Michel Foucault – Ders Özetleri (1970-1982)

College de France Profesörler Kurulu, 30 Kasım 1969 oturumunda, Jean Hyppolite’in başkanlığındaki Felsefi Düşünce Tarihi kürsüsünü, Düşünce Sistemleri Tarihi kürsüsüne dönüştürme kararını alıyordu. Michel Foucault kürsü başkanlığına, 12 Nisan 1970’te seçildi ve 25 Haziran 1984’te ölümüyle sona eren derslerine 2 Aralıkta başladı. Bu kitapta, Foucault’nun, College de France’daki derslerine başlarken yaptığı açış konuşması (“Söylemin Düzeni”) ile öğretim üyeliği boyunca verdiği derslerin özetlerini bulacaksınız. Bu konuşmayı, Turhan Ilgaz’ın çevirisiyle sunuyoruz. M. Foucault’nun College de France’da Profesör olarak ders verdiği bu ondört yıllık dönemde üç yıl eksiktir. Bunlar, ders yapmadığı 1976-1977 ve sağlığının bozulması dolayısıyla ders özetlerini hazırlayamadığı son iki yıldır: 1982-1983, 1983-1984 (Kendi’nin ve Başkalarının Yönetimi). Söylemin Düzen{> Bugün yapmak zorunda olduğum konuşmada ve burada belki de yıllar boyunca yapmak zorunda kalacağım konuşmalarda, hiç kimseye sezdirmeden eriyip gitmeyi dilerdim. Söze başlamaktansa, sözün beni sarıp sarmalamasını ve beni, her türlü olası başlangıcın çok ötelerine taşımasını isterdim. Konuşacağım sırada, kimliği bulunmayan bir sesin benden epey önce söze başlamış olduğunu farkedivermek ne hoş olurdu: o zaman sözcükleri bağlamak, cümleyi sürdürmek, kendisini, sanki bir an için, askıda tutarak bana işaret vermişçesine yarattığı boşlukların arasına, hiç kimsenin fazlaca dikkatini çekmeksizin yerleşivermek yeterdi bana. Böylece; başlangıç olmayacaktı; ve söylemin kendisinden kaynaklandığı kişi olacak yerde, onun uzayıp gidişinin rastlantısallığında, zayıf bir boşluk, olası eriyişindeki bitiş noktası olacaktım. Benim arkamda (çok önceden söze başlamış, söyleyeceğim şeyleri önceden söylemiş) bir sesin şöyle demesini isterdim: “Sürdürmek gerek, ben sürdüremiyorum, sürdürmek gerek, sözcükler olduğu sürece onları söylemek gerek, beni buluncaya, beni söyleyinceye dek, onları söylemek gerek -tuhaf çaba, tuhaf hata, sürdürmek gerek, belki de çoktan oldu, belki de çoktan söylediler bana, söyleyeceklerini, belki beni öykümün eşiğihe dek, öyküme açılan kapının eşiğine dek taşıdılar, eğer kapı açılırsa şaşardım.” Sanırım pek çok kişide, başlamak zorunda kalmamak için benzer bir arzu, ne denli farklı, korkutucu, belki de meş’um _yönleri olabileceğini dışardan izlemek zorunda kalmamak için, oyuna başlar başlamaz, söylemin öte yanında kalma arzusu vardır. Bunca ortak bir dileğe, kurumun yanıtı alay kipinde; zira başlangıçları tö- (•) Bu bölümü oluşturan konuşma, Turhan Ilgaz tarafından çevrilen ve Hil Yayın tarafından 1987’de basılan “Söylemin Düzeni” adlı kitaptan alınmışhr .


10 Ders Özetleri’ rensel hale getiriyor, zira onlan bir dikkat ve sessizlik halesiyle kuşatıyor ve sanki uzaklardan da farkedilsinler diye, ayinselleştirilmiş biçimler almaya zorluyor onlan. Arzunun dediği şu: “Ben, söylemin bu kuşkulu düzenine kendiliğimden girmek zorunda kalmak istemezdim; keskin ve kesin onca yanı içinde, onunla kapışmak istemezdim; isterdim ki o, içinde başkalarının benim beklentime yanıt verecekleri ve orada gerçeklerin, birer birer, ayağa kalkacağı, sakin, derin, sonsuzcasına açık bir saydamlık gibi çevremi sarsın; o zaman, tıpkı mutlu bir enkaz gibi, kendimi ona, beni taşıması için bırakırdım.” Ve kurum karşılık veriyor: “Başlamaktan korkman gereksiz; biz hepimiz, söylemin yasaların düzeni içinde yeraldığını sana göstermek için buradayız; uzun zamandan beri ortaya çıkışının kollandığını göstermek için; ona, onu onurlandıran ama elini kolunu da bağlayan bir yerin ayrıldığını göstermek için; ve de, kazara bir güce sahip olursa, bunun aslında bizden ve yalnızca bizden kaynaklanacağını göstermek için.” Ancak belki de bu kurum ve bu arzu bir ve aynı kaygıya karşı çıkarılmış iki replikten başkaca bir şey değildir: söylemin telaffuz edilmiş veya yazılmış şey olarak maddi gerçekliği içindeki neliğinden duyulan kaygı; hiç kuşkusuz silinip gitmeye, ama bize ait olmayan bir süre içinde silinmeye mahkum bu geçici varoluş karşısındaki kaygı; gündelik ve esrik olmakla birlikte, bu faaliyetin altında, tam olarak tasarlanamayan güçlerin ve tehlikelerin hissedilmesinden gelen kaygı; kullanılışlan nice uzun zamandır zorlukları ortadan kaldırmış olan onca sözcükten geçen kavgalardan, utkulardan, yaralardan, egemenliklerden, köleliklerden kuşkulanmanın verdiği kaygı. Peki ama insanların konuşuyor olmasında ve de söylemlerinin sınırsızcasına çoğalmasında bu denli tehlikeli olan ne var? Nerede o zaman tehlike? İşte yaptığım çalışmanın alanını -ya da belki çok geçici bir sahnesini- sabitleştirmek üzere, bu akşam, ileri sürmek istediğim varsayım: bana göre, söylemin üretimi, her toplumda, görevleri onun gücünü ve tehlikelerini önlemek, bellisiz olagelişini dizginlemek, ağır, korkulu maddiliğini savuşturmak olan birtakım yollarla, hem denetlenmiş, hem ayıklanmış, hem de örgütlenmiş ve yeniden paylaştırılmıştır. Bizimki gibi bir toplumda, dışlama usulleri elbette biliniyor. En Söylemin Düzeni 11 apaçık, aynı zamanda da en tanıdık olanı, yasak’tır. Hep bilindiği gibi, her şeyi söyleme hakkı yoktur, her şeyden her koşulda sözedilmez, nihayet, herkes her şeyi konuşamaz. Nesnenin tabuluğu, koşuldaki ayinsellik, konuşan öznenin ayrıcalıklılık veya salt ona özgü bir hakkı söz konusudur: burada, kendi kendini değiştirmeye ara vermeksizin, birbirini kesen, birbirini güçlendiren veya dengeleyen, karmaşık bir parmaklık oluşturmuş üç türlü yasağın işleyişiyle karşılaşılır. Yalnızca şuna işaret edeceğim ki, günümüzde, parmaklığın en dar olduğu, kara boşlukların çoğaldığı bölgeler, cinsellik ve politikaya ait bölgelerdir: söylem sanki, cinselliğin korunmasız kaldığı ve politikanın da uzlaşmacılaştığı o saydam veya tarafsız öğe olmak şöyle dursun, bunların, ayrıcalıklı bir tavırla, en korkutucu güçlerinden bazılarını harekete geçirdikleri alanlardan biriymiş gibi… Söylemin, görünüşte, önemsiz bir şey olması hiç farketmez, karşı karşıya kaldığı yasaklar hemen, çabucak, onun arzu ve erkle olan ilişkisini gün ışığına çıkarırlar. Ve bunda şaşılacak bir şey yoktur: zira söylem -psikanaliz bunu bize gösterdi- arzuyu yalnızca ortaya koyan (veya gizleyen) şey değildir; aynı zamanda da arzunun nesnesi olan şeydir; ve zira -bunu da tarih hiç durmadan bize öğretiyor- söylem yalnızca kavgaları veya baskı sistemlerini açıklayan şey değil, ama onun için, onun vasıtasıyla mücadele edilen şey, ele geçirilmek istenen erktir. Toplumumuzda bir başka dışlama ilkesi daha var: bu bir yasak değilse bile, bir paylaşım ve bir kovuş. Akıl ile delilik arasındaki karşıtlığı kastediyorum. Orta Çağ’ın derinliklerinden buyana deli, söyleminin diğer insanlarırikiler gibi yayılabilmesine imkan bulunmayan kişidir: söylediği şeyin bir hiç ve söylenmemiş kabul edildiği, ne doğruluğu ne de önemi olduğu, adalet önünde değer taşımadığı, bir eylemi veya bir sözleşmeyi doğrulamaya yetmediği, hatta kilisede bile özün -biçim- değiştirmesine ve kutsal ekmeği bedene dönüştürmeye yardım etmediği görülür; buna karşın, her türlü söylemin karşıtı olarak, ona, gizli bir hakikati bildirmek, gelecekten haber vermek, olanca saflığı içinde, başkalarının bilgeliğinin farkedemediklerini görebilmek gibi tuhaf güçler yakıştırıldığı da olur. Yüzyıllar·boyunca Avrupa’da, delinin söylediğinin ya hiç işitilmemiş olduğunu, ya da, işitildiğinde, ona bir hakikatin sesiymiş gibi kulak verildiğini saptamak oldukça gariptir. Sözleri ya -daha ağza alınır alınmaz dışarı kovularak- hiçliğin içine yuvarlanıyordu, ya da içinde saf veya hilekar bir akıl, aklı başında insanlarınkinden daha akıllı bir akıl bulunup çıkarılıyordu.

Ne olursa olsun, ister dışlanmış, isterse, dar anlamıyla, akıl tarafından gizlice 12 Ders Özetleri • kuşatılmış olsun, bu söylem ortada değildi.Delinin divaneliği söy- · lediklerinden anlaşılıyordu: onlar düpedüz, paylaşımın işlediği alandı; ancak bu söylenenler, hiçbir zaman bir araya toplanmıyor, dinlenmiyordu. XVIII. yüzyılın sonuna gelene dek, gösterdiği değişikliğe karşın, bu söylenmede neyin söylenmiş olduğunu (nasıl söylenmiş olduğunu, neden söylenmiş olduğunu) araştırma düşüncesi, herhangi bir hekimin ahlına asla gelmedi. Delinin bütün o devasa söylemi gürültüye dönüşüyordu; ve ona ancak simgesel bir biçimde, korunmasız ve uzlaştırılmış olarak tiyatro sahnesinde ilerlediği zaman söz veriliyordu, zira burada maskeli hakikat rolünü üstlenmekteydi. Bana, bugün bütün bunların bittiği veya bitmek üzere olduğu; delinin söylediklerinin artık paylaşım çizgisinin ötesinde durmadığı; artık bir hiç ve söylenmemiş olarak kabul edilmediği; tam tersine bizi dikkatli davranmaya yönelttiği; söylediklerinin içinde bir anlam, ya da bir yapıtın karalama veya harabelerini bulmaya çalıştığımız; ve de bizim her birimizin hecelediğimiz şeylerde, söylediklerimizin bizden kaçıp gittiği o küçücük delikte, delinin söylediklerini yakalamayı başardığımız söylenecektir. Ancak, bunca dikkat eski paylaşımın artık işlemediğini kanıtlamıyor; o söyleneni kavrayabilmek için kullandığımız her tiirlü bilme zırhını anımsamak yeter; birilerine -hekim veya psikanalist- bu söyleneni dinleme ve aynı anda da hastaya, perişan sözcükleriyle gelip söyleme, ya da umutsuzca söylememe imkanı veren, bütün o kurumlar şebekesini anımsamak yeter; paylaşımın, ortadan kalkmak şöyle dursun, farklı yollardan, yeni kurumlar aracılığıyla ve asla aynı olmayan etkilerle, bfr başka türlü işlemeye devam ettiğinden kuşkulanmak için, bütün bunları anımsamak yeter. Ve her ne denli hekimin rolü, en sonunda özgürlüğüne kavuşmuş bir söze kulak vermekten ibaretse de, dinleme, her zaman es’in korunması çerçevesinde yerine getirilmektedir. Arzu tarafından istila edilmiş ve kendisini –en büyük sevinçlere ya da en büyük dehşetlere götürecek- korkunç güçlerle dolu sanan bir söylemin dinlenişidir bu. Eğer canavarları iyileştirmek için aklın sessizliği gerekiyorsa, sessizliğin teyakkuz halinde bulunması yeter ve paylaşım da varlığını bu yolla sürdürür. Doğru ve yanlış karşıtlığını, sözünü ettiklerimin yanısıra, bir üçüncü dışlama sistemi gibi kabul etmek, belki biraz tehlikeli. Doğrunun baskısı, ötekiler türünden paylaşımlarla, başlangıçta keyfi olan veya en azından tarihi olumsallıklar çerçevesinde örgütlenen paylaşımlarla; yalnızca değiştirilebilir olmakla kalmayıp sürekli de yer değiştiren paylaşımlarla; onları kabul ettiren ve yeniden kovan Söylemin Düzeni 13 bütün bir kurumlar sistemi tarafından taşınan paylaşımlarla; nihayet, baskısız, veya en azından bir şiddet payı olmaksızın uygulanamayan paylaşımlarla, nasıl olur da akılcı bir biçimde kıyaslanabilir. Hiç kuşkusuz, bir söylem içinde, bir önerme düzeyinde yer alındıkta, doğru ve yanlış arasındaki paylaşım ne keyfidir, ne değiştirilebilirdir, ne kurumsaldır, ne de şiddete dayanır. Ama eğer bir başka basamakta yer alınacak olursa, söylemlerimiz boyunca, tarihimizin onca yüzyılını aşıp gelen o doğruluk istencinin ne idiği, durmamacasına ne olduğu, ya da çok genel biçimi içinde, bilme istencimizi yönlendiren paylaşım tipinin ne olduğu sorusu sorulacak olursa, işte o zaman belki de bir dışlama sistemi (değiştirilebilen, kurumsal olarak baskıcı, tarihi sistem) gibi bir şeyin biçimlendiği görülür. Mutlaka tarihi süreç içinde oluşmuş bir paylaşım bu.

Zira, daha VI. yüzyıl Yunan şairlerinde -sözcüğün asıl ve öykünülen anlamıyla- doğru söylem, karşısında saygı ve dehşet duyulmuş olan, hüküm sürdüğü için ister istemez uyulması gereken doğru söylem, hakkı olduğu için ve ayinselliğine uygun biçimde telaffuz edenin söylemiydi; adaleti bildiren ve herkesin payını dağıtan söylemdi; geleceği peygamberce betimlerken, yalnızca ne olacağını haber vermekle kalmayan, ama onun gerçekleşmesine de yardım eden, beraberinde insanların katılımını taşıyan ve böylece kaderle gizlice işbirliği yapan söylemdi. İmdi, bir yüzyıl geçtikte, en yüce doğruluk, söylemin ne idiğinde ya da ne yaptığında yaşamaktan çıkıyordu artık; ne dediğinde yaşamaya koyuluyordu: bir gün geldi doğruluk, ayinleştirilmiş, etkin ve adil sözcelemleme eyleminden, sözcelemin kendisine doğru; anlamına, biçimine, nesnesine, başvuru kaynağıyla olan ilişkisine doğru yer değiştirdi. Hesiodos ile Platon’un arasına, dogru söylemle yanlış söylemi ayıran belli bir paylaşım yerleşti; yeni bir paylaşım, zira bundan böyle doğru söylem artık değerli ve arzulanan söylem değildi, çünkü artık erkin işleyişine bağlı olan söylem değildi. Sofist kovulmuştu. Bu tarihi paylaşım hiç kuşkusuz bilme istencimize genel biçimini kazandırdı. Ancak yine de yer değiştirmekten geri durmadı: büyük bilimsel dönüşümler belki bazen bir buluşun sonuçlan gih anlaşılabilirler, ama doğruluk istencinde yeni biçimlerin ortaya çıkışı olarak da kavranabilirler. Hiç kuşkusuz ki.XIX. yüzyılda, ne işe karıştırdığı biçimler, ne yöneldiği nesnelerin alanlan, ne de dayandığı teknikler bakımından, klasik kültürü belirleyen bilme istenciyle çakışmayan bir doğruluk istenci vardır. Biraz geriye gide- 14 Ders Özetleri • lim: XVI. yüzyılın sonlarıyla XVII. yüzyılın başlarında (ve özellikle de İngiltere’de), güncel içeriklerinin önüne geçerek, olabilir, gözlemlenebilir, ölçülebilir, sınıflandırılabilir nesnelerin tasarımlarını çizen bir bilme istenci ortaya çıktı; bilen özneyi (ve bir bakıma her türlü deneyden önce) belli bir duruma, belli bir bakışa ve belli bir işleve (okumak yerine görmek, yorumlamak yerine doğrulamak) zorlayan bir bilme istenci; bilgilerin doğrulanabilir ve yararlı olmak için yayılmak zorunda kalacakları teknik düzeyin (ve de belirlenmiş her araçtan daha genel bir kip üzerinden) buyurduğu bir bilme istenci. Her şey, sanki, platoncu büyük ayırımdan itibaren, doğruluk istencinin, kendine özgü bir tarihi, rahatsız edici doğruların tarihi olmayan bir tarihi varmışcasına cereyan etmektedir: bilinecek nesnelerin tasarımlarının tarihi, bilen öznenin işlevlerinin ve tavır alışlarının tarihi, bilginin maddi, teknik, araçsal yatırımlarının tarihi. İmdi bu doğruluk istenci, tıpkı öteki dışlama sistemleri gibi, kurumsal bir desteğe dayanıyor: pedagoji gibi elbette, kitapların, yayın dünyasının, kitaplıkların oluşturdukları sistem gibi, geçmişin bilim cemaatları, bugünün laboratuvarları gibi, bütün bir uygulamalar yığınıyla hem daha güçlendirilmiş hem de kapı dışarı edilmiştir.

Ama aynı zamanda, bilginir. bir toplumda devreye sokuluş tarzıyla, değer alış, dağıtılış, paylaştınl�ş ve sanki atfediliş tarzıyla, kuşkusuz ki daha da derinden kapı dışarı edilmiştir. Burada hemen, ve yalnızca simgesel bağlamda, o eski Yunan ilkesini anımsayalım: aritmetik varsın demokrasiyle yönetilen sitelerin uğraşı olsun, zira eşitlik ilkelerini öğretiyor, ama değil mi ki eşitsizlik içindeki oranları kanıtlıyor, oligarşilerde yalnız geometri öğretilmelidir. Nihayet öyle sanıyorum ki kurumsal bir taşıyıcı ve dağıtıma böylece dayanmış olan bu doğruluk istenci, diğer söylemler üzerinde -hep bizim toplumumuzdan sözediyorum- bir tür basınç ve sanki bir baskı gücü uygulama eğilimindedir. Batı edebiyatının nasıl yüzyıllardan beri doğaldan, gerçeğe benzeyenden, içtenlikten, ve de bilimden -kısacası doğru söylemden- destek aramak zorunda kaldığını düşünüyorum. Aynı şekilde, kurallar ve reçeteler, muhtemelen de ahlak olarak yasalaştırılan ekonomik uygulamaların, nasıl XVI. yüzyıldan buyana bir zenginlikler ve üretim kuramı üzerinde yapılaşmaya, akılcılaşmaya ve kendi kendilerini doğrulamaya çalışmış olduklarını düşünüyorum; yine, ceza sistemi gibi buyurucu bir bütünün yargılamalarını ya da kendi kendini doğrulayışını, nasıl, önce elbette bir hukuk kuramı içinde, sonra da XIX. Söylemin Düzeni 15 yüzyıldan itibaren sosyolojik, psikolojik, tıbbi, psikiyatrik bir bilme içinde aramış olduğunu düşünüyorum: sanki artık kanunun lafzına bile, toplumumuzda, bir doğruluk söyleminden başkasıyla izin verilemezmiş gibi. Söylemin maruz kaldığı üç büyük dışlama sisteminden, yasaklanmış söz, deliliğin paylaşımı ve doğruluk istenci arasında, en çok üçüncüsünün üzerinde durdum. Yüzyıllardan beri, birinciler hep ona doğru kaymaktan geri durmadılar da ondan; o her geçen gün, onları, aynı anda değiştirmek ve temellendirmek için, giderek daha fazla kendine maletmeye çalışıyor da ondan; ilk ikisi, şimdi en sonunda doğruluk istenciyle aşılmış oldukları ölçüde durmadan daha zayıf, daha belirsiz hale geliyorlarsa eğer, beriki buna karşılık durmadan daha çok güçleniyor, daha derin ve daha önü alınmaz hale geliyor da ondan.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir