M. Mitchell – Ruzgar Gibi Gecti

Scarlett O’Hara güzel değildi, ama cazibesine kapılan erkekler bunun pek farkına varmazlardı. Tıpkı Tarleton ikizleri gibi. Yüzünde, Fransız aslından bir kıyı aristokratı olan annesinin ince çizgileri ile İrlandalı babasının kaba hatları keskin bir şekilde birbirine karışmıştı. Bu, sivri çeneli, köşeli çekici bir yüzdü. Uçları hafifçe yukarı doğru çekik olan gözleri, soluk yeşil renkteydi ve simsiyah kaşları, manolya beyazlığındaki teninde keskin bir çizgi meydana getirerek yukarı doğru uzanıyorlardı. Güneyli kadınlar beyaz tene büyük değer verir ve onu kızgın Georgia güneşlerinden, şapkalar, peçeler ve eldivenlerle korumaya çalışırlardı. 1861 yılı Nisan ayının bu güneşli ikindisinde Scarlett O’Hara, babasının fidanlığının sundurması altındaki serin gölgelikte Stuart ve Brent Tarleton ile otururken hoş bir görüntü meydana getirmekteydi. Bol etekli, yeşil çiçekli basma elbisesi, babasının geçen gün Antalta’dan getirdiği, topuksuz yeşil ayakkabılarına çok uyuyordu. Elbise üç eyalette eşi bulunmayan incecik belini ve on altı yaş için iyice gelişmiş olan düzgün göğüslerini meydana çıkartıyordu. Ne var ki, oturduğu koltuğa yayılan bol etekliği, ince bir fileyle, bir topuz şeklinde sımsıkı arkaya toplanmış olan saçlarının düzgünlüğü ve kucağında birbiri üzerine koyduğu küçük beyaz ellerinin hareketsizliği onun asıl kişiliğini saklamayı başaramıyordu. Bu tatlı yüzdeki yeşil gözler serkeş, inatçı, hayat dolu bir ifadeye sahiptiler ve dış görünüşüyle taban tabana zıt olan iç dünyasını ele veriyorlardı. Tavırları ona annesinin şefkatli öğütleri ve dadısının sert disipliniyle benimsetilmişti; ama gözleri sadece kendisine aitti. İki yanında oturmakta olan ikizler, iskemlelerine rahatça kurulmuş, arka taraftaki süslü aynalardan akseden güneşe bakıyor ve konuşup gülüyorlardı. Ata binmekten adaleleri şişmiş, dize kadar çizmeli bacaklarını rahatça üst üste atmışlardı. Delikanlılar bindikleri atlar kadar atılgan ve dik başlıydılar.


Dik başlı ve tehlikeli, ama onları idare etmesini bilenlere karşı son derece yumuşak ve tatlı olurlardı. İkizler, gerçi hayatın daha kolay olduğu çiftliklerde doğmuşlar, çocukluklarından beri önlerinde el pençe divan durulmuştu, ama sundurmanın altında oturan üç gençten hiçbirinin yüzü gevşek ya da yumuşak değildi. Onlarda bütün hayatlarını açık havada geçirmiş ve kafalarını kitaplardaki sıkıcı şeylere yormamış olan insanların dinçliği ve uyanıklığı vardı. Güney’in daha eski ve daha ağırbaşlı bölgelerinde Georgialılar’a tepeden bakılırdı, ama Kuzey Georgia’da eğitimin sağladığı inceliklerden yoksun olmak hiç de utanılacak bir şey değildi. Bir kimsenin gerekli konularda becerikli olması yeterli görülürdü. Gerekli konular ise, iyi pamuk yetiştirmek, iyi ata binmek, iyi nişan almak, güzel dans etmek, hanımlara nezaketle eşlik etmek ve bir erkek gibi içki içebilmekti. Bu konularda da ikizlerin eşi yoktu doğrusu. Kitaplarda bulunan şeyleri öğrenmeye karşı olan kabiliyetsizlikleri de aynı derecede büyük ve olağanüstüydü. Aileleri, vilayetin bütün ailelerinden daha fazla paraya, ata ve köleye sahipti, ama oğullan bölgede yaşayan en aşağı tabakadan beyazların çoğundan daha az dil bilgisi bilirdi. İşte bu sözünü ettiğimiz nedenden dolayı, Stuar ile Brent bu Nisan ikindisinde Tara’nın sundurması altında gevezelik etmekteydiler. Tam o sırada Georgia Üniversitesinden koyulmuşlardı. Bu, onları iki yıl içinde kovan dördüncü üniversiteydi. Ağabeyleri Tom ile Boyd da onlarla birlikte eve dönmüşlerdi; çünkü onlar da ikizlerin iyi yüz görmedikleri bir yerde kalmak istemiyorlardı. Stuart ile Brent bu son kovulma olayını tatlı bir şaka saymaktaydılar. Bir yıl önce Fayetteville Kızlar Akademisi’nden ayrılalı beri gönlünün rızasıyla bir tek kitabın kapağını açmamış olan Scarlett de onu aynı derecede eğlenceli buluyordu.

“Ne Tom’un, ne de sizin ikinizin kovulmaya aldırmadığınızı bilirim” dedi. “Ama ya Boyd? O eğitim görmeye kararlı gibi, ama siz ikiniz zavallıyı Virginia, Alabama, Güney Caroline ve şimdi de Georgia üniversitelerinden uzaklaştırdınız. Böyle giderse hiçbir zaman bitiremeyecek okulu.” Brent, ilgisiz bir sesle: “Fayetteville’de, Yargıç Parmalee’nin bürosunda hukuk öğrenebilir,” dedi. “Hem zaten bunun pek önemi yok. Dönem sona ermeden nasıl olsa eve dönmek zorunda kalacaktık.” “Niçin?” “Savaş, şimdi! Bugün yarın savaş başlıyor. Herhalde, savaş olurken bizim okulda kalacağımızı düşünmüyorsun değil mi?” Scarlett: “Savaş olmayacağını siz de biliyorsunuz,” diye söylendi. “Bütün bunlar hep laf. Hem, Ashley Wilkes ile babası daha geçen hafta babama Washington’daki müşavirlerimizin… şey… Mr. Lincoln ile Konfederasyon hakkında uygun bir anlaşmaya varacağını söylediler. Zaten Yankeeler bizden öyle korkuyor ki, savaşmazlar. Savaş filan olacağı yok. Bunu duymaktan bıktım.” Stuart: “Ama şekerim, tabii ki savaş olacak,” dedi.

“Yankeeler bizden korkabilirler, ama General Beauregard önceki gün onlar hakkında öyle şeyler söyledi ki, savaşa girerler ya da bütün dünyanın karşısında korkak damgasını yerler. Konfederasyon’a gelince…” Scarlett, ağzıyla sıkıldığını belli eden bir hareket yaptı. “Eğer bir kere daha savaş lafı ederseniz, içeri girip kapıyı kapatırım. Hayatımda hiçbir kelimeden, savaş kelimesinden bıktığım kadar bıkmamıştım. Babam; sabah, öğlen, akşam savaştan konuşuyor. Onu görmeye gelenlerin hepsi de, bağıra bağıra, Fort Sumter, Devlet Hakları ve Abe Lincoln’dan söz ediyorlar. Öyle sıkılıyorum ki, neredeyse avazım çıktığı kadar bağıracağım.” Scarlett sözlerinde samimiydi. Çünkü, konu kendisi olmadıkça hiçbir konuşmanın fazla uzun sürmesine dayanamazdı. Ama konuşurken gülümsüyor, gamzesini iyice meydana çıkarıyor ve simsiyah kirpiklerini kelebek kanatları gibi durmadan kırpıştırıyordu. Delikanlılar, tam onun istediği biçimde hayrandılar ona. Canını sıktıkları için özür dilemekte gecikmediler. Genç kızın bu ilgisizliği yüzünden onu asla küçümsemiyorlardı. Aksine hayranlıkları artıyordu. Savaş kadınların değil, erkeklerin işiydi.

Scarlett’in davranışını kadınlığının bir belirtisi olarak kabul ediyorlardı. Scarlett, onları bu sıkıcı savaş konusundan uzaklaştırınca, ilgiyle delikanlıların durumuna döndü. “Anneniz ikinizin yine okuldan kovulduğunuzu duyunca ne dedi? Byod’u döver mi dersiniz?” Vilayetteki herkes gibi o da ufak tefek Mrs» Tarleton’un oğullarını dövdüğüne ve gerekirse kırbaçladığına inanamıyordu. Beatrice Tarleton, çok işi olan bir kadındı. Geniş pamuk tarlaları, yüz zenci ve sekiz çocuk yetmiyormuş gibi, eyaletin en büyük harasına da sahipti. Çabuk öfkelenen bir huyu vardı ve oğullarının sık sık başlarını belaya sokmaları karşısında müthiş öfkelenir, çiftlikte hiç kimsenin bir başkasını ya da bir atı kırbaçlamaya hakkı olmadığı halde, oğlanları ara sıra okşamanın onlara hiçbir zararı dokunmayacağını düşünürdü. Stuart: “Dünyada dövmez o Boyd’u,” dedi. “Onu hiç dövmedi. Çünkü Boyd hem en büyüğümüzdür hem de en ufak tefek olanımız.” Upuzun boyuyla böbürlendiği belli oluyordu. “İşte bundan Boyd’u ona her şeyi anlatsın diye bıraktık ya. Ulu Tanrım, annemizin artık bizi kırbaçlamaktan vazgeçmesi gerek. Bizler on dokuz yaşımızdayız. Tom da yirmi bir yaşında. Oysa annem daha altı yaşındaymışız gibi hareket ediyor.

” “Anneniz yarın Wilkes’lerin ziyafetine giderken, yeni atına mı binecek?” “İstiyor, ama babam bu hayvanın çok tehlikeli olduğunu söylüyor. Hem zaten kızlar bırakmazlar onu. Annemi hiç olmazsa bir ziyafete, kadın gibi, arabada götüreceklerini söylüyorlardı.” Scarlett: “İnşallah yarın yağmur yağmaz,” dedi. “Bir haftadan beri hemen hemen her gün yağmur yağıyor. Bahçede düzenlenen bir ziyafetin içerde devam etmesi kadar tatsız bir şey olamaz.” Stuart: “Yarın hava açık ve Haziran ayı gibi sıcak olacak,” dedi. “Şu gün batınıma bak. Daha kırmızı olanını görmedim. Güneşin batışına bakıp ertesi gün havanın nasıl olacağını daima anlayabilirsin.” Gerald O’Hara’nın yeni sürülmüş, uçsuz bucaksız pamuk tarlalarının ötesindeki kızıl ufka baktılar. Güneş, Flint nehrinin karşı yakasındaki dağların arkasında, kıpkırmızı bir yatak içinde yatarken, Nisan gününün sıcaklığı, yerini hafif, ama ürpertici bir serinliğe bırakıyordu. O yıl yağmurlar her zamankinden erken yağmış, beklenmedik bir anda, karşı dağlarda ve nehir kıyısında pembe şeftali çiçekleri açıp, beyaz kızılcık çiçekleri görünmüş, ilkbahar gelivermişti. Toprağın sürülmesi hemen hemen bitmiş sayılırdı. Güneşin kanlı ihtişamı, kırmızı Georgia toprağı üstündeki taze sapan izlerini daha da koyu bir kırmızıya boyamaktaydı.

Vahşi bir kırmızılığı vardı bu bölgenin. Yağmurlardan sonra kan kırmızısı olurdu her yan. Kuraklık zamanında pembe bir toz kaplardı ortalığı. Dünyanın en iyi pamuk yetiştiren topraklarına sahipti. Güzel beyaz evler, sürülmüş sakin tarlalar ve tembel sarı nehirlerin ülkesiydi burası, ama aynı zamanda, uzlaşmazlıkların, en parlak güneşin ve en yoğun gölgenin memleketiydi. Çiftlikler ve uçsuz bucaksız pamuk tarlaları, sakin ve mutlu bir şekilde sıcak güneşe gülümserlerdi. Onların somyada, karanlık ve en sıcak günlerde bile serin olan, bakir ormanlar yükselirdi. Sundurmanın altında oturan üç gencin kulaklarına nal sesleri, koşum takımlarının zincirlerinin şıkırtısı ve zencilerin, tiz, tasasız gülüşleri geliyordu. Hayvanlar ve zenciler tarlalardan dönüyorlardı. Evin içinden, Scarlett’in annesi Ellen O’Hara’nın, anahtar sepetini taşıyan küçük zenci kıza seslenen tatlı sesi geliyordu. Tiz bir çocuk sesi karşılık verdi: “Buyurun, efendim.” Sonra ileri geri gidip gelen ayak sesleri duyuldu. Ellen, mutfakta, tarladan dönen kölelere yemek vermeye hazırlanıyordu. Tara’nın uşağı Pork, akşam yemeği için sofrayı hazırlarken tek tük porselen tabakların ve gümüş çatal bıçakların sesleri geldi. İkizler bu son sesleri duyunca, eve gitmek üzere yola çıkmaları gerektiğini hatırladılar.

Ama anneleriyle karşılaşmaktan korkuyor ve Tara’nın sundurmasında oyalanıp, Scarlett’in kendilerini yemeğe davet etmesini bekliyorlardı. Brent: “Bak, Scarlett,” dedi. “Yarından konuşalım. Biz burada olmadığımız için bu ziyafetten ve balodan haberimiz yoktu, ama bu bol bol dans etmemizi engellemez. Bütün dansların için başkalarına söz vermedin, değil mi?” “Ne yazık ki verdim! Sizin hepinizin birden döneceğinizi nereden bilirdim? Sizin ikinizi beklerken sarı bir şebboya dönmeyi de göze alamazdım ya.” Çocuklar kahkahalarla güldüler. “Sen sarı bir şebboy olacaksın ha! Bak şekerim, benimle ilk valsi, Stu ile de sonuncusunu yapacak ve yemeği bizimle yiyeceksin. Geçen baloda yaptığımız gibi yine merdivende oturur Jincy Ana’ya fal baktırırız.” “Ben Jincy Ana’nın falını sevmiyorum. Biliyorsunuz ya, simsiyah saçlı ve siyah bıyıklı biriyle evleneceğimi söyledi. Oysa ben siyah saçlı erkekleri sevmem.” Brent böbürlendi: “Kırmızı saçlıları seversin, değil mi şekerim? Haydi, şimdi bütün valsleri bizimle yapacağına ve yemeği bizimle yiyeceğine söz ver.” Stuart: “Eğer buna söz verirsen sana bir sır söyleyeceğim,” dedi. Bu söz karşısında Scarlett, küçük bir çocuk gibi heyecanlanarak: “Ne!” diye bağırdı. “Dün biz Atlanta’da, buraya gelecek treni beklerken.

Miss Pitty’nin arabası oradan geçiyordu. Bizi görünce durdu ve bizimle konuştu. Yarın gece, Wilkes’lerin balosunda bir nişanın ilan edileceğini söyledi.” Scarlett, hayal kırıklığına uğramıştı. “Aman biliyorum,” dedi. “O sersem yeğeni Charlie Hamilton ile Honey Wilkes. Herkes yıllardan beri onların bir gün evleneceğini biliyordu. Ama Charlie buna pek isteksiz görünüyordu ya.” Brent: “Aman ilan edilecek olan unun nişanı değil,” dedi. “Ashley ile Charlie’nin kız kardeşi Melanie’nin nişanı.” Scarlett’in yüzü değişmedi, ama dudakları beyazlaştı. Tıpkı beklenmedik bir darbe yiyip de neye uğradığını şaşıran bir insan gibiydi. Stuart’a bakarken yüzü o kadar hareketsiz ve anlamsızdı ki, insan ruhundan hiç anlamayan Stuart, onun sadece şaşırdığını ve pek ilgilendiğini sandı. “Miss Pitty bize dedi ki, bu nişanı gelecek yıla kadar ilan etmeye niyetleri yokmuş, çünkü Miss Melly’nin sağlığı pek iyi değilmiş, ama bu savaş olasılığı yüzünden her iki ailenin büyükleri de onların bir an önce evlenmelerinin doğru olacağını düşünmüşler. Bu yüzden, nişan yarın akşam yemekte ilan edilecek.

Biz sırrı sana söylediğimize göre, sen de yemeği bizimle yemeğe söz vermelisin, Scarlett.” Scarlett hemen: “Tabii yiyeceğim,” dedi. “Ya valsler?” “Hepsini söz veriyorum.” “Ne tatlısın! Bahse girerim ki öteki çocuklar öfkeden çılgına dönecekler.” Brent: “Dönsünler,” dedi. “Biz ikimiz işlerini bitiririz onların. Bak Scarlett, sabahleyin de bizimle otur.” Scarlett, Stuard’a “Tabii otururum” dedi. İkizler belli belirsiz bir hayret ve sevinçle birbirlerine baktılar. Kendilerini Scarlett’in en gözde kavalyeleri sayarlardı, ama daha önce gözde oluşlarının belirtilerini bu kadar açık olarak görmüş değillerdi. Genellikle genç kız onları yalvartır, ne evet, ne de hayır der, güler, eğlenir, surat asarlarsa sevinir, kızarlarsa sakinleşirdi. Bu sefer, bütün bir günü onlarla geçireceğine söz vermişti. Sabahleyin bahçede beraber olacaklar, bütün valsleri birlikte yapacaklar (dansların hepsinin vals olmasını sağlamaya çalışacaklardı) ve yemeği onunla yiyeceklerdi. Eh, bunlar üniversiteden kovulmaya değerdi. Bir süre daha oyalandıktan sonra saatlerine bakarak isteksizce ayağa kalktılar.

Delikanlılar selam verip el sıktılar ve Scarlett’e ertesi sabah erkenden Wilkesler’e gidip kendisini bekleyeceklerini söylediler. Sonra hızla ilerleyip atlarına atladılar ve iki yanında sedir ağaçlan bulunan yolda uzaklaşırken Scarlett’e seslenip şapkalarını salladılar. Jeems onları izledi. Onları Tara’dan ayıran dönemeci döner dönmez, Stuart, bir kızılcık ağacı kümesinin dibinde atını durdurdu. Brent de aynı şeyi yaptı. Zenci çocuk da birkaç adım geride durdu. Dizginleri gevşediğini hisseden atlar boyunlarını uzatarak taze ilkbahar otlarını yemeye başladılar. Brent’in geniş, güçlü yüzü şaşkın ve biraz da kederliydi. “Bana bak,” dedi, “Sana bizi yemeğe davet edecek gibi gelmedi mi?” Stuart: “Edecek sandım,” dedi. “Boş yere bekleyip durdum, ama etmedi işte. Sen ne dersin bu işe?” “Hiçbir şey. Ama yine de davet edebilirdi. Ne de olsa bu burada ilk günümüz. Scarlett de bizi uzun zamandır görmemişti. Daha bir sürü konuşacak şeyimiz vardı.

” “Sonra,, başı ağrıyormuş gibi sessizleşiverdi.” “Ben de bunu fark ettim, ama o zaman aldırmadım. Ona ne oldu dersin?” “Bilmem. Onu kızdıran bir şey söyledik mi?” İkisi de bir an düşündüler. “Aklıma gelen bir şey yok. Hem de Scarlett kızınca bunu herkes anlar. Bazı kızlar gibi kendini tutmaz o.” “Evet ben de onun bu huyunu severim zaten. Kızdığı zaman suratını asıp, buz gibi bir tavırla ortalıkta dolaşmaz, kızdığını söyler. Ama muhakkak ki söylediğimiz bir şey onun sesini kesti ve öyle hasta suratlı yaptı onu. Yemin ederim ki, bizi görünce sevindi ve yemeğe alıkoymaya niyetleniyordu.” “Kovulduk diye değildir, değil mi?” “Yok canım! Aptallık etme. Ona anlattığımız zaman ne kadar güldü. Hem, Scarlett kitaplardan edinilen bilgiye bizden fazla aldırmaz.” Brent, eğerinin üstünde arkaya döndü ve zenci seyise seslendi.

“Jeems! Miss Scarlett ile konuştuklarımızı duydun mu?” “Aman, Mr. Brent, nasıl olur da beyazların konuşmalarını dinleyerek casusluk yaptığımı düşünürsünüz?” “Gözlerimle gördüm. Bizi dinliyordun. Söyle bakalım. Biz Scarlett’i kızdıracak bir şey söyledik mi? Bu Jeems’i ilgilendirdi. Konuşmaları duymamış numarası yapmaktan vazgeçti ve simsiyah alnını karıştırarak düşünmeye başladı. “Yok yok, onu kızdıracak bir şey söylediğinizi duymadım. Bana bakın, sizi gördüğüne pek sevinmişti, bir kuş gibi şakıyor ve söylediklerinize kahkahalarla gülüyordu. Ama siz Mr. Ashley ile Miss Melly Hamilton’un evleneceğinden söz edince değişti. Üstünden atmaca geçmiş bir kuş gibi sesini kesti.” İkizler birbirlerine baktılar ve anlamadan başlarını salladılar. Brent: “Ama,” dedi,”Belki de eski bir arkadaşı olan Ashley’in bunu başkalarına açıklamadan kendisine söylememiş olması onu kızdırmıştır. Kızlar böyle şeyleri herkesten önce duymaya pek meraklıdırlar.” “Belki, olabilir.

Ama Ashley nişanın yarın ilan edileceğini ona söylemediyse ne olur yani? Bir insanın nişanlanacağını gizlemeye hakkı yok mudur? Miss Melly’nin halasından duymasaydık bizim de bir şeyden haberimiz olmayacaktı. Ashley bize söyleyecek değildi herhalde. Ama Scarlett onun günün birinde Miss Melly ile evleneceğini bilmezlik edemezdi. Biz bu işi yıllardan beri biliyorduk. Wilkesler ve Hamiltonlar daima kendi kuzenleriyle evlenirler. Herkes onun bir gün Melly ile evleneceğini biliyordu. Tıpkı Honey Wilkes’in Miss Melly’nin erkek kardeşi Charle ile evleneceğini bildikleri gibi…” “Eh, bana ne. Ama bizi yemeğe alıkoymadığına canım sıkıldı doğrusu. Şimdi eve gidip de annemin okuldan kovuluşumuzdan söz ettiğini duymak istemiyorum.” “Belki Boyd, onu şimdiye kadar yatıştırmıştır. O küçük böceğin ne kadar mükemmel bir konuşmacı olduğunu bilirsin. Annemi her zaman yatıştırabilir o.” “Evet, bunu gayet iyi becerir, ama uzun sürer. Annemin etrafında daireler çizerek durmadan konuşur. Öyle ki, nihayet annemin aklı karmakarışık olup teslim bayrağını çeker ve sesini ilerde gireceği davalara saklamasını söyler ona.

Bana kalırsa, henüz başlamaya bile fırsat bulamamıştır. Sana bir şey söyleyeyim mi, bahse girerim ki, annem hala yeni atın heyecanı içindedir ve akşam sofraya oturup da Boyd’u görene kadar eve döndüğümüzün farkında olmayacak; yemek sona ermeden de sağa sola ateş saçan bir canavar haline gelecek. Boyd vakit bulup da ona o öğretmenin seninle bana o şekilde seslenişinden sonra hiçbirimizin üniversitede kalmasının şerefli bir şey olmadığını söyleyene kadar saat ona gelir. Gece yarısından önce eve dönemeyiz.” İkizler somurtarak birbirlerine baktılar. Vahşi atlardan, atış talimlerinden, komşularının küçümsemelerinden hiç korkmazlardı, ama kızıl saçlı annelerinin sözlerinden ve sırtlarına indirdiği kırbaç darbelerinden ürküyorlardı. Atlarını mahmuzladılar ve bir süre konuşmadan yollarına devam ettiler. Geçen yaza kadar Stuart, İndia Wilkes ile arkadaşlık ediyordu. Bundan her iki aile de memnundu. Vilayet halkı onları birbirine yakıştırıyordu. Herkes, soğukkanlı ve hislerini gizlemesini çok iyi bilen İndia Wilkes’in, Stuart’a karşı gizli bir sevgi besleyebileceğini düşünmekteydi. Hiç değilse bunun böyle olmasını temenni etmekteydiler. Stuart bu evliliğe taraftardı, ama Brent tatmin olmuyordu. İndia’yı bir arkadaş olarak severdi, ama onu gösterişsiz ve utangaç buluyor ve kendini zorlamasına rağmen, Stuart’ı yalnız bırakmamak için ona aşık olamıyordu. İlk defa olarak ikizlerin ilgilendikleri şey aynı değildi.

Brent kardeşinin kendisine hiç de çekici gelmeyen bir kızla ilgilenmesini bir türlü hoş karşılayamıyordu. Sonra, geçen yaz, Jonesboro’da. meşe ağaçlarının altında yapılan bir siyasi konuşma sırasında birdenbire Scarlett O’Hara’nın farkına varmışlardı. Onu çocukluklarından beri tanırlardı. İlk gördüklerinden beri yıllar geçmişti. Küçüklükte, Scarlett ata binebildiği ve erkekler kadar iyi ağaca tırmandığı için pek gözde bir oyun arkadaşıydı. Ama şimdi, hayretle görüyorlardı ki, büyümüş ve hemen hemen dünyanın en cazip genç hanımı olmuştu. İlk defa olarak yeşil gözlerinin, ayaklarının ne kadar küçük, belinin ne kadar ince olduğunu fark ettiler. Kurnazca sözleri genç kızı katılırcasına güldürüyor ve Scarlett’in kendilerine cazip bir çift saydığı düşüncesiyle delikanlılar kendilerinden geçiyorlardı. Bu ikizlerin hayatında unutulmayacak bir gündü. Daha sonra, o günü her anışlarında, nasıl olup da daha önce Scarlett’in cazibesini fark etmediklerini birbirlerine sorar dururlardı. Bu sorunun doğru cevabını henüz bulmuş değillerdi, ama gerçek Scarlett’in o gün kendini onlara fark ettirmeye karar vermiş olmasaydı. Hiçbir genç erkeğin kendisinden başka bir kadına aşık olmasına dayanamazdı ve o günkü toplantıda İndia Wilkes ile Stuart’ı birlikte ve baş başa görmek onu çileden çıkartmıştı. Sadece Stuart ile de yetinmeyerek, ağını Brent için de gerdi ve güzelliği ve çekiciliğiyle iki delikanlıyı da büyüledi. Artık ikisi de ona aşıktılar ve İndia Wilkes ile Brent’in isteksizce arkadaşlık etmekte olduğu Letty Munroe düşüncelerinin çok gerisinde kalmıştı.

Şu anda, yine aynı kızda anlaşmış olmaktan çok memnun oldular, çünkü aralarında hiçbir zaman kıskançlık söz konusu olamazdı. Bu komşuların ilgisini çeken ve Scarlett’i sevmeyen annelerini rahatsız eden bir durumdu. Anneleri: “O sinsi ikinizden birini seçerse layık olduğunuz cezayı bulacaksınız” diyordu. “Bütün korkum günün birinde o yeşil gözlü, iki yüzlü kız için birbirinize girmeniz ve kıskançlık yüzünden birbirinizi öldürmeniz. Ama belki bu da kötü bir şey olmaz.” O toplantı gününden beri Stuart İndia’nın yanında tedirginlik duymaktaydı. Gerçi İndia onun aniden değişen ilgisini belirten ne bir söz söylemiş, ne de bunu hissettiğini bakışlarıyla belli etmişti, ama Stuart kendini suçlu hissediyor ve onun yanında rahatsız oluyordu. İndia’ya kendisini sevdirdiğini, genç kızın onu hala sevdiğini biliyor ve kalbinin derinliklerinde kibar bir erkek gibi hareket etmediğini hissediyordu. İndia’dan hala çok hoşlanıyor, onun görgüsüne, bilgisine, kibarlığına karşı büyük bir saygı duyuyordu. Ama, Allah kahretsin, Scarlett’in canlılığı, her an değişen çekiciliği yanında öyle solgun, öyle monoton, öyle sıkıcı kalıyordu ki, İndia ile arkadaşlık eden bir insan nerede durduğunu daima bilirdi. Scarlett ile dostluk edenin ise bu konuda en küçük bir fikri olamazdı. “Cade Calvert’in evinde yemek yiyelim. Onu dinlemek hoşuma gider. Hem de böylece annem yatana kadar saklanacak bir yer bulmuş oluruz.” Brent sevgi dolu bir takdirle: “Annem iyidir.

” dedi. “Daima doğru olanı yapacağı ve başkalarının önünde seni utandırmayacağına güvenebilirsin.” Stuart, kederli bir sesle: “Evet. ama” dedi, “Bu akşam eve döndüğümüzde babamla kızların önünde bizi utandıracak şekilde konuşacak gibi geliyor bana. Bana bak Brent, herhalde artık bizi Avrupa’ya göndermez. Bize, eğer bir okuldan daha kovulursak, dünya turuna çıkmamıza izin vermeyeceğini söylememiş miydi?” “Cehennemin dibine! Buna aldırdığımız var mı sanki! Avrupa’da görülecek ne var? Bahse girerim ki o yabancılar bize burada, Georgia’da olmayan bir şey gösteremezler. Muhakkak ki kızları bu kadar güzel değildir. Atları da bu kadar hızlı koşamaz. Eminim ki, babamın viskileri gibi içki de yoktur oralardı.” “Ashley Wilkes dedi ki manzara ve müzik pek güzelmiş. Ashley Avrupa’yı sevmiş. Hep oralardan bahsediyor.” “Bilirsin Wilkesler’in nasıl insanlar olduklarını. Onlar kitaplara,, müziğe ve manzaraya pek düşkündürler. Garip bir düşkünlük.

Annem dedelerinin Virginia’lı oluşuna yoruyor. Virginialılar’ın bu gibi şeylere pek önem verdiklerini söylüyor.” “Aman onların olsun beğendikleri. Bana binmek için iyi bir at, içmek için lezzetli bir içki, beraber gezmek için hoş bir kız, eğlenmek için de kötü bir kız ver, Avrupa’yı onlara bırak… Turu kaçırdık diye ne üzüleceğiz! Şu savaş arifesinde Avrupa’da olsaydık ne olacaktı? Hemen vatana dönemezdik. Avrupa’ya gideceğime savaşa gitmeyi tercih ederim.” “Ben de öyle… her zaman için… Bana bak, Brent! Yemeğe gidebileceğimiz bir yer var. Haydi bataklığı geçip. Able Wynder’in evine gidelim ve ona dördümüzün de tekrar eve döndüğümüzü ve talime hazır olduğumuzu söyleyelim.” Brent heyecanlar: “İşte güzel bir fikir!” diye bağırdı. “Hem de birliğin haberlerini ondan öğrenebiliriz. Bize, üniformaları ne renk yapmaya karar verdiklerini de söyler.” “Eğer Zuhaf askeri üniformasında karar kıldılarsa yandık. Allah beni kahretsin askere gidersem. O düşük kırmızı pantolonun içinde kendimi bir kız gibi hissederim. Kırmızı pazen kadın donundan farkı yok.

” Süvari birliği, üç ay önce Georgia birlikten ayrıldığı gün kurulmuştu. O zamandan beri de askerler savaş istemekteydiler. Üniformanın şekli henüz kararlaştırılmamıştı. Ama bu, bu konudaki tekliflerin yetersizliğinden değildi. Bu konuda herkesin kendine göre bir fikri vardı ve kimse başkasının fikrini kabul etmek istemiyordu. Birliğin adı üstünde de tartışmalar yapılıyordu. Tıpkı üniformaların şekli ve rengi konusunda olduğu gibi bu konuda da çeşitli fikir ve teklifler vardı. Taraftarları bol olan isimler arasında, “Clayton’un Vahşi Kedileri”, “Ateş Yiyenler”, “Kuzey Georgia Hüsranları”, “tuhaf Askerleri”, “Kara Tüfekleri” (oysa birlik tüfekle değil, tabanca, av bıçağı ve süvari kılıcıyla donatılacaktı), “Clayton Kurşunileri”, “Kan ve Gürleyenler”,”İşe Yarayanlar” vardı. Bu meseleler halledilene kadar, herkes bu yeni kurumdan “Birlik” diye bahsediyordu. Sonunda, pek gürültülü bir isim bulunmuştu, ama yine de sonuna kadar onlardan birlik diye söz edildi. Subaylar, birlik mensupları tarafından seçiliyordu. Çünkü, Meksika ve Kızıl derili savaşlarında bulunmuş olan birkaç eski asker, eski bir askerin yönetimini, ancak onu sevdiği ve saydığı taktirde kabul eder; yoksa baş kaldırırdı. Tarletonlar’ın dört oğluyla, Fontaineler’in üç oğlunu herkes severdi, ama onları seçmek istememişlerdi. Çünkü Tarletonlar çabuk heyecanlanır ve muziplikten hoşlanırlardı. Fontaineler’e gelince, onlar da pek çabuk öfkelenen, sinirli insanlardı.

Ashley Wilkes Yüzbaşı seçilmişti, çünkü vilayette onun kadar iyi atan binen yoktu ve sakin kafasının, düzeni daima koruyacağına güveniyorlardı, Raiford Valvert üsteğmen seçilmişti, çünkü herkes onu severdi. Bir bataklık avcısının oğlu ve küçük bir çiftlik sahibi olan Able Wynder de teğmen seçilmişti. Able; zeki, ağırbaşlı, okuması yazması olmayan, iyi kalpli bir çocuktu. Ötekilerden biraz büyüktü. Kadınlara karşı onlar kadar hatta daha nazik davranırdı. Able birliğin en iyi nişancısıydı. Yetmiş beş yarda uzaktan bir sincabın gözünü çıkarabilirdi. Hem de, açık havada nasıl su bulunacağını, nasıl hayvan avlanacağını gayet iyi bilirdi. Başlangıçta birliğe yalnız çiftçilerin çocukları alınmıştı. Herkes kendi üniformasını, atını, silahlarını ve kölesini temin ediyordu. Ama, Clayton gibi yeni kurulmuş bir vilayette zengin çiftçiler pek azdı. Bu yüzden kuvvetli bir birlik kurulabilsin diye küçük çiftlik sahiplerinin, ormanlarda yaşayan avcıların, bataklık avcılarının ve aşağı tabakadan beyazların, hatta bazı kendi sınıfları içinde ileri gelen fakir beyazların oğullarının arasında da asker toplamak zorunda kalmışlardı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir