Mario Levi – Bir Sehre Gidememek

Elinizde tuttuğunuz bu kitap, zamanın akışında birçok insan için, deyiş yerindeyse bir başucu kitabı oldu. Gerçeği bu kitabı böyle görenlerden ve yaşayanlardan öğrendim. Duyduklarım bana güç veriyor, bir yerlerde birileriyle buluşabildiğimi söyletiyor. Böyle bir yere elbette inanmıştım. Ancak inancım, ne gizleyeyim, gücünü biraz da hayallerden alıyordu. Şimdiyse hayalim başkalarına da ulaşabilmek… Kitabın ilk beş baskısı Afa Yayınları, onu izleyen üç baskısıysa Remzi Kitabevi tarafından yapıldı. Bu buluşmalarda onların da görmezlikten gelemeyeceğim rolleri vardı hiç kuşku yok ki. Kendilerine bu vesileyle teşekkürü bir borç biliyorum. Şimdi Doğan Kitap’la yeni bir yola çıkmış bulunuyoruz. Umut yenileniyor. Yolun başka duraklarında bekleyenlerin, seslerini bir şekilde duyurabileceklerine inanmak istiyorum yine. Tıpkı başlangıçta olduğu gibi… Kendimi samimiyetime ve yalan söylemediğime ancak böyle ikna edebilirim… Önce bir gezgin oluşum vardı o dil dünyasının tarihinde… Sözcükler, bir metni, giderek bir yaşantıyı yeniden kurmak ya da umarsızca anlamlandırmak gibisinden meseleler hiç durmaksızın kafamı karıştırırdı. Sonra yabancı bir kentte soğuk, güneşli bir öğle sonrasıydı. Tereyağlı ekmeklerimizle sebze çorbası içmiştik hatırlıyorum; ben bundan hiç hoşlanmamıştım. Odada bir tütsü kokusu vardı sonra, şehrin uzağında bir çiftlik evindeydik, bir sarhoşluğun ertesi olmalıydı ve ben sabah ayazında uzun uzadıya gezinmiş, bir çıkmazı kendimle paylaşmaya çalışmıştım.


Kapanmayan bir yaranın şarkısını söylüyordu Léo Ferré. Odun sobasının alevine bakmıştık sonra, ayrılığımıza elimizden geldiğince ısınmaya çalışmıştık. Neden sonra “Bir uzaklaşma, bir küçücük parantezi sessiz sedasız yaşama arzusu bu” demiştim kendi kendime. Nereden nereye diyebilirdiniz. Ama gözlerimin önündeydi işte. Turgut Uyar gene sarhoştu örneğin, bastonuna dayanarak yürüyordu ve “Bana yol vermemelisiniz, bana yardım etmenize gerek yok” diyordu. Öylesine uzak, öylesine imkânsızdı ki, artık dünyanın en güzel Arabistan’ı. Edip Cansever gelmemişti o akşam. Bir olasılıkla Krepen Pasajı’nda Ruhi Bey’i arıyordu. Tezer Özlü’yü sözcüklerinden tanıyordum, onun gibi bir sevgilim olmamıştı. Durup dururken hep bir yan çizme, hep bir anlatamama kaygısı vardır diyordum. Ve ben bunu yalnızca kendime söylüyordum. O hikâyeyi senden sonra düşünmek meseleydi bu yüzden de, enikonu yürekli olmayı, biraz da kendi çıkmazının ayrımına yeniden varmayı gerektirirdi. Vazgeçtim bu durumda, anlatamadım. O uzak kentte bıraktıklarımın tarihine belki de hiç ulaşamayacaktım.

Bir eski düşün peşinden koşmak, şarkıları, dizeleri, kovulmuşlukları, tükenmişlikleri, tüm küskünlükleri, oyalanmaları ve anlatamamaları yaşamak meseleydi çünkü, şimdi bunu da söylemeliyim. Sonra tuttum, İstanbul’da bir deniz manzarası düşündüm. “Ben bu denizi anlatabilirim” dedim, anlatamadım. Oysa denizi hep sevmiştim, hep bir yerlere gitmek istemiştim. Durdum, düşündüm. Seneler sonra bir plakta Léo Ferré aynı şarkıyı söylüyordu. Aynı şarkıyı mı? Durdum, düşündüm. Vazgeçtim, anlatamazdım… ŞEHİR “Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim” dedin, “bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet. Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya; –bir ceset gibi– gömülü kalbim. Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede? Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam, kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün, boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.” Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın. Bu şehir arkandan gelecektir. Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın. Aynı mahallede kocayacaksın; aynı evlerde kır düşecek saçlarına. Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.

Başka bir şey umma – Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte, Öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de. Konstantinos Kavafis Çeviren: Cevat Çapan Bir Şehre Gidememek İstanbul, 1988-1989 Cinsel sorunlardan, rezil sarhoşluklardan, yalnızlıklardan ve tüm düzensizliklerden kurtulabilmek için bir kadınla yaşamayı olası bir çözüm olarak görebilen şahane uyumsuzların büyük bir kendi kendini kandırma çabası gösterdiği dünyamızda, kimi ayrıntıların değil anlatılmaya, yaşanmaya bile değer bulunamayacağını çok iyi biliyorum. Ama aradan sekiz yıl geçtiği, bir baltaya sap olamamanın erdemine inanmaya nedense devam ettiğim ve onca çözümsüzlüğü, duygularımın muhalefetine karşın sineye çekmek zorunda olduğum halde, Gracinda’yı hâlâ hatırlayabiliyor ve kafama üşüşen bin bir çağrışımla birlikte olası bir yazının gündeminde tutabiliyorum. Sonuçta her şey müzmin bir çaresizlikten kaynaklanıyor olabilir. Dileyenler buna bir küçük yalan da diyebilirler ve böylesi bir yargıya, inanın ben hiç içerleyemem. Yalanın insan ilişkilerinde ve yazıya dönüşme sancısını taşıyabilecek her yaşantıda sapına kadar geçerli olabileceğine yürekten inanıyorum çünkü. Ama ben gene de insanları çeşitli yollardan etkileme çabasının bir eksikliğin dile getirilişi olduğu gerçeğini bir türlü ayrımsayamayanların rahatlıkla başvurabileceği bir yöntemden medet umarak, o günlerin de, Gracinda’yla yaşadıklarımın da unutulmazlığından dem vurmak ve böyle bir serüvenin, biraz sürekli yenilenen duygusal bakirliğim, biraz da hiçbir zaman kurtulamayacağıma inandığım “saflığım”la çok yakından ilintili olduğunu söylemek istiyorum. Bir diğer deyişle birçok insanın hayatında unutamadığı ve belki de hiçbir zaman unutamayacağı ilişkiler vardır düşüncesi, geçmişe yapılacak kimi yolculukların göze alınmasına rahatlıkla zemin hazırlayabiliyor. Bütün bunlara bir de, iyi ki o günleri yaşadım, diyebilmenin hüznünü ve burukluğunu da ekleyebilmeli. Ama böyle başlangıçlarda temkini her şeye karşın elden bırakmamak gerekiyor. Çünkü göze alınan yolculukların biçimi ve niteliği ile benzeri girişimlerin sonuçları ne yazık ki hiçbir şeyi değiştiremiyor. Çünkü kısa bir hayalden sonra dönülen yer hep aynı çıkmaz ve zorunluluk olabilir. Bir insanla birlikte yaşanıyorsa ve o insana karşı hiç olmazsa görünüşü kurtarabilecek kadar dürüst olunabilmişse iş kolay. Geçmişte yaşanan ve bir kez daha göze alınamayacağı bilinen bir serüvenden söz etmek, için için duyulan bir zevk, hatta bir küçük övünçtür öyle zamanlarda. O insana kimi duygular açılamamış, diyelim bir evlilikte, olaylara paralel bakma alışkanlığı edinilmiş ve bu bir yaşama gereği olarak kabul edilmişse durumun biraz zorlaşacağı düşünülebilir.

Ama böylesi insanların kıt zekâlarını basit yalanlara çok iyi çalıştırabilecekleri de görülmüştür. İşte o zamanlarda gönüllü bir suskunluk için, baş ağrısı, yorgunluk, ödeme güçlüğü, toplumsal eşitsizlikler ya da taksi şoförlerinin küstahlığı gibisinden neden ve açıklamalar, yaşadığımız yakanın çağdaşlık müsveddesi erkekleri tarafından rahatlıkla bulunabilir. Kadınlara gelince, onların nasıl olsa sürekli olarak sığınabilecekleri aylık rahatsızlıkları var. Bir üçüncü seçenekse yalnızlıktır. Yani yenilgiler dizisi devam etmektedir ve en mühimi bir evde tek başına çamaşır ve bulaşık yıkama ile kimi sökükleri dikme konusunda çok özel beceriler geliştirilmiştir. İşte böyle durumlarda gerçekten yapayalnızsanız ve hiç istemediğiniz halde kimi anılar ile pişmanlıklar tarafından kovalanıyorsanız, işiniz bir hayli zor demektir. Ama bu durumda bile iki ayrı seçeneğin varlığından söz edilebilir: ya içki şişesiyle kadeh tokuşturup zom olmak ve belli bir içki yükünden sonra kendini dünyanın en deneyimli ve görmüş geçirmiş erkeklerinden biri olarak görebilmek ya da eski dostlara kimi sitemleri de göze alarak geceyarıları telefon etmeyi göze alabilmek. Geçmişte insan ilişkilerinden az çok denkleştirebildiğiniz o küçük sermayeden yiyebilmeniz beklenebilir o halde. Bir zamanlar bir çeşit ödün verme gibi gördüğünüz davranışlara artık hafiften gülümseyerek yaklaşırsınız: bir merhaba ya da bir nasılsın sorusu, sizi sanki hep aynı insana götürür. O hep durmaksızın değişebilme isteğinin nedeni nedir? Ya da aslında hiçbir şey değişmemiştir de yıllara ve insanlara karşın hep aynı yerde mi kalırsınız?. Sorgulamalar ile tehlikeli kurcamalamalar işte böyle, birbiri ardına gider gelir. Gece olmuştur bir kez daha. Hayat isteseniz de istemeseniz de birçok insan için sorumsuzlukları ve sevinçleriyle devam edebilmektedir. Gerisini, diş sancısının dışında başka sancıları da sık sık yaşama olanağı bulmuş olanların rahatlıkla anlayabileceği inancındayım. Geceler ve çağrıştırdıkları, evet.

Gracinda’yla bugüne çok değişik bir yoldan gelmiş olabileceğimi şimdi bir kez daha ayrımsıyorum. Görünürde çok şey değişebiliyor, seçeneklerse durmaksızın çoğaltılıyordu. Bir düş vardı örneğin, hayalini yıllar yılı içimde geliştirdiğim o şehre hiç beklemediğim bir anda gidebilecek gibiydim. İşin içinde birkaç kırmızı, birkaç tanıdık ses ve anlayamadığım garip görüntüler vardı. Rio yıllar sonra karşımda uzanacaktı… “Döneceğini biliyordum” demişti Gracinda, “çünkü bu şehre gelecektin istesen de istemesen de… Beni bir kez daha görme hasreti yıllarca peşini kovalayacaktı.” Uzak bir geçmişi göz ardı edilemeyecek değişikliklerle bugüne getirebilen bir rüyanın unutulmaz kılınması için yeterli bir başlangıç olabilirdi bu, biliyorum. Gerisi, kaleme dökülmüş, büyük bir olasılıkla değişmiş ama yaşanırlığını şöyle ya da böyle sürdürebilen Gracinda’nın sesiydi: “Kollarımı açmıştım sana… Bana doğru koşuyordun. Yeni hikâyelerle geliyor gibiydik birbirimize. Çünkü yıllar geçti aradan. Umudu, hüznü ve değişen mevsimleri yaşadık. Bambaşka iklimlerde bambaşka insanların olduk. Bir bakışta, bir gülüşte ya da bir gece boyunca yaşamak istediğimiz ve bulduğumuzu sandığımız sevdaları yaşadık. Ama ayrılık hep yaşanacaktı ve sonuç ne olursa olsun hiçbir zaman bitmeyecekti bir insana yolculuğumuz. Hiç kimseyle paylaşamayacağın bu uzun ve tehlikeli hayale biraz da bu yüzden çıkacaktın. Uzun yıllar geçti aradan, bak bu sihirli cümleyi bir kez daha yineliyorum.

İşte şimdi yeniden paylaşabiliriz o anlatılamayacak suskunluğumuzu, buruk bir gülümsemeyle birbirimize yeniden bakabiliriz. Çünkü kimi tutkular sapına kadar yaşanabildiğinde, bir başkasında hep bir şeyler bırakılır. Örneğin bir günbatımının beklenmedik bir anda hatırlanabiliyor olması: bir bakıştan anlayabileceğimiz çok şey vardır artık. Bana duymuş olabileceğin hasreti anlayabiliyorum örneğin, bu rüyanın er ya da geç bir metne dönüşeceğini sezinleyebiliyorum, eğer hâlâ yazıyorsan. O günlerde hayattan beklediğimiz çok şey vardı. ‘Belki de’ demiştin, ‘belki de günün birinde bir geriye dönüşün hikâyesini anlatırım.’ Ayrılık anının eninde sonunda gelip çatacağını her ikimiz de çok iyi biliyorduk çünkü. Bir gün her şey bitmiş gibi görünecek ve biz bu ilişkiyi sürekli olarak bambaşka insanlara taşıyacaktık. Şimdilerde Rio’da sonbaharı karşılıyoruz. Bu gece o günlerde olduğu gibi gündoğumuna kadar uyumayacağız. Evimin balkonunda Copacabana’nın çok uzağındayız. Léo Ferré yıllar öncesindeki gibi için için kanayan bir yaranın şarkısını söyleyecek. Sonrasınıysa hiç düşünmeyelim…”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir