Yontma kum taşlarından yapılmış, saz damlı bir binaydı. Depoyu, Daniel Armstrong, hemen hemen on yıl önce kendi elleriyle yapmıştı. O sıralarda Ulusal Parklar Müdürlüğü’nde çalışan önemsiz bir koruma görevlisiydi. Ama depo o günden beri adeta bir hazineye dönüşmüştü. Johnny Nzou anahtarı asma kilide soktu. Tik ağacından yapılma çift kanadı açtı. Johnny, Chiwewe Ulusal Parkı’nın müdürüydü. Eski günlerde Daniel için iz sürücülüğü ve silah taşıyıcılığı yapmıştı. Daniel bu genç ve zeki Matabele’ye binlerce kamp ateşinin ışığında İngilizce konuşmayı, yazmayı ve okumayı öğretmişti. Johnny, Güney Afrika Üniversitesi’nin mektupla ders kurslarından yararlanmaya karar verdiği zaman da ilk taksidi yine Daniel sağlamıştı. Böylece Johnny Nzou’nun ileride bir gün fen fakültesinden mezun olması için ilk adım atılmıştı. Biri kara, diğeri beyaz iki delikanlı o pek büyük Ulusal Park’ta birlikte devriyeye çıkmışlardı. Çoğu zaman yürüyerek veya bisikletle… O vahşi yerlerde dolaşırken aralarında kurulan dostluğu daha sonra birbirlerinden uzakta geçirdikleri yıllar da zayıflatamamıştı. Daniel loş depoya bakarak hafif bir ıslık çaldı. «Vay vay vay! Ben gideli sen hiç boş durmamışsın oğlum Johnny.» «Hazine»yi oluşturan yığınlar tavana değiyordu. Yüzbinlerce dolar değerindeydiler. Johnny Nzou, Daniel’e bir göz attı. Arkadaşının yüzünde eleştirici bir ifade olup olmadığını anlamaya çalışırken gözleri kısıldı. Ama bu yalnızca bir refleksti. Çünkü Matabele, Daniel’in problemi ondan çok daha iyi kavrayan bir dost olduğunu biliyordu. Ama yine de bu öyle duygusal fırtınalar yaratan bir konuydu ki, insan karşısındakinde tiksinti ve düşmanlık uyandırabilirdi. Daniel, kameramanına dönmüştü bile. «İçeriyi aydınlatabilir miyiz? Deponun güzel resimlerini istiyorum.» Kameraman ağır ağır ilerledi. Beline taktığı aküler, onu iyice ağırlaştırıyordu. Adam elindeki ark lambasını yaktı. Ve o hazine yığınları çok parlak, mavimsi beyaz bir ışıkla aydınlandı. Daniel, kameramana «Jock, deponun dibine kadar benim ve müdürün peşi sıra gelmeni istiyorum.» dedi. Kameraman başını sallayarak yaklaştı. Güzel görünüşlü Sony video kayıt aygıtını omzuna yüklemişti. Jock, otuz dört-otuz beş yaşlarında biriydi. Üzerinde haki bir şort ve ayaklarında açık sandallar vardı. Zambezi Vadisi’ne özgü kızgın sıcak yüzünden güneşten yanmış göğsü ter içinde kalmıştı. Jock saçlarını deri bir şeritle ensesinde bağlamıştı. Bir pop yıldızına benziyordu. Ama büyük Sony kamerayla şaheserler yaratan bir sanatçıydı. «Anlıyorum, patron,» deyip kamerayı karmakarışık bir fildişi yığınına çevirdi. Sonunda da kavisli, ışıltılı bir fildişini okşayan Daniel’in eline doğru döndürdü. Geriledi ve Daniel’i tam boy kareye aldı. Daniel Armstrong, Afrika Ekolojisi konusunda dünya çapında bir uzman ve konuşmacı sayılıyordu. Nedeni biyoloji doktoru olması ya da kitapları ve konferansları değildi; sağlıklı, sportmen görünüşü ve çekiciliği, televizyon izleyicilerini etkiliyordu. Tabii gür sesi de öyle… Sesli harflerin ahenksizce söylendiği sömürgelere özgü lehçeyi Sandhurst’te eğitim görenlerde rastlanan o kibar aksan tatlılaştırıyordu. Babası İkinci Dünya Savaşı’nda muhafız alaylarından birinde kurmay subayı olarak hizmet görmüştü. Wawell ve Montgomery’nin komutasında Kuzey Afrika’da çarpışmıştı. Savaştan sonra ise tütün yetiştirmek için Rodezya’ya gelmişti. Daniel, Afrika’da doğmuştu ama Sandhurst’te eğitimini tamamlaması için anavatana yollamışlardı. Delikanlı sonra Rodezya’ya dönmüş ve Ulusal Parklar Servisi’ne girmişti. Daniel şimdi kameraya bakarak, «Fildişi,» diyordu. «Firavunların çağından beri çok değer verilen, en güzel doğal maddelerden biridir. Afrika filinin şanı… ve o korkunç laneti.» Fildişi yığınlarının arasından ilerlemeye başlarken, Johnny Nzou da yanına geçti. «İnsanlar iki bin yıldan beri bu canlı beyaz altını ele geçirmek için filleri avlıyorlar. Ancak daha on yıl önce Afrika kıtasında hâlâ iki milyonun üzerinde fil vardı. O zaman filin yenilenmesi kolay bir kaynak olduğu düşünülüyordu. Korunması, toplanması ve kontrol edilmesi gereken bir ürün. Ama sonra çok kötü bir şey oldu. Şu son on yıllık sürede hemen hemen bir milyon fil katledildi. Böyle bir şeyin olmasına izin verilmesini insan zorlukla kavrayabiliyor. Biz şimdi burada hatanın nerede olduğunu anlamaya çalışacağız. Ve ortadan kalkmak üzere olan Afrika filinin tehlikelerle dolu hayatını nasıl kurtaracağımıza karar vereceğiz.» Johnny’ye baktı. «Bugün yanımda Bay Johnny Nzou var. Kendisi Chiwewe Parkı’nın müdürü. Bay Nzou Afrika’nın doğal kaynaklarının korunması için çaba gösteren yeni tip uzmanlardan biri. Nzou sözcüğü Shona dilinde ‘Fil’ anlamına geliyor. İşte size garip bir rastlantı. Bay Nzou yalnızca ismen ‘Bay Fil’değil; Chiwewe’nin müdürü olarak Afrika’nın vahşi bölgelerinde hâlâ yaşayabilen en büyük ve en sağlıklı fil sürüsünden de o sorumlu. Sayın müdür, şimdi bize söyleyin: Chiwewe Ulusal Parkı’ndaki bu depoda kaç fildişi var?» «Şu anda depomuzda hemen hemen beş yüz fildişi bulunuyor. Tam sayıyı istiyorsanız söyleyeyim: Dört yüz seksen altı. Çoğunun ağırlığı yedi kilo.» Daniel söze karıştı. «Uluslararası piyasada fildişine kilo başına üç yüz dolar veriliyor. Yani şimdi burada değeri bir milyondan fazla fildişi var demektir. Peki bütün bunlar nereden geldi?» «Bazıları toplandı. Yani parkta ölü bulunan fillerin dişleri. Bazıları ise korucularımın izinsiz avlananlardan aldıkları dişler. Ama fildişlerinin çoğu müdürlüğümün uygulamak zorunda kaldığı ayıklama operasyonları sonucu elde edildi.» İki arkadaş deponun dibinde durup kameraya doğru döndüler. «Ayıklama operasyonlarından daha sonra söz edeceğiz, sayın müdür. Ama önce bize Chiwewe’deki izinsiz avlananlar konusunda biraz bilgi verebilir misiniz?» «Durum, gün geçtikçe daha da kötüleşiyor.» Johnny kederle başını salladı. «Kenya, Tanzanya ve Zambiya’daki filler ortadan kalkarken, profesyoneller de dikkatlerini bizim daha güneydeki sağlıklı sürülerimize çevirmeye başlıyorlar. Zambiya, Zambezi Nehri’nin hemen ötesinde. Ve bu tarafa gizlice geçen avcılar her zaman iyi örgütlenmiş oluyorlar. Tabii silahları da bizimkilerden üstün. Onlar öldürmek için vuruyorlar. Yalnız filleri değil, insanları da. Sonunda biz de aynı şeyi yapmak zorunda kaldık. Şimdi izinsiz avlanmaya çıkmış bir grupla karşılaştığımız zaman önce biz ateş ediyoruz.» «Ve hep bunların uğruna…» Daniel elini yakındaki fildişi yığınının üzerine koydu. Hiçbir diş bir diğerinin eşi değildi. Hepsinin de kavisleri farklı ve kendine özgüydü. Bazı dişler hemen hemen dümdüz, uzun ve örgü şişleri kadar da inceydiler. Bazılarının uçları mızraklarınki kadar sivriydi. Bazılarınınki ise iyice küt. Diğerleri ise gerilmiş yay gibiydiler. Kimileri sedefimsiydi. Kimisi ise sarımsı-beyaz mermer gibi. Bir kısmı ise bitki suları yüzünden lekelenmiş, hayvanlar yaşlı oldukları için aşınıp, çizilmişlerdi. Fildişilerin çoğu henüz olgunluk çağına erişmemiş dişilere aitti. Yavrulardan alınan bazı fildişleri ise fazla uzun değildi. Büyük, kavisli güzel fildişi pek azdı. Yani yaşlı erkek fillerin olgun ve ağır dişleri… Daniel onlardan birini okşadı. Yüzünde beliren ifade yalnızca kamera için değildi. Yine o eski hüznü duyuyordu. Eski Afrika ve onun sihirli hayvanlar krallığı konularında yazılar yazmasına ilk neden olan hüznü. «Akıllı, yaşlı, şahane bir hayvan sonunda buna dönüşmüş.» Sesi iyice alçalmış, fısıltı halini almıştı. «Belki bu kaçınılamayacak bir şey. Ama yine de bu kıtaya yayılan değişikliklerin doğasında var olan o azaptan kurtulamayacağız. Afrika fili bu toprakların bir simgesi mi? Fil ölürken, Afrika da mı ölüyor yoksa?» İçtenlikle konuştuğu kesindi. Kamera bunu da kaydetti. Daniel’in televizyon programlarının bütün dünyada çok beğenilmesinin en önemli nedeni de bu içtenlikti zaten. Sonra Daniel kendisini zorlayarak daldığı düşüncelerden kurtuldu ve Johnny Nzou’ya döndü. «Söyleyin, sayın müdür, fil soyu tükenecek mi? Zimbabwe’de bu şahane hayvanlardan kaç tane kaldı? Ya Chiwewe Ulusal Parkı’nda?» «Saptadığımıza göre Zimbabwe’de elli iki bin fil var. Chiwewe’yle ilgili rakamlar ise daha kesin. Daha üç ay önce Uluslararası Doğanın Korunması Birliği’nin yardımıyla parkı havadan incelemeyi başardık. Bütün parkın fotoğrafları çekildi. Ve hayvanların sayımı için çok ayrıntılı fotoğraflardan yararlandık.» Daniel, «Şimdi burada kaç fil var?» diye sordu. «Yalnızca Chiwewe’de on sekiz bin.» «Bu sayı bir hayli yüksek. Ülkedeki hayvanların üçte birini oluşturuyor.» Daniel tek kaşını kaldırdı. «Her tarafa hâkim olan sıkıntı ve karamsarlık arasında bu sayı sizi her halde çok cesaretlendiriyor?» Johnny Nzou kaşlarını çatı. «Tersine, Doktor Armstrong. Bu sayılar yüzünden çok endişedeyiz.» «Sayın müdür, lütfen ne demek istediğinizi açıklar mısınız?» «Çok basit, doktor. Bizim bu kadar fili beslememiz, onlara bakmamız imkânsız. Hesaplarımıza göre Zimbabwe için ideal fil sayısı otuz bin. Bir tek filin, her gün bir tona kadar bitki yemesi gerekiyor. Ve hayvan bu besini elde edebilmek için ancak yüzlerce yılda yetişebilen ağaçları deviriyor. Hatta gövde çapları yüz yirmi santimi bulanları bile.» «Bu dev sürünün yaşamasına ve çoğalmasına izin verdiğiniz takdirde neler olur?» «Çok basit: Filler pek kısa bir sürede bu parkı toz fırtınalarının estiği çorak bir bölge haline sokarlar. Ve tabii o zaman fillerin de sonu gelir. Çünkü hiçbir şey kalmaz… ne ağaç, ne park… ne de filler.» Daniel arkadaşına cesaret vermek ister gibi başını salladı. Filmin montajı yapılırken buraya birkaç yıl önce Kenya’daki Amboseli Parkı’nda çektiği resimleri sokacaktı. Bunlar, mahvolmuş toprakların akıldan çıkmayacak fotoğraflarıydılar. Kupkuru, çırılçıplak kırmızı topraklar… Çıplak dallarını masmavi, fakat kavurucu Afrika göklerine doğru yalvarırcasına uzatan kabukları dökülmüş kara ağaçlar… Açlığın ve izinsiz avlanan insanların öldürdükleri yerlerde atılmış deri torbalar gibi yatan iri hayvan leşleri… Daniel usulca, «Bir çözüm yolu var mı, sayın müdür?» diye sordu. «Korkarım zalimce bir çözüm bu.» «Bize bunun ne olduğunu gösterir misiniz?» Johnny Nzou omzunu silkti. «Seyredilmesi hoş bir şey değil. Ama, evet, gerekenlerin nasıl yapıldığına tanık olabilirsiniz.» Daniel, güneş doğmadan yirmi dakika önce uyandı, Afrika’dan uzakta geçen yıllar bile bu vadide edindiği erken kalkma alışkanlığını değiştirememişti. Tabii bu alışkanlık Rodezya’daki o yıllarca süren korkunç savaş sırasında daha da güçlenmişti. Daniel’i o günlerde güvenlik güçlerinde görev yapmaya çağırmışlardı. Daniel için şafak zamanı, günün en büyülü anıydı. Yuvarlanarak uyku tulumundan çıktı ve botlarına uzandı. O ve adamları güneşin pişirdiği toprakların üzerinde elbiseleriyle yatmışlardı. Oluşturdukları dairenin ortasında kamp ateşinin korları pırıldıyordu. Kendilerini korumak için dikenli dallardan bir boma yapmamışlardı. Oysa gece aslanlar zaman zaman dik kayaların ötesinde kükreyip durmuşlardı. Daniel, botlarını bağladıktan sonra uyuyanların arasından sessizce uzaklaştı. Otların saplarında inci gibi parlayan çiğ tanecikleri pantolonunu dizlerine kadar ıslattı. Uçurumun başındaki kayalıklara doğru gitti. Kurşuni, kaba bir granitin üzerine oturup, montunun içinde büzüldü. Şafak, sessiz ve aldatıcı bir hızla söktü ve dev nehrin üstündeki bulutları uçuk pembe ve griye boyadı. Zambezi’nin koyu yeşil sularının üzerinde nehre özgü sis dalgalanıyordu. Yakında bir yerde bir aslan kükredi. Bu ses iniltiyi andıran homurtularla sona erdi. Daniel, sesin uyandırdığı heyecanla ürperdi. Sayılmayacak kadar çok duymuştu bu sesi, ama yine de zaman aynı biçimde etkileniyordu. Yeryüzünde bu sesin bir eşi yoktu. Onun için, Afrika’nın sesiydi bu. Sonra Daniel aşağıda, bataklığın kenarındaki «dev kedi»yi seçti. Karnı doymuş, kara yeleli aslan iri kafasını aşağıya doğru eğmişti. Küstah bir azametle yürürken, kafasını da adımlarına uygun bir biçimde iki ¦ yana sallıyordu. Ağzı yarı aralıktı. Kalın kara dudaklarının gerisinde dişleri ışıldıyordu. Daniel, hayvanı çalıların arasında kayboluncaya kadar seyretti. Sonra duyduğu zevkle derin derin içini çekti. Daniel’in yakınında bir yerde hafif bir gürültü geldi. Ayağa fırlayacağı sırada Johnny Nzou ona engel olmak için omzuna dokundu. Sonra da arkadaşının yanına, kayanın üzerine oturdu. Bir sigara yaktı. Daniel, Johnny’yi bu alışkanlığından bir türlü vazgeçirememişti. İki adam eskiden de yaptıkları gibi dostça bir sessizlik içinde oturdular ve daha da hızla söken şafağı seyrettiler. Sonra o keyifli an geldi ve alev alev yanan güneşin ucu kapkaranlık ormanın üstünde belirmeye başladı. Şimdi bütün dünya apaydınlık ve pırıl pırıldı. Johnny, sessizliği bozarak havayı değiştirdi. «İz sürücüler on dakika önce kampa geldiler. Bir sürü bulmuşlar.» Daniel kımıldadı ve arkadaşına baktı. «Kaç hayvan?» «Elli kadar.» İyi bir sayıydı bu. Daha fazlasını işlem uygulamaları imkânsızdı. Çünkü vadideki sıcak yüzünden et ve deri çok çabuk çürüyordu. Daha az hayvan ise bu kadar insan ve pahalı araç gereç kullanılmasını haklı çıkaramazdı. Johnny, «Bu olayın filmini çekmek istediğinden emin misin?» diye sordu. Daniel, «Evet,» der gibi başını salladı. «Her şeyi dikkatle düşündüm. Bu olayı gizlemeye çalışmak dürüstlüğe sığmaz.» Johnny hatırlattı; «İnsanlar et yerler ve deri eşyalar kullanırlar. Ama bir mezbahanın içini görmek istemezler.» «Oldukça çelişkili, ama insanların gerçeği öğrenmeye hakları var.» Johnny, «Senin yerinde bir başkası olsaydı, olay yaratmaya çalıştığını düşünürdüm…» diye mırıldandı. Daniel’in kaşları çatıldı. «Böyle söylemesine izin verebileceğim tek kişi sensin. Çünkü beni tanıyorsun.» Johnny, «Evet, Danny,» dedi. «Seni tanıyorum. Sen de bütün bunlardan benim kadar nefret ediyorsun. Ama bana bunun gerekli olduğunu ilk sen öğrettin.» , «Haydi, artık çalışmaya başlayalım.» Daniel’in sesi sertti. İki arkadaş ayağa kalkıp sessizce kamyonların park edildiği yere doğru gittiler. Kamptakiler de kalkmışlardı. Açık ateşin üzerinde kahve pişiyordu. Korucular, battaniyelerini ve uyku tulumlarını katlıyor, tüfeklerini kontrol ediyorlardı. Kampta dört korucu vardı. Hepsi de yirmi dört-yirmi beş yaşlarında olan iki kara, iki beyaz delikanlı. Arkalarına yeşil apoletli haki park üniformalarını giymişlerdi. Silahlarıyla deneyimli kimselere özgü o kayıtsızlıkla ilgilenirken, bir taraftan da neşeyle şakalaşıyorlardı. Yaşlarına bakılırsa herhalde savaşa da katılmış ve karşı cephelerde görev yapmışlardı. Ama şimdi dosttular. O acı anıların silinmiş olması Daniel’i her zaman şaşırtıyordu. Kameraman Jock, film çekimine başlamıştı bile. Daniel’e çoğu zaman Sony kameranın genç adamın vücudunun bir parçasıymış gibi geliyordu. Örneğin kambur gibi bir şey… Daniei, Johnny’yi uyardı. «Sana kamera karşısında biraz aptalca sorularda soracağım. Biraz iğneleyeceğim de. Soruların cevaplarını ikimiz de biliyoruz. Ama biraz rol yapmamız gerekiyor, tamam mı?» «Pekâlâ.» Johnny, filmlerde çok iyi çıkmıştı. İyi resim veriyordu zenci. Daniei, bir gece önce filmleri incelemişti. Modern video aygıtlarıyla çalışmanın en güzel yanlarından biri de insanın bandı hemen seyredebilmesiydi. Johnny, Muhammed Ali’nin gençliğine benziyordu. Ama yüzü daha zayıf, kemikleri daha inceydi. Daha fotojenikti de… Duyguları yüzüne yansıyordu. Cildi çok koyu renk olmadığı için fazla bir kontrast yaratmıyor ve fotoğraf çekimini de zorlaştırmıyordu. İki arkadaş dumanları tüten kamp ateşine sokuldular. Jock da kamerayı onlara yaklaştırdı. Daniei konuşmaya başladı. «Burada, Zambezi Nehri’nin kıyısında kamp kurmuş bulunuyoruz, Güneş yeni doğuyor. Ve iz sürücüleriniz biraz ileride, çalıların arasında elli filden oluşan bir sürüyü bulmuşlar, sayın müdür.» Johnny başını salladı. «Bana, bu dev hayvanlardan oluşan sürülerin Chiwewe Parkı’nda beslenilmelerine imkân olmadığını anlattınız. Bu yıl hiç olmazsa bin tanesinin parkdan götürülmesi gerektiğini açıkladınız. Bunun yalnızca ekoloji açısından değil, geri kalan fil sürülerinin yaşayabilmeleri için gerekli olduğunu söylediniz. Peki onları nasıl götüreceksiniz?..» Johnny açıkça, «Ayıklama yapmak zorundayız,» dedi. Daniel, «Ayıklama yapmak mı?» diye sordu. «Bu öldürmek anlamına geliyor, öyle değil mi?» «Evet. Korucularım ve ben onları vuracağız.» «Sayın müdür, hepsini mi? Bugün elli fili birden öldürecek misiniz?» «Bütün sürüyü ‘ayıklayacağız.’» «Ya yavrular ve gebe dişiler ne olacak? Bir tek hayvanı bile sağ bırakmayacak mısınız yoksa?» Johnny, «Hepsinin ortadan kaldırılmaları gerekiyor,» diye ısrar etti. «Ama neden, sayın müdür? Onları, ilaçlı oklarla uyutamaz mısınız? Sonra da bir başka yere gönderemez misiniz?» «Fil büyüklüğündeki bir hayvanı bir yerden bir yere taşımak şaşılacak kadar masraflıdır. İri bir erkek fil altı ton gelir. Sıradan bir dişi ise dört ton. Şu vadiye bakın. Arazinin durumuna,» Johnny, dağ gibi yükselen kayaları, tepecikleri ve vahşi ormanı işaret etti. «Onları yakalayıp götürmek için özel kamyonlar gerekir. Tabii yollar yapılması da. Bu mümkün olsa bile, filleri nereye götürebiliriz? Size Zimbabwe de gerekenden yirmi bin tane fazla fil olduğunu söyledim. Bu filleri nereye götüreceğiz? Onlar için yer yok…»
Wilbur Smith – Fillerin Sarkisi
PDF Kitap İndir |