Margaret Weis, Tracy Hickman – Efsaneler 1 – Ikizler Zamani

Yalnız bir suret, uzaktaki sönük ışığa doğru usulca yürüdü. Adamın adımları, etrafındaki engin karanlık tarafından yutulmuştu. Bertrem sonsuzmuş gibi görünen ve aslında, Astinus’un kronolojisi’nin bir bölümü olan, bu dünyanın yani Krynn tarihinin detaylarını veren kitap dizilerine ve parşömen rulolarına bakarken bir hayal dünyasına kapıldı. “Zaman tarafından yutulmak gibi bir şey,” diye düşündü, hareketsiz ve sessiz raflara bakarken içini çekerek. Kısa bir an için, onu da bir şeylerin yutup başka bir yere götürmesini diledi; böylelikle önündeki zor görevi yapmak zorunda kalmazdı. “Dünyadaki bütün bilgiler bu kitaplarda,” dedi kendi kendine, dalgın birşekilde. “Ve ben, henüz çalışırken tarihçinin işini bölmeden ona ulaşmanın kolay bir yolunu bulamadım.” Bertrem kapının önünde cesaretini toplayabilmek için bir süre oyalandı. Hareketli Aesthetic cüppesi, durduğu yerde düzgün ve sıralı katlar halinde döküldü. Öte yandan midesi, cübbesi kadar rahat durmuyor, çılgınlar gibi bulanıyordu. Bertrem kelini elledi; bu onda daha küçük yaşlardan kalma, -henüz kendisi için seçilmiş olan mesleği saçlarına mâl olmadan önceasabileşince yaptığı bir hareketti. Beni rahatsız eden ne? diye merak etti içi sıkılarak -gidip Üstadı görmekten başka, yani ta ne zamandan…ne zamandan beri yapmadığı… Ürperdi. Evet, son savaş sırasında genç büyücünün eşiklerinde ölmek üzere olduğu zamandan beri. Savaş… değişim; buydu işte. Aynen cüppesi misali, sonunda dünya da kendi etrafında durulmuştu sanki ama genç rahip değişimin, bir kez daha kaosun yaklaşmakta olduğunu hissediyordu.


Tıpkı iki yıl öncesindeki gibi. Bütün varlığıyla bunu durdurabilmeyi istedi bir an… Bertrem içini çekti. “Burada karanlıkta durarak bir şeyleri durduramayacağım kesin,” diye mırıldandı. Zaten, etrafım hayaletler sarmış gibi kendini rahatsız hissediyordu. Kapının altından bir ışık sızıyor, hole doğru yayılıyordu. Kabirlerinde istirahat eden sükut içindeki cesetlere, o kitapların gölgelerine aceleyle bir göz atan Aesthetic, Palanthaslı Astinus’un çalışma odasının kapısını sessizce açtı. Adam içeride olduğu halde ne konuştu, ne de başını kaldırıp baktı. Mermer zemin üzerinde duran, koyun yününden gösterişli halı üzerinde kibar ve ölçülü adımlarla yürüyen Bertrem cilalı, büyük ahşap masanın önünde durdu. Uzun bir süre dalarak; tarihçinin, tüy kalemini parşömenin üzerinde eşit ve şaşmaz hareketlerle yürütüşünü seyrederek hiçbir şey söylemedi. “Evet Bertrem?” Astinus yazısına ara vermemişti. Yüzü Astinus’a dönük olan Bertrem -başaşağı olmalarına rağmen- belirgin, keskin ve okunaklı harfleri okudu. “Bugün, yukarıda belirtilmiş olduğu gibi Karanlıksaat 29’a yükselirken, Bertrem odama girdi.” “Tarinius Hanedanı’ndan Crysania sizi görmeye gelmiş Üstad. Beklendiğini söylüyor…” Bertrem’in sesi bir fısıltıya dönüşerek kesildi; o noktaya kadar gelmesi bile Aesthetic’in bütün cesaretini kaybetmesine sebep olmuştu. Astinus yazmaya devam etti.

“Usta,” diye başladı Bertrem belli belirsiz, kendi cüreti karşısında kendisi de titreyerek. “Ben – biz ne yapacağımızı şaşırdık. Sonuç olarak O Paladine’ın Saygıdeğer Rahibelerinden biri ve ben yani biz onun içeriye girme talebinin geri çevirile-meyeceğini düşündük. Kızı ne…” “Kızı benim özel odama götürün,” dedi Astinus yazmasına hiç ara vermeden ve başını dahi kaldırıp bakmadan. Dili damağına yapışan Bertrem bir an için söyleyecek söz bulamadı. Harfler tüy kalemden beyaz parşömene dökülmeye devam etti. Bugün, yukarıda belirtilmiş olduğu gibi saat Karanlıksonrası 28’e yükselirken Tarinius Hanedanından Crysania, Raistlin Majere ile olan randevusu için geldi. “Raistlin Majere mi!” diye kesildi Bertrem’in nefesi, yaşadığı şok ve dehşet, dilinin çözülmesine neden olmuştu. “Onu da içeri alacak mıy. ” Sıkıntı ve duyduğu rahatsızlıkla kaşları çatılan Astinus, artık bu sefer bakışlarını kaldırmıştı. Kalemi parşömen üzerideki ebedi hareketini durdurunca, odaya acaip ve derin bir sessizlik çöktü. Bertrem’in beti benzi attı. Tarihçinin yüzü zamandan ve yaştan arınmış olarak düşünülürse yakışıklı bile sayılabilirdi. Fakat onun yüzünü gören kimse bir daha hatırlayamazdı. Sadece gözleri -karanlık, dikkatli, uyanık, durmadan hareket eden, her şeyi gören o gözleri- hatırlarlardı.

O gözler ki aynı zamanda engin bir sabırsızlık dünyasını da aktarıyor, Bertrem’e zamanın hakikaten var, olduğunu hatırlatıyordu. Bu arada onlar konuşurken tarihin koca dakikaları da kaydedilmeksizin geçip gidiyordu. “Bağışlayın beni, Üstad!” dedi Bertrem ve derin bir saygıyla eğilip aceleyle gerileyerek çalışma odasından çıkarken kapıyı sessizce kapatmayı da ihmal etmedi. Bir kez dışarı çıkınca terle parlayan başını bir bezle silerek Palanthas’ın Büyük Kütüphanesi’nin sessiz, mermer koridorlarından hızla seyirtti. Astinus şahsi ikametgâhının kapısında duraksayarak bakışlarını içerde oturan kadına çevirdi. Tarihçinin Büyük Kütüphane’nin batı kanadında bulunan ikametgâhı küçüktü ve kütüphanedeki tüm diğer odalar gibi duvarlardaki rafları dolduran ve ortada kalan yaşam alanına aynı yüzyıllar boyunca kilitli kalmış bir mozole gibi hafif bir küf kokusu veren her cinsten ve her türlü cilde sahip kitaplarla doluydu. Mobilya az ve eskiydi. Son derece zarafetle oyulmuş ahşap sandalyeler sert ve rahatsızdı. Pencere yanında duran, bezemesiz ve üzeri bomboş, fazlasıyla sade görünen sehpanın pürüzsüz, siyah yüzeyi kavuşan güneşin ışınlarını yansıtıyordu. Odadaki her şey mükemmel bir düzen içindeydi. Hatta akşam ateşi için çatılmış odunlar bile -Krynn’in bu kadar kuzeyinde dahi baharın son günlerinin geceleri serin oluyordu- o kadar muntazam sıralanmıştı ki bir ölü yakma seremonisi için hazırlanmışa benziyorlardı. Yine de hem serin, hem bozulmadan kalmış, hem de sadeydi, tarihçinin şahsi bölümü; aslında bu oda, elleri kucağında kavuşmuş bekleyerek oturan kadının buz gibi havasını, bozulmamış halini ve saf güzelliğini yansıtmaktan başka bir şey yapmıyordu. Tarinius’lu Crysania sabırla bekliyordu. Ne kıpırdıyor, ne iç çekiyor, ne de odanın köşesinde duran suyla işleyen zaman aletine bakıyordu. Bir şey de okumuyordu fakat Astinus, Bertrem’in ona okuması için bir şeyler vermiş olduğuna emindi.

Ne odada volta atıyor, ne de kitaplıkların içinde, gölgeli kuytu köşelerde kalmış olan birkaç nadir süsü inceliyordu. Dik, rahatsız tahta sandalyede oturmuş, berrak ve parlak gözlerini dağların tepesindeki bulutların kızıla boyanmış parmaklarına dikmiş, sanki Krynn üzerinde güneşin kavuşmasını ilk -ya da sonkez görüyormuşçasına seyrediyordu. Crysania kendisini pencerinin gerisindeki manzaraya o kadar çok kaptırmıştı ki; Astinus kızın dikkatini çekmeden odaya girebildi. Adam kızı yoğun bir ilgiyle izledi. Bu, Krynn üzerinde yaşayan her varlığı aynı dipsiz ve delici bakışla dikkatle inceleyen tarihçi için olağan dışı bir hal değildi. Olağan dışı olan, bir an için de olsa tarihçinin yüzünden acıma dolu bir bakışın, derin bir hüznün gelip geçmesiydi. Astinus tarihi kaydederdi. Zamanın başından beri kaydetmiş, gözlerinin önünden geçip gitmesini izlemiş, bunları kitaplarına aktarmıştı. Geleceği söyleyemezdi; gelecek, tanrıların yetki alanındaydı. Ama değişimin bütün belirtilerini, Bertrem’i bu kadar rahatsız etmiş olan aynı belirtileri hissedebilirdi. Orada durmuş, zaman aletinden damlayan suyun sesini duyabiliyordu. Elini altına koyarak damlaların akışını durdursa bile zaman akmaya devam ederdi. İçini çeken Astinus, dikkatini hiç çekmediği ama hakkında bazı şeyler duymuş olduğu kıza çevirdi. Kuzguni saçları, gece vakti görünen durgun deniz suyu kadar siyahtı. Saçları ortadan geriye doğru dümdüz taranmış, başının arkasında sade, süssüz, tahta bir tarakla toplanmıştı.

Bu ciddi saç toplama stili kızın solgun, narin yüz hatlarına uymuyor, solgun benzini daha da belirginleştiriyordu. Kızın yüzünde hiç renk yoktu. Gözleri griydi ve çok iriydi. Hatta dudakları bile kansızdı. Birkaç yıl önce, gençken hizmetkârlar kızın gür, siyah saçlarını en son modaya göre örüp halka şeklinde kıvırırlar; gümüş, altın iğneler takarlar, koyu renkli saçı parlak mücevherlerle süslerlerdi. Yanaklarmı ezilmiş kiraz sularıyla renklendirirler, toz pembe, uçuk mavi renkli, şatafatlı elbiseler giydirirlerdi. Bir zamanlar çok güzeldi ve o zamanlar talipleri sıraya girerlerdi. Şimdi giydiği elbise, Paladine Rahibelerine uygun biçimde, beyazdı; en iyi kumaştan yapılmış olmasına rağmen sadeydi. Kızın ince belini kavrayan altın kemer haricinde hiç süsü yoktu. Kızın üzerindeki tek süs Paladine’a aitti: Platin Ejderha madalyonu. Başı, yüzünün mermerimsi pürüzsüzlüğü ve soğukluğunu arttıran gevşek beyaz bir başlıkla örtülüydü. Sanki mermerden yapılmış, diye düşündü Astinus, ama tek bir farkı var: mermer güneşle ısınır. j “Selâm olsun Paladine’ın Saygıdeğer Rahibesi” dedi Astinus içeri girip, kapıları kapatırken. “Selâm olsun Astinus,” dedi Tariniuslu Crysania ayağa kalkarak. Küçük odada adama doğru ilerlerken kızın adımlarının seriliği ve adımlar arasındaki mesafenin neredeyse bir erkeğinki kadar uzun olması Astinus’un dikkatini çekti.

Bu kızın narin hatlarına garip bir biçimde aykırı duruyordu. Kızın el sıkışı da, çok ender el sıkışan ve sıkıştığında da sadece parmak uçlarını uzatan Palanthaslı kadınların aksine sert ve güçlüylü. “Bu buluşmada hakem olmayı kabul ederek kıymetli zamanınızı ayırdığınız için size teşekkür ederim,” dedi Crysania soğuk bir edayla. “Çalışmalarınıza ara vermekten, başka bir şeye zaman ayırmaktan ne kadar nefret ettiğinizi biliyorum.” “Bu verilen ara boşa gitmeyecekse, benim için önemli değildir,” diye cevap verdi Astinus, kızın elini tutup, bir yandan da kıza bakarak: “Öte yandan buna içerlemiş olduğumu da itiraf etmeliyim.” “Neden?” Crysania adamın yaştan arınmış yüzüne gerçek bir şaşkınlıkla baktı. Sonra -aniden anlayarak- gülümsedi; yüzünde, karların üzerindeki mehtaptan daha fazla yaşam içermeyen bir tebessümle. Astinus homurdanarak, sanki kızın varlığına olan ilgisini tamamen yitirmiş gibi elini bıraktı. Dönerek pencereye doğru yürüdü ve biri hariç, ışıltılı beyaz binaları güneş ışınları altında, nefes kesen bir güzellikle parlayan Palanthas şehrine baktı. Binalardan biri güneşten, hatta öğlen güneşinden bile hiç etkilenmiyordu. Astinus’un bakışları da bu bina üzerine kenetlenmişti. Kendisini parlak ve güzel şehrin tam orta yerinden yükselten binanın, kara taştan kuleleri çarpılmış ve büzüşmüştü; -büyü gücüyle yeni onarılmış ve yapılmış- minareleri, kavuşan güneşte kan kırmızısı bir renkle parlıyor; kutsallığı bozulmuş bir mezarlıktan çıkan, çürümekte olan iskeletimsi bir elin parmakları gibi görünüyordu. “iki yıl önce girmişti Yüce Büyücülük Kulesi’ne,” dedi Astinus sakin, heyecansız sesiyle, Crysania pencereye doğru, onun yanına ilerlerken. “Gecenin köründe karanlıkta girdi; gökyüzündeki tek ay, hiç ışık vermeyen o aydı. Shoikan Korusu’ndan -hiçbir ölümlünün -hatta kender soyundan olanların bile- yaklaşmaya cesaret edemediği lânetli meşe ağaçlarının bulunduğu yerden- yürüyerek l geçti.

Yukarıdaki pencerelerden birinden atlayarak kapılardaki demirlere saplanıp son nefesini verirken Kule’yi lanetleyen kötü büyücünün cesedinin -o korkunç nöbetçinin- hâlâ asılı durduğu kapılara doğru ilerledi. Ama kapıya vardığında nöbetçi onun önünde eğildi ve kapılar bir dokunuşuyla açıldıktan sonra arkasından kapandı. Ve bu, son iki yıldır da bir daha hiç açılmadı. O kuleden ayrılmadı; eğer birisi içeri kabul edildiyse bile kimse görmedi. Ve sen onun buraya gelmesini mi… bekliyorsun?” “Geçmişin ve şimdinin efendisi.” Crysania omuzlarını silkti. “Kehanetteki gibi, o geldi.” Astinus kızı biraz hayretle süzdü. “Sen hikâyeyi biliyor musun?” “Tabii ki,” diye cevap verdi kız, sakin bir edayla bir an için adama baktıktan sonra parlak gri gözlerini, daha şimdiden yaklaşan gecenin gölgeleriyle örtünmeye başlayan Kule’ye çevirerek: “İyi bir komutan her zaman için savaşa başlamadan önce düşmanını inceler. Raistlin Majere’yi çok iyi tanıyorum, gerçekten çok iyi. Ve bu gece… geleceğini de biliyorum.” Crysania çenesi yukarıda, kansız dudakları bir çizgi halinde birleşmiş, elleri arkasında kavuşmuş, korkunç Kule’ye bakmaya devam etti. Aniden Astinus’un yüzü ciddileşerek, düşünceli bir hal aldı; sesi her zamanki gibi soğuk olduğu halde gözleri sıkıntılıydı. “Kendinden çok eminsin Saygıdeğer Rahibe. Bunu nereden biliyorsun?” “Paladine benimle konuştu,” diye cevap verdi Crysania, gözlerini Kule’den hiç ayırmadan.

“Bir rüyada Platin Ejderha önüme çıktı ve bana -bir kez dünyadan sürülmüş olan- kötülüğün, kara cüppeli büyücü Raistlin Majere olarak geri döndüğünü söyledi. Şu anda dehşetli bir tehlike ile karşı karşıyayız ve bunu önlemek görevi de bana verildi.” Crysania konuşurken mermer yüzü pürüzsüz bir hal aldı, gri gözleri berraklaştı ve aydınlandı. “Bu, inancımın bir sınavı olacak, bunun için çok dua etmiştim!” Astinus’a baktı. “Biliyor musunuz, çocukluğumdan beri kaderimde çok büyük bir iş üstlenmek, dünya ve üzerindeki insanlar için büyük bir hizmette bulunmak olduğunu biliyordum. Bu benim fırsatım.” Dinlerken Astinus’un yüzü daha bir ciddileşti, hatta daha bir sertleşti. “Bunu sana Paladine mı söyledi?” diye bilmek istedi aniden. Büyük bir ihtimalle bu adamın söylenenlere inanamadığını hisseden Crysania dudaklarını büktü. Öte yandan kaşları arasında beliren bir çizgi hiddetinin tek belirtisiydi; hem o, hem de cevabındaki daha maksatlı durgunluk. “Bunu söylemiş olduğuma pişman oldum Astinus, özür dilerim. Bu tanrım ile aramda olan bir şeydi ve bu tür kutsal şeyler tartışılmamalı. Bu konuyu sadece, bu kötü adamın geleceğini size kanıtlamak için açmıştım. Kendisini tutamayacak. Onu, Paladine getirecek.

” Astinus’un yüzü hayretten öyle bir ifade aldı ki, kaşlarını öyle bir kaldırdı ki kaşları neredeyse aklaşmaya başlamış saçları içinde kayboldu. “Senin deyiminle bu ‘kötü adam’ Saygıdeğer Rahibe, en az Paladine kadar güçlü bir tanrıçaya hizmet ediyor: Karanlıklar Kraliçesi Takhisis’e! Belki de hizmet ediyor, dememeliyim,” diye dikkat çekti Astinus alaycı bir tebessümle. “Bu ona göre değil…” Crysania’nın kaşları düzeldi, soğuk tebessümü geri geldi, “iyilik, kendine ait olanı kurtarır,” diye cevap verdi kibarca. “Kötülük kendine döner. İyilik yine galip gelecektir; aynı Takhisis ve kötü ejderhalarına karşı yapılan Mızrak Savaşı’nda olduğu gibi. Paladine’m yardımıyla ben de bu kötülüğü, kahraman Tanis Yarımelf’in Karanlıklar Kraliçesi’ni bizzat yendiği gibi yeneceğim.” “Tanis Yarımelf, Raistlin Majere’nin yardımıyla kazanmıştı zaferini,” dedi Astinus vakarla. “Yoksa bu bölüm senin efsanede kulak ardı etmek istediğin bir bölüm mü?” Crysania’nın yüz ifadesinin durgun, sakin yüzeyini bulandıran tek bir duygu emaresi bile görülmedi. Tebessümü değişmeden kaldı. Bakışları caddedeydi. “Bakın Astinus,” dedi yavaşça. “Geliyor.” Güneş uzaktaki dağların ardına battı; güneşin giderayak saçtığı ışınlarla aydınlanan gökyüzü kıymetli bir taşın morluğunu taşıyordu. Hizmetkârlar sessizce girerek Astinus’un küçük odasındaki ateşi tutuşturdular. Ateş bile, sanki tarihçi alevlere Büyük Kütüphane’nin huzur dolu ahengine uygun olmalarını öğretmiş gibi sessizce yanıyordu.

Crysania, bir kez daha ellerini kucağında kavuşturarak, rahatsız sandalyeye oturdu. İçten içe ise, sadece gri gözlerinin aydınlanmasından görülebilen bir heyecanla çarpıyordu kalbi. Palanthas’ın, neredeyse şehrin kendisi kadar bir geçmişe sahip olan soylu ve zengin Tarinius sülalesinde gözlerini açan Crysania, para ve aristokrasinin sağlayacağı her türlü konfor ve ayrıcalığa 8 sahipti. Akıllı ve yüksek iradeli bir kız olan Crysania inatçı ve söz dinlemez biri olmuştu. Öte yandan aklıbaşında, sevgi dolu ebeveynleri kızlarının güçlü ruhunu dikkatle geliştirip, kötü taraflarını öylesine büyük bir özenle yok etmişlerdi ki, kızın ruhu kendine olan derin ve sarsılmaz bir güvenle adeta taçlanmıştı. Crysania bütün yaşamı boyunca kendisine bu kadar düşkün olan ebeveynlerini üzecek sadece tek bir şey yapmıştı; ama o tek şey de onları çok derinden yaralamıştı. İyi ve soylu genç bir adamla yapacağı mükemmel bir evlilikten vazgeçerek, hayatını çoktan unutulmuş tanrıların hizmetine adamıştı. Önce, Mızrak Savaşı sonunda Palanthas’a gelmiş olan rahip Elistan’ı dinlemişti. Elistan’m yeni dini -aslında belki de buna eski din denmeliydi- Krynn üzerinde bir yangın gibi yayılıyordu çünkü yeni doğmuş bu efsane, kötü ejderhaların, efendilerinin ve Ejderha Yüceefendilerinin yenilmesine neden olduğundan, bu yeni inanca destek olmuştu. Elistan’m konuşmasını ilk kez dinlemeye giden Crysania kuşkucu davranmıştı. Genç kız – yirmili yaşlarının ortasmdaydı-tanrıların nasıl Krynn’i Afet ile cezalandırdıkları, yeri yaran ateşten dağı Krynn’e fırlattıkları, kutsal İstar şehrini, Kan Denizi dibine yolladıkları, öyküleriyle büyümüştü. Bu olaylardan sonra, diye anlatıyordu insanlar, tanrılar insanlardan yüz çevirmiş, onlarla ilgilenmeyi reddetmişlerdi. Crysania, Elistan’ı kibarca dinlemeye hazırlanmıştı ama elinde adamın iddialarını çürütecek delilleri vardı. Adamla karşılaştıklarında oldukça etkilenmişti. Elistan o vakitler gücünün zirvesindeydi.

Yakışıklı, güçlü ve orta yaşta olmasına rağmen -bazı efsanelerde anlatıldığı üzere- kudretli şövalye Huma ile birlikte savaşlara at süren o eskinin rahiplerine benziyordu. Crysania o akşama, adamı takdir edecek şeyler bularak başlamıştı. Akşamın sonunda ise dizleri üzerinde adamın ayaklarına kapanarak, sonunda ruhu eksikliğini duyduğu dayanak noktasını bulduğu için tevazu ve mutlu halinde hıçkırıklara boğulmuştu. Verilen mesaj, tanrıların insanlara sırt çevirmediği yolundaydı. Tanrılara yüz çeviren, Huma’nın tevazuyla aradığı şeyi gururla isteyen insanların kendisi olmuştu. Ertesi gün Crysania evini, servetim, hizmetkârlarını, ebeveynlerini, nişanlısını, Elistan’ın Palanthas’ta inşa etmeyi planladığı yeni Mabet’in müjdecisi olan küçük, buz gibi bir eve taşınmak için terk etmişti. 10 Şimdi, iki yıl sonra, Crysania, Paladine’ın Saygıdeğer Rahibesi, yani ergenlik sancıları sırasında kiliseye önayak olması için seçilmeye layık görülen mutlu azınlıktan biri olmuştu. Kilisenin bu güçlü, genç kana sahip olması iyiydi. Elistan bütün yaşamını ve enerjisini cömertçe sunmuştu. Görünüşe göre artık bunca zamandır bu kadar büyük bir inançla hizmet ettiği tanrısı rahibini yanına alacaktı. Elbette ki Crysania kilisenin liderliğini kabul edebilecek durumda olduğunu biliyordu ama bu yeterli miydi? Astinus’a da söylemiş olduğu gibi genç rahip kaderinde bu dünya için büyük bir hizmet vermesi gerektiğini uzun zamandır hissediyordu. Savaş bitmiş olduğu için kilisenin gündelik işlerini idare etmek sıkıcı ve sıradan idi. Her gün Paladine’a, ona zor bir görev vermesi için dua ediyordu. Her şeyi feda edeceğine dair söz vermişti; hatta aziz tanrısının hizmetinde yaşamını bile vermeye razıydı. Bunun üzerine gelmişti cevabı.

Şimdi ise zar zor bastırabildiği sabırsızlığıyla bekliyordu. Korkmuyordu, hatta o anda Krynn yüzünde kötülüğün yaşayan en büyük gücü olduğu söylenen bu adamla karşılaşmaktan bile korkmuyordu. Eğer terbiyesi müsade etseydi dudakları mağrur bir edayla bükülecekti. Hangi kötülük onun inancının kudretli kılıcına dayanabilirdi? Hangi kötülük onun parlak zırhını delebilirdi? Aynı, sevgilisinin buketleriyle süslenmiş, rüzgârda dalgalanan böylesi nişanlarla, mağlubiyetinin mümkün olmadığı bilinciyle atını bir turnuvaya süren şövalyeler gibi Crysania gözlerini kapıya dikmiş sabırsızlıkla turnuva rakibinin ilk darbesini bekliyordu. Kapı açıldığında – o ana kadar sakin bir şekilde kavuşmuş duran-elleri heyecanla birbirine kenetlendi. İçeri Bertrem girdi. Bertrem’in gözleri, ateşin yakınındaki rahatsız ve sert bir sandalye üzerinde taştan bir heykel gibi oturan Astinus’a kaydı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir