Margaret Weis, Tracy Hickman – Efsaneler 3 – Ikizlerin Sinavi

T horbardin cücelerinin orduları, Dergoth Ovaları’ nda düşmanları, yani akrabalarıyla karşılaşmak için ilerlerken trompetin, keskin çelik misali çıkan sesi güz havasını parçaladı. Tepe cüceleri ve daĞlı kuzenleri arasında yüzlerce yıldır süren nefret ve yanlış anlama o gün ovaları kızıla boyamıştı. Zafer çoktan anlamını yitirmişti…kimsenin ulaşmaya çalıştıĞı bir amaç deĞildi. Artık ölüp gitmiş dedelerine yapılmış olan haksızlıkların öcünü almak, her iki tarafın da tek amacıydı. Öldürmek, öldürmek ve yine öldürmek…işte Cücekapısı Savaşı dedikleri buydu. Sözünün eri olan cüce kahraman Kharas, daĞın altında kralı için dövüştü. Akraba saydıĞı kişilerle savaşmak zorunda olduĞu için duyduĞu utanç nedeniyle feda ettiĞi sakalını güzelce traş etmiş olan Kharas, ordunun öncü kolundaydı ve bir yandan öldürürken bir yandan da aĞlıyordu. Fakat savaşırken aniden zafer kelimesinin anlam deĞiştirip yok etme anlamına gelmeye başladıĞını fark etti. Öç alma tutkusunun çılgınlıĞı her iki orduyu da korkunç bir kızıl dalga gibi yutarken her iki ordunun sancaklarının da düştüĞünü, kanlı ovada unutulmuş ve ayaklar altında kalmış olduĞunu gördü. Ve kim yenerse vensin bir kazananın olmayacaĞını anlayınca Kharas, Balta’sım -cücelerin Tanrısı Reorx’un yardımıyla dövülmüş olan Balta’yı- attı ve savaş alanından ayrıldı. “Korkak” diye cıyaklayan sesler çok olmuştu. Kharas bunları duymuşsa bile hiç kulak asmadı. Kendi deĞerini kendisi biçebiliyor, herkesten iyi biliyordu. Gözlerindeki buruk yaşları silip, akrabalarının kanını ellerinden temizleyen Kharas, Kral Duncan’in sev6 gili iki oĞlunun cesetlerini buluncaya kadar ölüleri araştırdı. Genç cücelerin paramparça cesetlerini bir atın sırtına atan Kharas, Der-goth Ovaları’ndan ayrılarak yüküyle birlikte Thorbardin’e döndü.


Kharas atını uzaklara sürdü, ama öç alırken baĞıran kaba sesleri, çeliĞin şakırtısını ve ölenlerin çıĞlıĞını duymayacak kadar uzaklara deĞil. Arkasına bakmadı. Ömrünün sonuna kadar sürekli bu sesleri duyacaĞına dair bir his vardı içinde. Cüce kahraman tam Kharolis DaĞları’nın eteklerine varıyordu ki ürkütücü bir gümbürtü sesi duymaya başladı. Kharas’ın atı ürktü. Cüce atını dizginleyerek hayvanı sakinleştirmek için durdurdu. Bunu yaparken de etrafına huzursuzca bakındı. Neler oluyordu? Bu savaşın sesi deĞildi, doĞanın da sesi deĞildi. Kharas döndü. Ses arkasından, henüz terk etmiş olduĞu, akrabalarının adalet adına hâlâ birbirlerini katlettikleri topraklardan geliyordu. Ses büyüdü, sonra gitgide yükselen alçak, boĞuk bir patlama sesine dönüştü. Kharas’a sesin yaklaşışını neredeyse görüyormuş gibi geldi. Cüce kahraman korkunç gümbürtü yaklaşıp, ovalar üzerinde gümbürderken ürpererek başını eĞdi. Kederle ve dehşetle, Reorx bu, diye düşündü. Bu hiddetli Tanrının sesi.

Lanetleniyoruz. Ses, bir şok dalgasıyla -onu neredeyse eyerinden aşaĞıya devirecek kadar kötü kokulu, yakıcı bir ısı rüzgârıyla- birlikte Kharas’a çarptı. Kum, toz ve kül bulutları cüceyi sararak geceyi korkunç, sapkın bir karanlıĞa çevirdi. Etrafındaki aĞaçlar eĞildi, büküldü, atları dehşetle haykırdı, neredeyse kaçıyorlardı. Bir an için Kharas’ın bütün yapabildiĞi panikten çıldırmış hayvanları denetim altında tutabilmeye çalışmaktı. Gözlerine batan toz bulutundan körleşen, boĞulur gibi olarak öksüren Kharas aĞzını kapatarak – bu garip karanlıkta elinden geldiĞince- atların da gözlerini kapatmaya çalıştı. Kum ve külden oluşan o bulutta ve sıcak rüzgâr içinde ne kadar durduĞunu hatırlaya-madı. Ama bulut aniden, geldiĞi hızla geçti. Kum ve toz çöktü. AĞaçlar düzeldi. Atlar sakinleşti. Bulut, güzün daha sakin rüzgârlarıyla hareket ederek arkasında o gökgürül-tüsü gibi sesten daha korkunç bir sessizlik bıraktı. Korkunç bir önseziyle dolan Kharas atlarını elinden geldiĞince hızlı sürerek tepeleri tırmandı ve çaresizlikle etrafı rahatlıkla görebileceĞi bir yer aradı. Sonunda buldu -dışarı doĞru fırlamış- bir kaya. Yük hayvanlarını keder dolu yükleriyle bir aĞaca baĞlayan Kharas atını kayanın üzerine sürdü ve Dergoth Ovaları’na baktı.

OlduĞu yerde kalan cüce altındaki manzaraya dehşetle bakıyordu. Kıpırdayan bir şey yoktu. Aslında, orada hiçbir şey yoktu; kararmış, harap olmuş kum ve kayadan başka hiçbir şey. Her iki ordu da tamamen silinip gitmişti. Patlama o kadar yıkıcıydı ki, kül kaplı Ova’nın üzerinde ceset bile yoktu. TopraĞın yüzü bile deĞişmişti. Kharas’ın dehşet dolu bakışları yüksek, zarif kulelerinin bir zamanlar Ova’ya hakim olduĞu, büyülü kale Zha-man’ın bulunduĞu yere doĞru kaydı. O da mahvolmuştu ama tamamen deĞil. Kale çökmüştü ve şimdi de -en korkuncu- çıplak, ‘Ölüm Ovası’nda oturmuş, sırıtan bir insan kellesine benziyordu. “Reorx, Baba, Demirci, affet bizi,” diye mırıldandı Kharas gözyaşları gözlerini bulanıklaştırırken. Sonra, başı kederle eĞilen cüce kahraman buradan ayrılarak Thorbardin’e döndü. Cüceler -Kharas öyle bildirmiş olduĞu için- Dergoth Ovala-rı’ndaki her iki ordunun yokoluşunu da Reorx’a mal etmişlerdi. Tanrı, hiddetlenerek baltasını yere fırlatmış, çocuklarına vurmuştu. Fakat Astinus’un Tarihçe’si Dergoth Ovaları’nda ne olduĞunu doĞru biçimiyle kaydetmiştir: Büyü gücünün doruĞuna varan, Fistandantilus diye de bilinen başbü-yücü Raistlin ile Paladine’m Ak Cüppeli rahibesi Crysania, burada Karanlıklar Kraliçe’sine meydan okuyup onunla savaşmak için cehenneme açılan Kapı’dan geçmek istemişlerdir. Bu başbüyücü bu noktaya, yani ihtirasının doruk noktasına varabilmek için kendince karanlık suçlar işlemişti.

Giymekte olduĞu kara cüppe kana bulanmıştı; kanın bir kısmı da kendi kanıydı. Yine de bu adam, insan kalbinin ne olduĞunu biliyordu. O kalbi nasıl buracaĞını, evirip çevireceĞini, kendisine lanet okuyacak, tekme tokat kovacak insanları nasıl kendisine hayran bırakakacaĞım biliyordu. Bunlardan biri Tarinius Hanedanından Lady Crysania’ydı. Kilisenin SaygıdeĞer Kızkardeşi olan kadın, ruhunun ak mermerinde tek bir ölümcül çatlaĞa sahipti. O kusuru bulan Raistlin bu çatlaĞı büyüterek kızın tüm varlıĞına yaymış ve zamanla kızın kalbine ulaşmıştı… Crysania onu korkunç Kapı’ya kadar izlemişti. Burada Tanrısına seslenince Paladine ona cevap verdi çünkü gerçekten de kız onun seçilmişiydi. Raistlin de büyüsüne başvurmuş ve başarmıştı çünkü o güne kadar yaşamış olan hiçbir büyücü bu genç adam kadar güçlü olmamıştı. Kapı açıldı. 8 Raistlin Kapı’dan girmeye başladı ama büyücünün ikiz kardeşi Cara-mon ve kender Tasslehoff Burrfoot tarafından çalıştırılan büyülü bir zaman yolculuk aleti başbüyücünün güçlü büyüsüne karıştı. Büyü alanı bozuldu… …felaket ve beklenmedik sonuçlar doĞurarak. Böfüm t Ay,” dedi Tasslehoff Burr-foot. Caramon, kendere dik dik baktı. “Benim suçum deĞil! Yeminle Caramon!” diye karşı çıktı Tas. Fakat kender bir yandan konuşurken bir yandan da etraflarını incelemeye başladı; sonra yeniden bakışlarını Caramon’a kaldırdı; sonra yeniden etrafına bakındı.

Tas’ın alt dudaĞı titremeye başladı ve burnu akarsa silmek zorunda kalabileceĞi düşüncesiyle mendiline uzandı. Ama mendili yerinde yoktu, kesecikleri de yerinde yoktu. Tas içini çekti. O anın heyecanıyla unutmuştu; eşyalarının hepsi Thorbardin zindanlarında kalmıştı. Gerçekten de çok heyecan verici bir andı. Bir dakika önce Caramon ile birlikte büyülü kale Zhaman’da büyülü zaman yolculuĞu aletini çalıştırıyorlardı; bir dakika sonra Raistlin büyüsüne başlamıştı ve daha Tas neye uĞradıĞını anlamadan korkunç bir kargaşa yaşanmıştı -taşlar şarkı söylemiş, kayalar çatlamış, aynı anda altı ayrı yöne çekiliyormuş gibi korkunç bir hisse kapılmış ve sonra da -HOOOP- buraya gelivermişti. Burası her neresiyse. Ve burası her neresiyle, kesinlikle olması gereken yer deĞildi. Caramon ile birlikte, büyük devrik bir kayanın yanından geçen 10 bir daĞ patikasmdaydılar; Tas’ın gözünün alabildiĞi kadarıyla altlarındaki bütün toprakları da kaplayan kül rengi, kaygan bir çamurun içine bileklerine kadar batmış duruyorlardı. Orada burada, kayaların çentikli uçları bu kül örtüsünün yumuşak yüzeyinden fışkırıyordu. Hiç bir canlıdan eser yoktu. Böylesine ıssız bir yerde canlı bir şey olamazdı. Ayakta kalan bir aĞaç bile yoktu; yoĞun çamurdan sadece yanıp kararmış gövdeler başlarım çıkartıyordu. Gözün görebildiĞi kadarıyla, her yönde ufka kadar mutlak ve eksiksiz bir yokluktan başka hiçbir şey mevcut deĞildi. Gökyüzü de insanı rahatlatmıyordu.

Üzerlerinde tüm griliĞiyle bomboş duruyordu. Öte yandan batıya doĞru parlak mavi şimşeklerin mızraklar gibi indiĞi, tuhaf, aydınlık bulutların kaynadıĞı garip bir menekşe rengi vardı. Uzaktan gelen gökgürültüsünden başka hiçbir ses…hiçbir hareket… hiçbir şey yoktu. Caramon derin bir nefes alarak yüzünü ovuşturdu. Isı çok yüksekti ve daha bu yerde birkaç dakikadır durmalarına raĞmen ter içindeki teni ince bir tabaka halinde boz renkli külle sıvanmıştı. “Neredeyiz?” diye sordu sakin, ölçülü bir sesle. “Be… benim bir fikrim olmadıĞına emin olabilirsin Caramon,” dedi Tas. Sonra, biraz duraksadıktan sonra ekledi, “Senin var mı?” “Her şeyi bana söylediĞin şekilde yaptım,” diye cevap verdi Caramon, sesinde kötümser bir sükûnet vardı. “Gnimsh’in bize nereye gitmek istersek orayı düşünmemizin yeterli olacaĞını ve hemen oraya gideceĞimizi söylediĞini, söylemiştin. Ben Solace’i düşündüĞümden gayet eminim…” “Ben de!” diye baĞırdı Tas. Sonra, Caramon’un hiddetle kendisine baktıĞını görerek kekeledi. “En azından genellikle orayı düşünüyordum…” “Genellikle mi?” diye sordu Caramon, korku verici sakin bir sesle. “Şey” -Tas yutkundu- “be…ben bir kere, bir an için ama bak yanlış anlama, şey -ııı-hani ne kadar ilginç, yani işte benzersiz olurdu diye…m…hani birlikte…111….şey…” “Şey ne?” diye sordu Caramon. “Bir….

aaaa.” “Bir ne?” “Aaaa,” diye geveledi Tas. Caramon nefesini tuttu. “Bir ay!” dedi Tas çabuk çabuk. 11 “Ay mı!” diye tekrarladı Caramon duyduklarına inanmaz bir tonda. “Hangi ay?” diye sordu bir an sonra, etrafına bakmarak. “Şey,” -Tas omuzlarını silkti- “üç aydan herhangi biri. Herhalde birbirlerinden pek farkları yoktur. Oldukça benziyorlardır tahminim. Sadece tabii ki Solinari’nin pırıl pırıl gümüş kayaları vardır, Lunitari’nin bütün kayaları parlak kırmızıdır ve herhalde öbürü de tamamen kapkaradır; gerçi görmediĞim için kesin bir şey söyleyemem ama…” Tam bu noktada Caramon kaşlarını çatınca Tas dilini tutmanın daha iyi olacaĞına karar verdi. Caramon ciddi bir suratla etrafına bakınmaya devam ederken üç dakika kadar o da öyle yaptı. Ama kenderin konuşmadan durması için kendisine daha çok hakim olması (ya da keskin bir bıçak) gerekiyordu. “Caramon,” diye aĞzından kaçırıverdi, “se…sence başarabildik mi? Aya -şey- aya gidebildik mi yani? Yani, burasının bugüne kadar gittiĞim hiçbir yere benzemediĞi kesin. Yani bu kayalar gümüş rengi veya kızıl veya kara deĞil ama. Daha çok bayaĞı kaya rengin-deler…” “Bundan kuşkum yok,” dedi Caramon düşünceli düşünceli.

“Sonuç olarak bizi tam çölün ortasındaki bir liman şehrine götüren sen deĞil miydin…” “O da benim kabahatim deĞildi!” dedi Tas darılarak. “Tanis bile ne demişti…” “Yine de” -aklı karışan Caramon yüzünü buruşturdu- “burası gerçekten garip görünüyor ama yine de her nasılsa tamdık.” “Haklısın,” dedi Tas bir süre sonra yeniden soĞuk, küle boĞulmuş manzaraya bakarak. ‘Şimdi sen söyleyince bana da bir yeri hatırlatıyor gibi geldi. Yalnız” -kender ürperdi- “bugüne kadar bu kadar korkunç bir yerde olduĞumu hatırlamıyorum… Cehennem hariç,” diye ekledi ama bunu kendi kendine mırıldanmıştı. Đki kafadar konuşurken kaynayan bulutlar dalgalanarak yaklaştı ve çıplak topraklar üzerine daha da kasvetli bir örtü örttü. Sıcak bir rüzgâr çıktı, ince bir yaĞmur çiselemeye başlayarak havada oradan oraya sürüklenen külle karışmaya başladı. Tas tam yaĞmurun kaygan niteliĞinden bahsedecekti ki hiç uyarmadan dünya havaya uçuverdi. En azından Tas in ilk izlenimi buydu. Gözleri kör edici, parlak bir ışık, bir cızırtı sesi, bir çatırtı, bir patlama topraĞı sarsmış, Tass-lehoff kendisini gri çamurun içinde oturmuş, ancak otuz metre ka12 dar ilersinde patlayarak kayada açılan devasa deliĞe aptal aptal bakarken bulmuştu. “Tanrılar adına!” dedi Caramon nefesini tutarak. Uzanarak Tas’ı çekip ayaĞa kaldırdı. “Đyi misin?” “Ga…galiba,” dedi Tas, biraz sarsılmış gibiydi. Seyrederken yeniden buluttan yere bir şimşek indi ve kayaları ve külleri havaya savurdu. “Amanın! Bu gerçekten de ilginç bir deneyimdi.

Gerçi hemen tekrarlanmasını arzu ettiĞim bir şey de deĞil hani,” diye ekledi aceleyle; her dakika kararmaya devam eden gökyüzünün onu bu ilginç deneyimle bir kez daha ödüllendirmeye karar verebileceĞinden korkarak. “Her neredeysek bu yüksek yerden ayrılmamız gerek,” diye mırıldandı Caramon. “En azından bir patika var. Bir yere çıkıyor olsa gerek.” Çamura batmış patikadan aşaĞıda aynı derecede çamura batmış vadiye bakan Tas’ın aklından, Biryer’in de en az Burası kadar gri ve vıcık vıcık olacaĞına dair bir düşünce gelip geçti ve kender hemen kendi fikrini kendine saklamaya karar verdi. YoĞun çamur içinden zar-zor patikadan aşaĞıya inerken, sıcak rüzgâr daha kuvvetli esmeye başlayarak kararmış kıymıkları, külleri etlerine batırmaya başladı. Şimşekler kararmış aĞaç gövdeleri arasında dans ediyor, aĞaçların parlak yeşil veya mavi alevlerden minik toprak olarak patlamalarına neden oluyordu. Yer, yıldırımların sarsıntılarıyla titriyordu. Buna raĞmen, fırtına bulutları ufukta toplanmaya devam ediyordu. Caramon adımlarını hızlandırdı. Tepeden aşaĞıya inmeye çalışırken, Tas’ın tahmin ettiĞi kadarıyla bir zamanlar güzel bir vadi olması gereken bir yere girdiler. Tahminine göre bir zamanlar buradaki aĞaçlar güzün potakal ve altın renkleriyle veya baharın puslu yeşiliyle coşuyordu. Orada burada döne döne yükselen ama yükselir yükselmez de fırtına etkisiyle daĞılan duman huzmeleri görüyordu. Belli ki dumanlar başka yıldırımlardan kaynaklanıyor, diye düşündü. Fakat garip bir şekilde bu ona başka bir şeyi hatırlatmıştı.

Caramon gibi onun da burayı tanıdıĞına dair düşüncesi gittikçe artıyordu. Çamur içinden yürüyüp, bu iç gıcıklayan zımbırtının yeşil ayakkabılarına ve parlak mavi pantalonuna neler yaptıĞını düşünme-meye çalışan Tas, eski bir kender numarası olan kaybolunca kullan numarasına başvurmaya karar vermişti. Gözlerini kapatıp, her şe13 yi aklından uzaklaştırarak beynine önündeki manzarının bir resmini tedarik etmesini emretti. Bu oldukça ilginç kender mantıĞının gerisinde, Tasslehoff’un ailesinden bir kenderin bu yere daha önce gelmiş olduĞuna kuşku olmadıĞından, hatıralar bir şekilde bu kenderin torunlarına geçiyor olması yatıyordu. Bu, bilimsel olarak ka-nıtlanamadıĞı halde (bunu komisyona havale ettiklerinden gnome-lar bu konuda çalışıyorlardı) -bu güne kadar- Krynn üzerinde kaybolan bir kender dahi bulunmamıştır. Sonuç olarak incik kemiĞine kadar çamura batmış duran Tas gözlerini kapatarak etrafının resmini çaĞırmaya çalıştı. Bir resim geldi; o kadar açık seçik bir görüntüydü ki oldukça şaşırdı -herhalde atalarının zihinsel haritaları hiç bir zaman o kadar mükemmel olmamıştı. AĞaçlar vardı -dev aĞaçlar-, ufukta daĞlar vardı ve bir göl vardı… Gözlerini açan Tas’m nefesi kesilir gibi oldu. Evet bir göl vardı! Daha önce fark etmemişti, büyük bir ihtimalle gölün de kül kaplı toprakla aynı gri, sulu çamur renginde olmasındandı. Orada hâlâ su var mıydı acaba? Yoksa çamurla mı doluydu? Acaba, diye düşündü Tas, Trapspringer Amca ayı hiç ziyaret etmiş miydi? EĞer ettiyse burayı tanımamın nedeni bu olsa gerek. Ama tabii ki kimseye söyleyememiştir…. Belki de goblinler onu ye-meseydi de söyleyecek fırsatı olsaydı söylerdi. Yemek dedim de aklıma geldi…. “Caramon,” diye seslendi Tas, artan rüzgârın ve gümbürdeyen gökgürültüsünün üzerinden. “Yanına su aldın mı? Ben almadım.

Yemek de yok yanımda. Đhtiyacımız olmaz diye düşünmüştüm, hani eve falan dönecektik ya. Ama…” Tas aniden yiyecek, su ve Trapspringer Amcası’nı aklından alıp götürecek bir şey gördü. “Aman Caramon!” diye yapıştı Tas, koca savaşçıya, bir yandan işaret ederek. “Bak, sence bu güneş mi?” “Başka ne olabilir ki?” diye sözünü kesti Caramon hırçınlıkla, fırtına bulutlarındaki bir yarıktan ortaya çıkan sulu, yeşilimtrak sarı rengindeki diskten gözlerini almadan. “Ve hayır, hiç su getirmedim. O yüzden bu konuda konuşma olmaz mı?” “iyi, biliyorsun şeye gerek yo…” diye başladı Tas. Sonra Cara-mon’un yüzünü görerek aceleyle sustu. Patikadan yarısını katettikten sonra, çamurda kayarak durdular. Sıcak rüzgâr etraflarında esiyor, Tas’m tepe saçını bir sancak gi14 bi uçuruyor, Caramon’un cüppesini etrafında kırbaç gibi şaklatıyordu. Koca savaşçı -Tas’ın da dikkatini çekmiş olan -göle bakıyordu. Caramon’un yüzü solgun, gözleri endişeliydi. Bir an sonra yeniden yürümeye başladı, yolda zorlukla ilerliyordu. Đçini çeken Tas da peşine düştü. Bir karar vermişti.

“Caramon,” dedi, “gel buradan çıkalım. Gel bu yeri arkamızda bırakalım. Burası goblinler yemeden önce Trapspringer Amca’nın da ziyaret etmiş olduĞu ay olsa da, pek eĞlenceli deĞil. Ay yani, yoksa goblinler tarafından yenmek deĞil, ama şimdi düşününce fark ettim ki goblinler tarafından yenmek de pek eĞlenceli olmasa gerek. DoĞrusunu söylemek gerekirse bu ay, en az Cehennem kadar can sıkıcı ve kötü koktuĞuna da şüphe yok. Ayrıca orada susa-mıyordum… Yani şimdi susadıĞımdan deĞil ha,”diye ekledi aceleyle, bu konuda konuşmaması gerektiĞini biraz geç hatırlayarak, “ama dilim sanki azıcık kurudu gibi, bilmem anlatabiliyor muyum, hani insan zor konuşuyor. Büyülü aletimiz var.” Hani son yarım saattir Caramon neye benzediĞini unutmuştur diye taş kakmalı, asa biçimli nesneyi uzattı. “Ve söz veriyorum…tüm ciddiyetimle and içiyorum…bu kez bütün aklımla Solace’ı düşüneceĞim Caramon. Ben…Caramon?” “Sus Tas,” dedi Caramon. Vadinin tabanına varmışlardı; burada çamur Caramon’un bileklerine, Tas’ın da incik kemiĞine kadar yükseliyordu. Caramon, büyülü Zhaman kalesinde düşüp dizini incittiĞi için yeniden aksamaya başlamıştı. Şimdi endişesinin yanında yüzünde bir de acı ifadesi vardı. Başka bir ifade daha vardı. Tas’ın içini gıcıklayan bir ifade… gerçek korku ifadesi.

Şaşıran Tas, Caramon’un ne gördüĞünü merak ederek aceleyle etrafına bakındı. AşaĞısı da yukarıdan pek farklı görülmüyor, diye düşündü… gri, yapışkan ve korkunç. Hiçbir şey deĞişmemişti, sadece ortalık daha da kararıyordu o kadar. Fırtına bulutlarının yeniden güneşi ortadan kaldırmış olmaları Tas’ı rahatlatmıştı, çünkü güneş, kasvetli, gri manzarayı daha da kötü gösteren saĞlıksız görünüşlü bir güneşti. Fırtına bulutları yaklaştıĞı için yaĞmur daha da şiddetlenmişti. Bunların dışında, korkunç olan bir şeyin görünmediĞi kesindi. Kender sessiz durabilmek için elinden geleni yaptı ama daha o sözleri durduramadan, sözler sanki aĞzından kaçıveriyordu. “Ne var Caramon? Ben hiçbir şey göremiyorum. Dizin mi seni 15 rahatsız ediyor? Ben…’ “Konuşma Tas!” diye buyurdu Caramon gergin, sinirli bir sesle. Gözleri fal taşı gibi açılmış etrafına bakıyor, elleri sinirle bir açılıp, bir kapanıyordu. Đçini çeken Tas içinde biriken sözleri durdurmak için eliyle aĞzını kapattı; ölse bile sessiz kalmaya çok kararlıydı. Susunca aniden burasının çok sessiz olduĞunu fark etti. Gök gürlemediĞi zaman başka bir ses yoktu; hatta normalde yaĞmur yaĞarken duyduĞu tanıdık sesler bile yoktu; yani aĞaç yapraklarından süzülen ve yere düşen damlaların, dallar arasında hışırdayan yelin/ yaĞmur şarkılarını söyleyen, ıslak kanatlarından şikayet eden kuşların sesleri yoktu… Tas içinde garip, ürperti gibi bir şey hissetti. Yanmış aĞaç gövdelerine daha yakından baktı. Yanmış olmalarına raĞmen gövdeler büyüktü, şimdiye kadar görmüş olduĞu en büyük aĞaçlar olduĞuna hiç kuşku yoktu, bir de bu aĞaçlardan.

Tas yutkundu. Yapraklar, güz renkleri, yemek pişen ocakların vadide yükselen dumanları, göl… kristal kadar mavi ve pürüzsüz… Gözlerini kırpıştırarak, çamur ve yaĞmurun neden olduĞu o sa-kızımsı katmandan kurtulmak için elleriyle gözlerini ovdu. Etrafına bakındı, bakışlarını yola ve o kocaman kayaya çevirdi… Artık yanmış aĞaç gövdeleri arasından rahatlıkla görebildiĞi göle baktı. Keskin, çentik çentik zirveleriyle daĞlara baktı. Burada daha önce bulunmuş olan Trapspringer Amca deĞildi… “Aman Caramon!” diye fısıldadı dehşetle. 16 Böfiim 2 e var?” diye döndü Cara-mon, kendere öyle garip bakıyordu ki Tas, o içinde hissettiĞi çok garip iç gıcıklayan hissin, dışına da yayılmaya başladıĞını duyum-sadı. Kolları boyunca küçük kabarcıklar oluştu. “Hi…hiç,” diye kekeledi Tas. “Sadece hayal gördüm. Caramon,” diye ekledi aceleyle, “haydi ayrılalım! Hemen şimdi. ĐstediĞimiz her yere gidebiliriz! Zaman içinde, hep birlikte olduĞumuz bir zamana, hepimizin mutlu olduĞu bir zamana dönebiliriz! Rint ile Sturm’un saĞ olduĞu, Raistlin’in hâlâ al cüppe giydiĞi ve Tika’mn olduĞu bir zamana gide…” “Kapat çeneni Tas,” diye kesti sözünü Caramon, uyaran bir ses tonuyla; sözlerinin, kenderin bile sinmesine neden olan bir şimşekle altı çizilmişti. Rüzgâr artıyor, garip bir sesle sanki kenetlenmiş dişleri arasından titrek bir nefes alan biri gibi ölü aĞaç gövdeleri arasından ıslıklar çalıyordu. Ilık, yapışkan yaĞmur kesilmişti. Tepelerindeki bulutlar dönerek geçmiş, soluk güneşi gri gökyüzünde tüm parlaklıĞıyla bırakmıştı. Fakat ufukta bulutlar yıĞılmaya devam ediyor, yıĞıldıkça kararıyordu.

Bulutların arasında çok renkli şimşekler çakıyor, bulutlara soĞuk, ölümcül bir güzellik katıyordu. Caramon çamurlu yoldan yürümeye başladı; bir yandan da ya17 ralı bacaĞındaki aĞrıdan dolayı dişlerini sıkıyordu. Fakat -her ne kadar, çok farklı da görünseartık çok iyi bildiĞi bir yoldan aşaĞıya bakan Tas, yolun kıvrıldıĞı yeri görebiliyordu. Dönemecin ötesinde ne bulunduĞunu bildiĞi için olduĞu yerde kalarak ayaklarını yolun ortasına sıkı sıkı bastı ve Caramon’u arkasından seyretti. Birkaç saniye süren alışılmadık bir sessizlikten sonra Caramon bir şeylerin ters gittiĞini fark ederek arkasına baktı. Yüzü yorgunluk ve acıyla asılmış olan koca adam durdu. “Haydi Tas!” dedi huzursuzca. Tepe saçını parmaĞına doluyan Tas başını hayır anlamında salladı. Caramon ona sert sert baktı. Tas sonunda patladı, “Bunlar vallen aĞaçları Caramon!” Koca adamın sert yüzünün ifadesi yumuşadı. “Biliyorum Tas,” dedi bitap bir edayla. “Burası Solace.” “Hayır, deĞil!” diye baĞırdı Tas. “Bu…burası sadece vallen aĞaçları olan bir yer! Vallen aĞacı olan bir sürü yer olmalı…” “Peki Kristalmir Gölü olan da çok yer var mı Tas, ya da Kharo-lis DaĞı’nın olduĞu, ya da hem senin, hem benim Flint’i üzerine oturmuş bir tahta yontarken gördüĞümüz şu koca kaya gibi kayası olan, ya da bu yolu olan başka bir yer…” “Bilemezsin ki!” diye baĞırdı Tas hiddetle. “Olabilir!” Aniden ileri doĞru koşmaya başladı; ya da ileri doĞru koşmaya çalıştı demek daha doĞru, ayaklarını yapış yapış balçık çamurdan elinden geldiĞince hızla çekmeye çalışıyordu.

Tökezlenip Caramon’un üzerine devrilen kender koca adamın eline yapışıp çekiştirdi. “Haydi gidelim! Haydi buradan çıkalım!” Bir kez daha zaman aletini havaya kaldırdı. “Tar…Tarsis’e geri dönebiliriz! Ejderhaların o binayı benim üzerime devirdikleri yere! O eĞlenceli, ilginç bir zamandı. Hatırladın mı?” Tiz sesi yanıp kül olmuş aĞaçların arasında keskin bir çıĞlık gibi çınladı. Yüzü hâlâ asık olan Caramon uzanarak büyülü aleti kenderin elinden aldı. Tas’ın çılgın gibi karşı koymalarını yok sayıp aleti alarak taşlarını evirip çevirmeye ve yavaşça o parlak asayı sade, sıradan bir kolye ucu haline sokmaya başlamıştı. Tas hüzünle seyretti. “Neden gitmiyoruz Caramon? Burası korkunç. Ne yiyeceĞimiz, ne içeceĞimiz var ve gördüĞüm kadarıyla bulma şansımız da pek yok. Ayrıca o yıldırımlardan biri bize isabet edecek olsa tozumuzun kalmayacaĞına da kuşku yok; üstelik o fırtına da gittikçe yaklaşıyor 18 ve sen de bal gibi burasının Solace olmadıĞını biliyorsun…” “Bilmiyorum Tas,” dedi Caramon sakin bir edayla. “Ama öĞreneceĞim. Ne var? Merak etmiyor musun? Ne zamandır kenderler bir macera fırsatını geri çevirmeye başladı?” Yeniden topallayarak yoldan ilerlemeye başladı. “Ben de en az bütün kenderler kadar meraklıyım,” diye geveledi Tas, boynunu büküp Caramon’un ardına takılırken. “Ama daha önce hiç gitmemiş olduĞun bir yeri merak etmek başka, insanın kendi yerini yurdunu merak etmesi başka. Đnsan yurdunu merak etmemelidir! Yerin yurdun deĞişmez.

Orada durur, senin geri dönmeni bekler. Đnsanın yeri yurdu, ‘Ah işte gittiĞimden beri hiç deĞişmemiş,’ dediĞi yerdir, yoksa ‘Amanın burası üzerinden altı milyon ejderha uçup yerle bir etmiş,’ dediĞi yer deĞil. Đnsanın yurdu macera yaşanacak yer deĞildir Caramon!” Tas bakışlarını kaldırıp sözlerinin Caramon’da bir etki yaratıp yaratmadıĞına baktı. Yaratmışsa bile, hiç belli olmuyordu. Bu acı dolu yüzde, Tas’ı oldukça şaşırtan, şaşırtan ve hayrete düşüren sert bir kararlılık ifadesi vardı. Caramon deĞişti, diye fark etti Tas aniden. Bu sadece cüce içece Ğini bırakmasından kaynaklanmıyor üstelik. Üzerinde deĞişik bir hava var; daha ciddi ve…şey, sorumluĞunu daha çok bilen biri gibi görünüyor sanırım. Ama başka bir şey daha var. Tas düşündü. Gurur, diye karar verdi bir dakikalık bir derin düşünceden sonra. Kendisiyle gurur duyuyor; gurur ve kararlılık var. Bu, kolay kolay pes etmeyecek bir Caramon, diye düşündü Tas, canı sıkılarak. Bu, başını belâya sokmaması ve meyhanelerden koruması için bir kendere muhtaç olan Caramon deĞil. Tas hoşnutsuz bir edayla içini çekti.

O eski Caramon’u özlüyor gibiydi. Yoldaki dönemece vardılar. Bir şey söylememelerine raĞmen her ikisi de burayı tanımıştı. Caramon söyleyecek bir şeyi olmadıĞı için, Tas ise burayı tanıdıĞını tüm dikkafahlıĞıyla inkâr ettiĞinden bir şey söylemiyordu. Fakat her ikisi de ayaklarını sürüdüklerini fark ettiler. Bir zamanlar, o dönemeci dönen yolcular ışıklar içindeki Son Yuva Hanı’nı görürdü. Otik’in baharatlı patateslerinin kokusunu alır, bir gezgini veya Solace’lı bir müdavimi içeri almak için her kapı açıldıĞında dışarı taşan kahkaha ve şarkı seslerini duyardı. Caramon da, Tas da söylenmemiş bir fikir birliĞiyle dönemeci dönmeden durdu. 19 Hâlâ konuşmuyorlar, her ikisi de etrafındaki terkedilmişliĞe, yanmış ve kararmış aĞaç gövdelerine, kül kaplı zemine, kararmış kayalara bakıyordu. Sessizlik kulaklarında, gümbür gümbür güm-bürdeyen gökgürültüsünden daha yüksek ve korkunç çınlıyordu. Çünkü her ikisi de, göremeseler de bu noktadan Solace’i duyabileceklerini biliyorlardı. Kasabanın sesim duyabilmeliydiler; demircilerin sesini, pazar yerinin sesini, sokak satıcılarının, çocukların ve tüccarların sesini, Han’ın sesini… Fakat sessizlikten başka bir şey yoktu. Ve, ileride uzakta gökgü-rültüsünün meşum gümbürtüsü vardı. Sonunda Caramon içini çekti. ‘Haydi gidelim,” dedi ve ileri doĞru topalladı.

Tas daha yavaş izliyordu; çamur ayakkablarına öyle bulaşmıştı ki sanki cücelerin demir tabanlı çizmeleri vardı ayaĞında. Ama ayakkabıları, yüreĞi kadar aĞırlaşmamıştı. Sonunda söyledikleri kulaĞa Ristlin’in büyü duaları gibi gelmeye başlayıncaya kadar, kendi kendine, “Burası Solace deĞil, burası Solace deĞil, burası So-lace deĞil,” diye tekrarlayıp durdu. Dönemeci alan Tas korkuyla gözlerini kaldırdı… …ve rahatlayarak derin bir nefes aldı. “Ne demiştim Caramon?” diye haykırdı, uluyan rüzgârın arasından. “Bak, hiçbir şey, hiçbir şey yok orada. Ne bir Han var, ne kasaba, hiçbir şey yok.” Minik eliyle Caramon’un koca elini tutup adamı geri çekmeye çalıştı. “Şimdi gidelim artık. Bir fikrim var. Fiz-ban’ın altın köprüyü havadan indirdiĞi zamana dönebiliriz” Fakat kenderin elinden kurtulan Caramon asık yüzüyle ileri doĞru aĞır aksak ilerliyordu. Durarak yere bakmaya başladı. “O halde bu ne Tas?” diye sordu korkuyla gerginleşen bir sesle. Tepe saçının ucunu sinirli sinirli kemiren kender gidip Caramon’un yanında durdu. “Ne ne?” diye sordu inatla.

Caramon işaret etti. Tas burun kıvırdı. “Tamam, yerde büyük bir boş alan var. Tamam, belki orada bir şey vardı. Belki orada büyük bir bina vardı. Ama artık yok, neden bunun için endişelenelim ki? Ben…ayy! Caramon!”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir