Murat Gulen – Kafamdaki Fillerin Hepsi Mavi

Ben bir bilinmeyenim,” diye sayıklayıp İlerliyordu ihtiyar. Kazananların tarihine bir çelme takmak için, yürüdüğü patikanın kenarlarına kaybedenlerin hikâyelerini iliştiriyordu. Çoğu yaprağın hışırdamaya dahi üşendiği bir yaz akşamıydı. Ayaları sıcak yaprakların tembelliğine karşı duran, ön sıralardaki cesur yaprakların iniltisini seçip onlara iletiyordu sessizce meramını: “Ben bir bilinmeyenim.” Birkaç saat önce bulunduğu uçurumun dibindeyken-tırmanıp solumak istemişti göğü. Yine birkaç saat önce, çekingen yapraklara inat kat etmişti önündeki koca tepeyi. Bir elinde şarabını, diğer elinde bastonunu taşıyordu usulca. Hava sıcak olmasına rağmen astarı eksik montunu da üzerinden hiç çıkarmıyordu. Kim bilir belki de montuyla kardeş ediyordu kendi yokluğunu. Keza kendini boşluğa bıraksa, kimse tutmayacaktı, biliyordu… Dün gece yattığı yerden üstüne bulaşmış toprak parçalarını, öldükten sonra üzerini örtecek toprağı anımsamak için silkelememişti. Saçlarını da sakallarım da uzun zamandır kesmemişti. Pişmanlığından soyunmadığı sürece kirliliğin her zaman baki kalacağını biliyordu. Bu uçurumun tepesinde onun yıllar önce barındığı evi vardı. Yıllar önce yeryüzünün her köşesini kendi yurdu bildiği için buradan göç etmiş, buraya o zamanlar “Bilinmeyen Tepe” adını vermişti. Bilincini kesen hasretlerin ardından, en güzel düşlerini kurduğu eski evini görmeye gelmişti.


Amacı; eskiden kurduğu barakaya varmak, anılarını tazelemek, kim bilir eğer yıkılmadıysa orada oturup dinlenmekti. Ağır adımlarını ağır bakışlarıyla birleştirip en sonunda barakaya varabildi. Baraka da tıpkı onun gibi hiçbir yenilgiye boğun eğmeden ayakta kalabilmişti. Eserinin gizemini görüp gururlanıyordu: “Ben bir bilinmeyenim.” Buradan taşındıktan sonra dahi hiç kimsenin bilmediği yerleri keşfetmiş ve oralara da kendi mührünü vurmuştu. Zihninde “Bilinmeyen Tepe, Bilinmeyen Ev, Bilinmeyen Ağaç, Bilinmeyen Acı” gibi pek çok mefhum vardı. Yorgun bir akşamın kayıp bir saatiydi. Karardığa aldırmadan yürüyordu geçmişin üzerine. Adımlarım sıklaştırdı. Geldiği yol barakanın arkasına çıkıyordu. Biraz köhnemiş eski evine artık birkaç metre uzaklıktaydı. Toprağın yüzünde sessiz adımlarla yürüyerek barakanın önüne gelecekti ki, bir kadının hıçkırıklarıyla irkildi. “Bilinmeyen Tepe” olarak adlandırdığı bu ıssız yerde bir kadının ağlayışı ona pek tabii gelmedi. Zira buraya kuşlardan başka hiçbir hayvanın çıkmayacağım düşünüyordu. Sonra merakına yenilip o kadım görmek isteyince tuhaf şeylerin geliştiğini fark etti.

Karşısındaki; arkası dönük ağlayan, iç çamaşırlarıyla duran bir kadındı. Kadın garip bir şekilde, toprağı avuçlayıp göğüslerinin arasında eriterek acı çekiyordu. “Hayırrrrrrrrr!” İhtiyar, savaştan kaçıp yıkımı uzaktan izleyen bir lejyoner gibi geriye adımlar atarak çalılıkların arkasına kuruldu. Belki de önce meseleyi anlamak istiyordu. İskeleti çıkmış ağaçlara kolunu sürtüp gerçekliği sorguladı. Şarabı da, bastonu da yere attı. Kadını izlemeye koyuldu, feryat devam ediyordu. Bekleyişle geçen dakikaların ardından, kendi medeniyetini yıllar önce kurduğu bu yerde bu kadının başına nelerin geldiğini sormak için hamle yaptı. Takatsiz bacaklarını doğrulturken bu defa da barakadan çıkan bir adama rasdadı. O da tıpkı kadın gibi yarı çıplaktı. Adam, yekpare bir tedirginlikle kadının yanına geldi, kadına sarılıp bağırdı: “Yapmaaaaaa!” İhtiyar, çelişkileriyle baş başaydı. “Bilinmeyen Tepe’ye gelen, burayı mesken tutan birileri vardı demek, bu aşikârdı! Ama niçin? Kadınla adam niçin böyle bir vaziyetin içindelerdi? Herhangi bir ulaşım yolunun bulunmadığı bu yere niçin gelmişlerdi? Ne zamandır buradaydılar? Neden ağlıyordu kadın? Neden bu vaziyetteydi? Yoksa tecavüze mi uğramıştı? ihtiyar, şarabın verdiği hissiyatı bildiğinden temkinli davranmaya gayret ediyordu. Çünkü olaya müdahil olsa her şey sarpa sarabilirdi. Ama böyle de oturup bekleyemezdi, işbu yerde pek çok anısı vardı ve bu durum onun anılarına dokunmuştu. Kadına bir şey olmuşsa bile onu bu halinden kurtarmaya niyedendi.

Yorgunluğun verdiği uyuşuklukla bedenini küçültüp gördüğü tabloyu biraz daha nedeştirmek istedi. Bu sefer kadın, adama sarıldı. “Neden?” diyordu ağlamaya devam ederken. “Neden biz?” İhtiyarın kafası daha da karıştı. Olayı daha da iyi gözlemlemek maksadıyla, çalıların arasında sessiz adımlarla gezinip barakanın içini görüş mesafesine dahil etti. Barakanın önünde duran tüpten, yanındaki ağaçlara bağlı hamaktan, önündeki masa ve tabureden olayı çözmeye çalıştı. Bu iki kişinin burada kısa süredir konuşlandığı belliydi. Kadın; bir anda gözyaşlarını silen adamın suratını, küçük avuçlarına alıp ağlamaklı bir titreyişle devam etti sözlerine: “Uçurum bizi bekliyor! Ona inanmayalım n olur!” Adam, kadını gövdesi arasında sıkarak dinginleştiriyordu. Öyle bir andı ki, adam henüz görmediği adamla iş birliği yapıyor gibi onunla aynı anda kadının gözlerine kilitledi gözlerini. “Tamam,” dedi adam. “Uçurum bizden uzakta, ona hiçbir zaman inanmayacağız.” ihtiyar da barakanın yanındaki uçuruma, yakın geçmişinde fazlaca anlamlar yüklemiş, pek çok kez orada intiharın eşiğinden dönmüştü. Ama kadının ve adamın, üstelik düzenlerini burada kısa süre önce kurmuşlarken neden intihardan ve uçurumdan söz ettiklerini anlamıyordu. Kendisine omuz veren hiç kimseyi bilmediği için kimsesizliğini uçurumla bağdaştırıyordu. Ama kadın ve adam gördüğü üzere birbirlerini sarıyorlardı.

Peki, neydi onları bu uçuruma sürükleyen? Kendi bilinmezliğine yoldaşlık edecek bir diğer bilinmezliği bulduğunu düşündü, barakasının yanında o an. Kadının ismi Sevgi, adamın ismi Barış’tı. Barış inşaat işçisiy-di. İnsanlara medeniyet barınakları örerken nasırlı elleriyle, kendi semavi düşlerini de tuğlaların arasında yükselten bir inşaat işçisi. Akşam olunca tuğla boşluklarından karanlığı delen yıldızları izleyişi de bu yüzdendi. Hayatı boyunca karanlığı seyrelten umutlarına bir kardeş arıyordu belli ki. Sevgi, merdiven temizlikçisiydi. Sildiği her basamağın insanları daha da temiz yollarla yukarı çıkarttığını biliyordu, İnsanların çıktığı her temiz basamak için yoksullan kullandıklarını da. Lâkin fark edemiyordu, yukarı çıkartmak kadar, alaşağı etmenin de kendi ellerinde olduğunu. Ezilip bükül-mekten kendini kurtarıp dik durduğu zamanlarda duyurmuyordu belki de o cesareti. Sonra tekrar çöküyor, çöküyor ve çöküyordu. Barış, anne ve babasının beklentisini hiçbir zaman karşılayamamıştı. Küçüklükten beri sistemin çürümüş dişlilerini seyrederek, o mekanizmanın bir gün duracağına inanmıştı. Her zaman o çarklar kendini ezse de kendisini harflerle iyileştiren kitapların gücünü uzun zaman önce keşfetmişti. Bu yüzden inşaattaki ustasının küfürlerine bazı zamanlar sinirlendirdiğinde açıp Can Yücel okur, onun küfürleriyle kendini sakinleştirirdî.

Ona göre kendisini bulduğu her kitap, onun için yazılıyordu ve kendi acılarının belgelendiğini görmek de ona muduluk veriyordu. O, mer-dümgiriz bir insandı. Kitapları inşaattaki arkadaşlarının uzağında okuyordu. Onlar genelde içeride siyaset tartışıyordu. Barış’a göre ise hepsi aynı yolun yokuşuydu. İnsanların içgüdülerinde tutarsızlık dolup taşmışken, Barış’a bu tartışmalar hep bayağı geliyordu. Siyasete bu yüzden “büyük çocukların oyunu” derdi. Çünkü çocuklar da birbirlerini kandırmayı çok seviyorlardı. Oynadıkları oyun küçük çocuklarınki kadar masum olmasa da oyun oyundu neticede. Bu düşüncelerinden dolayı kimse Barış’ı anlamıyor, Barış da kimseden bir anlayış beklemeyeceğini biliyordu. Sevgi, merdiven sildiği binanın önünde soluklandığı bir gün, karşıdaki inşaatın kenarında kitap okuyan Barış’ı görmüştü. Sonrasında birkaç gün, sırf kendini Barış’a fark ettirmek için para almasa bile o binaya gitmiş ve karşıda duran Barış’a bakıp tuhaf hislere yakalanmıştı. Herhangi bir isim veremediği bu hislerin bileşkesi aslında aşkın ilk demleriydi. Zira Sevgi’nin bağnaz bir ailesi vardı ve kadınlığını keşfettikten sonra bile hayatına denk bir arkadaş edinmesine izin vermemişlerdi. Oysaki ona bir hayat arkadaşım çok gören ailesi, çocuksu bedeninin başkaları tarafından ezilmesini hiçbir zaman hor görmemişti.

Barışla tanışmanın yollarını arayan Sevgi, bir gün evdeki kitaplardan birini kapıp gelmiş, molasında kitap okuyan Ba-rış’ın görüş alanına girerek elindeki kitabı okumaya başlamıştı. O kitap belki de Sevgi’nin uzun zamandan beri eline aldığı ilk kitaptı. Hatta Barışın dikkatini daha da üstüne çekmek için evde bulunan en kaim kitabı almışa. Kitap, Dostoyevski’nin Suç ve Cezaiydi. Aşk, duyguların provokasyonuydu Sevgi, düşlerinden sarkan meyveleri nihayet ısırabilmiş, kendini Barış’a fark ettirmeyi başarabilmişti. Barış o gün Sevgiye yaklaşıp evvela kendini tanıtmış, sonra da pas ve toz içindeki kıyafetleriyle Sevgi’nin yanına oturmuştu. Kitap hakkında konuşmak istese de Sevgi’nin bu konudaki eksikliğini görünce üzerine fazla gitmemişti. Sevgi’nin masumiyetini fark ettikçe kendini sorgulamaya girişmiş ve kendi boşluklarını da masumane bir sevdayla doldurmayı düşünmüştü. Barış o an anlamıştı Sevgi’nin kendisini göstermek için nice gülümseyişle evindeki kitabı alıp ona koştuğunu. Barış o an anlamıştı Sevgi’nin utangaçlığında yatan manevi azizliği. Barış o an anlamıştı her şeyi bildiğini düşünenlerin uzağındaki Sevgi’nin, saflıkla kendini sunduğunu. Barış o an anlamıştı: Anlamak, sevmenin başlangıcıydı. Bu nedenledir ki, Barış o gün Suç ve Cezanın kahramanı Raskolnikov’un vicdanından izin istemiş, kendi vicdanının en saf biçimini Sev-gi’ye anlatmıştı. Sonraki günler konuşmaları daha da sıklaşmış, konuyu ailelerine açmışlardı. Sevgi annesine, Barış da babasına konudan bahsettiğinde çoktan düşlerin en güzelini kurup, gerçeklerin en çirkininin üstesinden geleceklerini kararlaştırmışlardı.

Uzayıp giden günlerden sonra yaşlarının artık geldiğine ikna olan aile fertleri bu evliliğe onay vermişlerdi. Zaten bu evliliğe en büyük katkıları da bu olmuştu. Öyle ki, düğün bile yapmadan sessiz sedasız evlenmişlerdi. Paraları yoktu. Bu durumlarda Marquez’in sözünü tekrarlamıştı Barış Sevgiye: “Asıl yoksulluk elini cebine attığında paranın olmaması değil, elini çıkardığında tutacak bir elin olmamasıdır.” Her şeye rağmen Barış maaşından arttırdığıyla belirli günler Sevgiyi değişiklik olsun diye sahil kenarlarına götürüyor, onu elinden geldiğince mutlu etmeye çalışıyordu. Gelinlik giyemeyen Sevgi için ara sıra mütevazı sürprizler hazırlıyor ve gelinlikteki ilmek sayısı kadar ona çiçek alacağından bahsediyordu. Sevgi zaman zaman çiçekleri suluyor, Barış zaman zaman o çiçeklere şiirler okuyordu. Barış, çoğunlukla Sevgi’nin sevdiği oduncu gömleklerinden giyiyordu. Sakalını yeri gelince kaşıyıp, usta bir gülümseyişle etkiliyordu Sevgi’yi. Uzun boyluydu, omuzları genişti. Yanağında küçüklükten kalma bir yara izi vardı. Sevgi ise küçük gözlere sahipti. Küçük dünyasını da onlarla görüyordu. Genelde Barış’ın çok sevdiği uzun etekleri giyiyordu, înce suratlı, alnı küçük, dudakları içine dönüktü.

Saçları uzundu, bazı akşamlar onları sık tarakla tarayıp, kendini Barışa yeniden keşfettirmek istiyordu. Tek yapabildiği de buydu… Sevgi, Barış’ın geçmişte öğrendiği bilgileri bazı akşamlar soba ateşi yansımasında onun dizlerinin dibine oturarak dinliyordu. Az tartışıyor, çok sarılıyorlardı. Sevgi tüm olumsuzluklara rağmen, gözlerinin içine bakıyordu o günlerde Barış’ın. Bu eylem, her kadının gülümseyişlerinin altında, bir “beni bırakma” endişesi barındırıyor oluşundandı. İnce omuzlarında ne yükler taşıdığını da bir o biliyordu. Bir kuşun özgürlüğe kaçışı gibi çırpınmıştı onca zaman ailesine. Belki ailesinden kurtulup Barış’ın gökyüzündeki maviliklerine karışmıştı ama evlendikten sonra da devam eden merdiven temizleyiciliğinden kurtulamamıştı, tıpkı Barış’ın inşaatlardaki esaretinden kurtulamadığı gibi. Mutluluğun ensesine endişelerimiz yapışıyordu. Sevgi, merdivenleri silemediğinde zenginlerden, Barış da tuğla koyamadığında patronlardan azar yiyordu, ne yazık ki dışarıdan güzel kılınan dünya, içeriden cehennemdi. İnsandı bu, ekmeğini taştan çıkarıyor denilen şey, patronların taş kalbi olsa gerekti. Yine de evliliklerini uzun yıllar taşımayı başarmış, yıllar boyunca pek çok şeyin üstesinden gelmişlerdi. Ara sıra değişen işlerin, kavgaların, inadaşmaların üstünü, düşler, gülüşler ve inanışlarla örttükleri bir geçmişe sahip olmuşlardı. Bir şey hariç… Sevgi ile Barış dünyaya bir çocuk getirememenin kederini tam on sekiz yıl boyunca yaşamışlardı. Çocuklarının olmaması yüzünden ilk günlerde fısıltı ile yayılan tavsiyeler, bir süre sonra yüksek sesle dile getirilmeye başlanmış, Sevgi ile Barış’ın uyumsuzluğu konu edilerek aileleri tarafından ayrılmaları bile kararlaştırılmıştı.

Komşular, iş arkadaşları, uzaktan akrabalar hatta ara sıra bindikleri taksilerin “Çocuk yok mu çocuk?” diye sırıtan şoförleri, kısacası üstüne vazife olmayan kim varsa bunu bir eksiklik olarak görmüş, onları kü-çümsemişlerdi. İnsanların kurdukları dikkatsiz sohbetler, onları ayırmak yerine, birbirlerine daha da bağlayarak her ikisini de tüm çevresinden uzaklaşmaya itmiş, iki kişilik yalnızlığın içine sürüklemişti. Lâkin zaman uzadıkça Sevgi için çocuk demek, bezden yapıp üstünü kendi çoraplarıyla örttüğü zamanlardan beri istediği çocuk düşü olmaktan çıkmıştı. Bir süre sonra Barış için de çocuk demek, yanaklarına yorgan yapacağı omzunun muhatabı olacak çocuk düşünün çok uzağına ötelenmişti. Çünkü artık ikisi de gitgide küçülttükleri dünyalarından bir gün olur da kendilerince bir galibiyet çıkartmayı ve bu şekilde herkesi pişman etmeyi istiyorlardı. Zaman zaman alışverişe çıktıklarında gördükleri çocukları kendi çocukları gibi sevmeye çalışırken, zaman zaman da kendi çocukları olursa onu hiç kimseye sevdirmeyeceklerini içlerinden geçirmişlerdi. Oysaki evlenip o eski mahalleye taşındıklarında komşular nasıl da imrenerek bakıyorlardı onlara. Sevgi dolu gözlerle eşinin koluna giren ürkek bir kadının adımlarını izliyorlardı. Kimi zaman Sevgiyi düzenli çay saatlerine çağırıp onunla sohbet ediyorlardı. Genelde soru cevap şeklinde ilerleyen sohbetlerde gündem hep Barış’ın işi, maaşı, gelip gidenlerinin azlığı ve elbette en zorlayıcısı “Bebek ne zaman?” sorusu olurdu. Sıkıştırmaların sebebi elbette ki toplumsal gerçekti. Çünkü eğer bir eve bebek girmiyorsa, topluma göre kadının doğurganlığı yoktu. Eksikti o kadın, kocası belki de dışarıda erkekliğini başka kadınlarda doyuruyordu. Sevgi’nin çekip çıktığı kapının ardında bunlar ve daha fazlası konuşuluyordu

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir