Mehmet Uzun – Aşk Gibi Aydınlık Ölüm Gibi Karanlık

Baz. Kevok. Birine Baz, öbürüne Kevok diyeceğiz. Baz ile Kevok. İki ad, iki insan; orta yaşlı bir adam ve genç bir kadın, iki ad, romanımızın iki asıl kahramanı. Romanımız, Baz ve Kevok’un başından geçenler hakkındadır. Baz ile Kevok. Baz, kırk bir kırk iki yaşlarında bir subay. Kevok, yenilgi ve umutsuzluk günlerinde Baz’ın yoluna çıkan aşktır ki, yirmi bir yirmi iki yaşlarındadır. Baz ile Kevok; ilginç bir ilişki -belki de aşk, ki zorunluluktan meydana gelmiş, zorunlulukla yaşamış ve zorunlulukla ölüyor. Baz ile Kevok; iki yolcu, yolunu kaybetmiş iki insan, iki tutsak, iki kurban. Baz ile Kevok ölecekler. Ölümle, ölümleriyle başlayacağız maceralarını anlatmaya. Öldürülecekler. Şimdi ölüm yoluna girmiş haldeler.


Baz biliyor bunu, tecrübelerinden biliyor ki, ölüme doğru git-mekteler. Kevok bilmiyor daha. Kevok, başka birçok şey gibi bunu da bilmiyor, başka birçok şey gibi bunu da bilmek istemiyor. Birkaç küçük bölgeden oluşan büyük bir ülkedeyiz; bir tarafı mavi yeşil bir denizle kaplı, bir tarafı kayalar, başı gökte dağlarla, bir tarafı ise ucu bucağı olmayan kızgın çöllerle. Her an dört mevsimin yaşanabildiği bir ülkedeyiz. Şimdi, romanımızın başında ülkenin büyük başkentinde, Baz ve Kevok’la birlikte siyah bir minibüsteyiz, gidiyoruz. Minibüsün her tarafı kapalı, yalnız sağda ve solda, iki tane küçük pencere var. Pencereler kalın demir parmaklıklarla örülmüş. Baz ve Kevok dışında, minibüste yedi kişi daha var; şoför ve yanındaki iki kişi ile Baz ve Ke-vok’un her iki yanında ikişer ikişer oturmuş dört kişi. Üstlerinde sivil elbiseler olan bu kişilerden üçü bıyıklı. Bu yedi kişi, Baz’ı ve Kevok’u ölüme doğru götürüyorlar. Kevok; boynu bükük bir kuş, boynu bükük bir kız. Yorgun ve hasta. Sessizce önüne bakıyor. Gözleri çukura kaçmış, boynu bükülmüş, yüzü sararmış.

Bir beliği omuzlarında aşağıya sarkmış. Uzun siyah belikleri, karanlık gecede akan iki yıldızın bıraktığı izler gibi. Kevok sessiz, sessiz hep, kara toprak gibi, parıldayan ay ve yıldızlar gibi, soğuk mezar gibi, mezar taşları gibi sessiz. Baz ve Kevok bir hafta önce ülkenin deniz tarafında yakalandılar, bir haftadır gözlerine uyku girmedi. Baz’m başı ağrıyor, korkunç bir acı esir almış onu. Kafası tokmaklarla dövülmüş gibi sızlıyor acıdan. Baz tutsak. Ama tutsak düşmesi değil, migren ağrısı yıkmış onu. Yakalanmaları da şu migren ağrısından değil miydi sanki? Tam bir hafta önce yakalandılar. Deniz kenarındaki küçük bir balıkçı köyünde yakalandılar. Oradan da, karanlık bir gecede, elleri bağlı halde bir askeri ciple başkente, her şeyin merkezine getirildiler. Tam bir haftayı birbirlerinden ayrı, iki karanlık hücrede, bir cevap, bir belirti umuduyla geçirdiler. Ama bir haftalık belirsizlikle dolu bekleyiş ve tutsaklık bitti. Yola koyuldular, son yola.Böyle olacağını kim bilebilirdi, dolambaçlı yollarının böyle bir sona çıkacağını kim bilebilirdi! “Kevok, Kevok.

” Baz’ın seslenmesi; yumuşak, melül, yorgun, kırgın. Alçak, zayıf bir sesle. Kevok başını kaldırıp Baz’a bakıyor; yavaşça, yumuşacık. “Kevok’um!” Kevok kurumuş dudaklarını kımıldatıyor yavaşça -yağmur bekleyen kıraç bir toprak gibi, su isteyen toprak gibi. Kevok her şeye rağmen gülmek istiyor, sevgiyle, sıcacık gülmek, sevgi dolu bir gülümseme göstermek istiyor. Baz ona bakıyor; sonsuz derecede yumuşak, sonsuz derecede sıcak, sonsuz derecede çaresiz. Kevok’un gözlerine, gözbebeklerine, gözlerinin derinliklerine bakıyor. Bakmasından da belli ki Kevok’u gözleriyle alıp yüreğinin derinliklerine indirmek istiyor. Baz’ın hayatında hiç bu kadar içli, hiç bu kadar derin ve hiç bu kadar ince duygulan olmadı, içi hiç böyle dalgalanmadı. Hiç böyle bir şey yaşamadı. Hiç bu kadar güçlü dalgalara tutsak düşmedi ve onlar karşısında bu kadar çaresiz kalmadı. Kevok, bunun nedeni Kevok. Kevok; karmaşık, kötü ve coşkun bir kader, hayatın pınarı, ölümün pınarı. Ve Kevok, sabır taşı. Hep sabretmiş, her zaman, her yerde ve her durumda sabretmiş Kevok.

Okulun ışıltılı günlerinde ayrılık gözyaşları içine akarken, sabretti o. Başı göklere değen dağlarda kar ve tipi içinde ölüm korkusu üstüne üstüne geldiğinde, sabretti o. Kayalar, kara taşlar arasında yakıcı güneşin altında, ateşten oklara benzeyen güneş ışıklan altında kaldığında, sabretti o. Bedeninden sıcak, tuzlu kan sızdığında, yaralandığında, sabretti o. Karanlık, soğuk, nemli zindanlarda zaman ve hayatın anlamını kaybettiği anlarda, sabretti o. Akşamlan, günbatımının kızıl rengi altında arkadaşları öldürülürken, sabretti o. Ölü arkadaşlarının sesi gölgesi gibi peşine düştüğünde, sabretti o. Kaçmada, gizlenmede, yakalanma ve öldürülme korkusunda, sabretti o. Şimdi de ölüm yolu üzerinde yine sessiz, sabrediyor o. Kevok; ölümle örülmüş bir sabır pınarı ki, yalnızca ölümle kuruyabilir. Baz’ın bakışları, şimdi, son yol üzerinde; Baz tutamıyor kendini, gözleri yaşarıyor, gözlerine yaş doluyor. Gözlerinden birkaç damla süzülüyor. Yaşlı gözlerle Kevok’a bakıp gülümsüyor. Hayır gülmüyor, bir gülüşün işaretleri dolaşıyor yüzünde. Gülmek ve ağlamak.

Keder dolu bir gülüş. Hayat, hayatın ettikleri. Hayatın tuzakları. Hayatın zorunlulukları. Utanç? Hayır, Baz artık neden utansın ki? Gittiği yolun dönüşünün olmadığını biliyor. Yol ölüme doğru, ölümün derin vadisine doğru. Hayatın, yaşamanın bütün ilişkileri arkasında kaldı; okulun o şatafatlı günleri, hayatın o mutlu mesut demleri, sevgi dolu o geceler, çıplak bedenlere yaklaşmanın o coşkusu, heyecanı, ölüm ve öldürmenin şehveti, kin ve nefret dalgaları, o hırs, o öfke, o sonsuz düşmanlık, o bitmek bilmeyen geceler, o kanlı gecelerin karanlık hayatı, o insanca ağlamalar, çığlıklar, ölüme giden o sayısız korkulu gözler, mermilerle eleğe dönüp yerlerde tepinen bedenler, o yakma yıkma arzusu, o yapma ve birleştirme arzusu, korumanın o kutsal sorumluluğu, o yangın, o yakıcı duygular… Artık bütün bunlar iki kimsesiz, çaresiz hayatın ince, belli belirsiz izleri sadece. Evet, onlar sadece arkasız ve zavallı iki ömürdeki solgun anılara dönüştüler. Artık her şey geride kaldı. Neden utanç olsun ki? Baz kıpırdayamıyor. Ne kımıldayabilir, ne gözyaşlarını silebilir, ne de elini uzatıp Kevok’un beliklerini arkaya atabilir. Baz’ın her iki eli arkadan bağlanmış. Aynı şekilde Kevok’unkiler de. Eller, minibüsün demir oturaklarının ayaklarına kelepçelenmiş. İkisi karşı karşıya oturtulmuş, elleri bağlı halde birbirlerine bakıyorlar -sevgili bakışları, yaralı bakışlarıyla.

Ama Kevok çok yorgun. Canı yanıyor. Günlerce süren uykusuzluk, sersemlik bitkin düşürmüş onu. Bileklerindeki kelepçeler de canını yakıyor. Yol alan minibüs de canını yakıyor. Baz’ın içine düştüğü durum da canını yakıyor. Bu durumun nedeni Kevok. Kevok böyle düşünüyor. Eğer Kevok olmasaydı, eğer Kevok yük olmasaydı, eğer Kevok için düzenlenen sahte belgeleri beklemeselerdi ve Baz, Kevok için bir sahte pasaport bulabilseydi yakalanmayabilirlerdi, Baz’ın başına bütün bu iğrenç şeyler gelmemiş olacaktı. Ve başı. Kevok’un gözleri aşağı iniyor yine.- Minibüs yol alıyor. Hızlı değil, ağır ağır. Cenaze arabası gibi, yavaş. Baz, seslerden büyük şehirden, ülkenin başkentinden geçtiklerini anlıyor.

Hayır, geçmiyorlar, şehirden yavaş yavaş çıkıyorlar. Otomobil sesleri, araç sesleri duyuluyor. Bir kamyon sesi. Bir şoför bağırıyor. Başka bir şoför, taksi şoförü müşterisine sesleniyor. Bir pazarcı, kalabalığa meyvelerinin ucuz olduğunu duyuruyor bağırarak. Biri ucuz ipek kravat satıyor. Bir otomobil duruyor ansızın, ince bir fren sesi duyuluyor. Yürüyen insanların ayak sesleri geliyor. Radyolardan, hoparlörlerden askeri marş sesleri yükseliyor. Büyük şehrin türlü sesleri duyuluyor. Sesler arasından sessizce geçiyorlar. Gidiyorlar, kadim şehrin gündelik sesleri içinden ölümün sessizliğine doğru gidiyorlar. Baz, şimdi, bağırsa mı diye düşünüyor. Bir faydası olur mu? Sesini kim duyacak? Sesi duyulsa bile kim yardım edebilir onlara? Kendi macerasından, eski tecrübelerinden biliyor ki kimse, artık hiç kimse gelip yardım edemez onlara.

Bir yandan boyuna rüzgarlı, fırtınalı, bir yandan boyuna günlük güneşlik olan bu kocaman ülkede onları kimse kurtaramaz artık. Yakalanmaya-caklardı, şimdi böyle yakalandıktan sonra kimse onlara yardım edemez. Fermanları yazılmış bir kere, artık bir çaresi yok. Ama Kevok? Bari Kevok kurtulsaydı. Nasıl? Bir yol bulmak lazım, bir çare lazım. Ama nasıl? Akşam öğünü. Dışarıda, şehrin batısında, şehri boylu boyunca geçen ırmağın üstünden güneş batıyor. Akşam güneşinin ışıkları minibüsün demir parmaklıklarından içeriye ulaşıyor. Bir avuç ışık Kevok’un saçları, alnı ve yüzünden şavkıyor. Kevok’un yüzü ışıl ışıl, “melek gibi”, Baz ise sessiz, düşünceli. Sıcak, güneşin batışına rağmen sıcak. Araba, arabanın içi sıcak. Kevok terliyor, koltuk altlan, kasıkları, boynu terliyor. Teri akıyor. Elbisesi üstüne yapışmış.

Alnından birkaç ter damlası süzülüyor.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir