamber gelmemiştir.» (John, 52) diye Yahudiler havarilere söylemişlerdir. Peygamberler ancak Xahudi ırkının meydana getirdiği cemiyetlerden çıkabilirdi. Eski Yahudi kanunları, Yahudi fertlerini son derecesine kadar korurdu. Ölüm cezası ancak Yahudileri, imânını terketmeye kandırmak isteyen ve ırk birliğini bozmaya teşebbüs eden kişilere verilirdi. Ferenc Zajthy, eski Yahudi kanunlarına ve âdetlerine göre, ölüm cezasına mahkûm edilmiş bir ferde bile kurtuluş kapısının nasıl açık bırakıldığını anlatmaktadır. İdam yerine giden yolun üzerinde her yüz adımda bir gözcüler bulunurdu. Gözcülerin vazifesi kollarını kaldırarak mahkûmun masum olduğunu ispat etmeğe gelen şahitleri rapor etmekti. Yeni şahitlerin ortaya çıkması ile kanunlar yeniden mahkeme kurulmasını veya umûmî af çıkarılmasını emrederlerdi. Ne gariptir ki, İsa, çarmıha doğru ilerlerken hiçbir şahit onun masumiyetini ispata ve onu kurtarmağa cesaret edememiştir. O’nun vaazlarını dinliyen veya onun mucizelerini gören kimselerden de elini kaldıran olmamıştır. Hiçbir şahit O’nu kurtarmağa gönüllü olmamıştır. Kimsenin öne çıkmağa müsaade edilmemesi O’nun bir Yahudi olmamasının kat’î bir delili olarak ortaya, çıkmaktadır. Çünkü Yahudi kanunlarına göre yeniden mahkeme ancak İbrahim’in mukaddes zürriyetinden gelenler için mümkün idi. Goyim, Gentileler, yabancılar ve Yahudi kanından olmıyanlar veya kanunen Yahudi olup da ırk bakımından Yahudiler’den gelmiyen-ler bu haktan mahrum edilmişlerdi. Galileliler, Cus-hanlar ve Huvilainler de bu hakkın dışında tutulmuş-lardır-^Yahudi kanunlarına göre herhangi bir yolcu bunlardan birini suyun içinde çırpmır görürse başlarını suyun içine bastırmak suretiyle boğulmalarım bile emretmiştir^ Biz hıristiyanlar, «Masum Fikir» teorisini kabul etmişizdir. Yâni İsa, hiçbir ırka mensup değildir. Fakat bu durumda İsa’nın ilâhî menşei, bütün şahsiyeti ve vaazlarının Yahudilere karşı bir isyan mâhiyeti taşıdığı daha kesinlikle ortaya çıkmaktadır. Hıristiyan Orta Çağı, (ki Yahudi mütefekkirleri tarafından karanlık çağ diye adlandırılmıştır) Yahudi ırk milliyetçiliğine karşı olan mukavemetin ehemmiyetini kavramıştı. «Fransız İhtilâli» nden ve Yahudi istiklâli’nden sonra bu Hıristiyan ileri görüşlülüğünün nasıl kaybolduğunu göstermek fırsatını ileride bulacağız. O yıllardan zamanımıza kadar Hristiyan fikirlerinin karartılması ilerleme kaydetmiştir ve bugün bu karanlık o kadar delinmez bir hale gelmiştir ki; bir çok fikir hareketleri, Hıristiyanlığı ve Yudaizmi karıştırmaktadır. Bundan daha kötü olarak bazı Hıristiyan papazları, Yahudi hahamlarının bir hususiyetini kazanarak dinî merasimlerde bu mutaassıp nefreti dile getirmektedirler. (Meselâ Hiroşima ve Nagasaki’ye atom’ bombası atılmadan önce Amerikan ordu ve donanma papazının duası okunmuştur.) Nüremberg’te mahkûm edilen nasyonalizm sadece yirmi yıl yaşamıştı. Fakat ırk milliyetçiliği « d o ğ -m a M sı ile Musa’nın Mein Kampf’ı yaşadı ve binlerce yıl Yahudiler tarafından büyük bir gayretle tatbik edildi. Bu eski milliyetçiliğin şiddeti hiçbir zaman azalmadı, hattâ « G a 1 u t h » yâni vatansızlık zamanlarında bile. y^-TFTn-^^ Babil esaretinden sonra Yahudiler ve Roma İmpa-ratorluğu’nun dağılan azaları, İskenderiye civarına yerleştiler. Hepsi, hür Romalı vatandaşlar ve «hür akıllı» halk idiler ve hâlâ Kudüs’teki tapmağa yıllık hediyeler göndermeğe devam ediyorlardı. Parçalanmadan sonra bu milliyetçiliğin ateşi daha şiddetli ve daha hırçın bir şekil aldı. Yedi yüz yıl önce Yahudi edebiyatının parlak yazarlarından Moseban Majemon Mischneh, «Torah» adlı eserinde Mesih’in varışının imkânlarını ve milletinin Dünya kuvvetini ele geçirmesini parlak renklerle tasvir etmektedir. «Dünya, İsa ve Tevrat ile alâkalı şeylerle artık tanışık hale gelmiştir,» diye yazmakta ve şöyle devam etmektedir: «Bu şeyler artık en uzak ülkelerde ve en uzak insanlar arasında bile tanınmıştır. Hıristiyanlar artık bir çok şey hakkında malûmattardırlar. Halbuki eskiden Mesih sadece İsrail tarafından tamnmaktaydı.» Maimonides de hıristiyanlığm Tevratı dünyaya yaydığını kabul etmekte fakat tanıtılmasının yanlış olduğunu ve hataların bir Yahudi siyasî lideri olarak kabul edilen Mesz7ı’in varışı ile ortaya çıkacağını, belirtmektedir. Mesih, Yahudilerin silâhlı kuvvetinin lideri olarak Yahudi olmıyan milletleri ortadan kaldıracak ve Nuh’un kanunlarını kabul etmeyi reddedenleri kadın ve çocukları ile birlikte imha edecektir. (Yahudilik ve Hıristiyanlık, Canon Lipot Huber, sayfa 141.) Galuth yani vatansızlık devrinde, Yahudi milliyetçiliği Torah’ın ve Talmud’un Mein Kampf gibi hareket etmesi ile dinî irredentizme döküldü. Musevî Mein Kampf’ı her yerde muhafaza edildi ve en ufak kasabaların bile Torah mihrabında korundu. Bu millî ahkâm yorgunluktan gözleri çakmak çakmak olmuş kâtipler tarafından kaybedilmiş toprakların harfleri ile papirüs üzerine defalarca kopya edildi… Tapınak yıkıldı, fakat millî hayat tarzı yok olmadı. Bu dînî milliyetçilik Dünya üzerinde Yahudilerin yaşadığı her yere yayıldı. Ve bu milliyetçilik sadece yaşayışla alâkalı kaideleri, ibâdetlerin şeklini, giyinme tarzını, umûmî sağlık ve gıda bilgilerini düzenlemekte kalmamış, aym zamanda milliyetçilik ideolojisini şekillendirmiş ve inkişaf ettirmiştir. Torah, heryerde olduğu gibi Belz’de, Frankfurt’ta veya New York’ta da aynı kalmıştı. Dağılan Yahudilik Dünyadan himaye gördü ve Torah ile Tal-mud’u okuyarak ruhlarını takviye ettiler. «Sâmî olmıyanlar »m en büyük hatalarından biri, Yahudiyi beynelmilel bir tip olarak görmeleriydi/Yahudi, hiç bir zaman beynelmilel bir tip değil, fakat Dünya üzerindeki bütün milletlerin üstünde bir idare kurmak gayesini güden bir kabile milliyetçiliğinin yaptığmı bilen bir mümessildir/ O, muhtelif topraklarda yaşamış, muhtelif içtimaî tabakalar işgal etmiş, fakat temelde yine bir Yahudi olarak kalmıştır.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir