Wilbur Smith – Mavi Ufuklar

Üçü, deniz kenarında duruyor ve ışığı karanlık sular üzerinde ışıltılı, titrek bir yol oluşturan ayı izliyordu. “İki gün sonra dolunay,” dedi Jim Courtney kendinden emin bir ifadeyle. “Büyük kırmızılar aslanlar kadar aç olacak.” Kumsala vuran dalga, köpükler oluşturarak ayak bileklerini sardı. “Burada durup çene çalacağımıza onu suya indirelim,” dedi kuzeni Mansur Courtney. Ay ışığının aydınlığında saçları, yeni basılmış bakır gibi pırıl pırıl parlıyordu, gülümsemesinin de aşağı kalır yanı yoktu. Yanında duran ve üzerinde sadece beyaz bir peştamal olan gence hafifçe dirsek attı. “Haydi, Zama.” Birlikte eğildiler. Küçük tekne isteksizce ileri kaydı, tekrar ittiler, ama teknenin altı ıslak kuma yapışmıştı. “Bir sonraki büyük dalgayı bekleyin,” diye buyurdu Jim ve diğerleri kendilerini hazırladılar. “İşte geliyor!” Uzaklarda beliren dalga, kıyıya doğru hızla ilerlerken yükseklik kazandı. Kırılma çizgisinde beyaz köpükler saçarak öfkesini boşalttı ve ardından teknenin pruvasını havaya yükseltip sendelemelerine ve belleri hizasına yükselen su yüzünden küpeşteye tutunmalarına yol açarak kumsala yayıldı. “Şimdi hep birlikte!” diye bağırdı Jim ve tüm güçleriyle tekneyi ittiler. “Birlikte koşun!” Teknenin gövdesi ıslak kumlardan kurtulup serbest kaldı ve dalganın geri çekilmesini kullanarak onu omuz hizası derinliğe dek ittiler.


“Kürekleri alın!” diye bağırdı Jim, bir sonraki dalga başının üzerinde kırılırken. Uzanıp kayığın kenarına tutundular ve kendilerini tekneye çektiler. Deniz suyu üzerlerinden süzülürken heyecanla güldüler ve kürekleri alıp ıskarmozlara taktılar. “Çekin!” Küreklerin ucu suya daldı, ilerledi ve ay ışığıyla gümüşe dönen damlacıklar saçıp yüzeyde küçük girdaplar yaratarak tekrar yükseldi. Kayık, serkeş kırılma çizgisinden dans ederek uzaklaştı ve delikanlılar, uzun süre birlikte kürek çekmişliğin rahat ritmini yakaladı. “Ne tarafa?” diye sordu Mansur. Zama ile birlikte karar için Jim’e baktı. Jim, liderleriydi. “Kazan’a!” dedi Jim kararlı bir şekilde. “Ben de öyle düşünmüştüm.” Mansur güldü. “Koca Julie’ye garazın var.” Zama, ritmi kaçırmadan kürek çekmeye devam ederek yan taraftan aşağı tükürdü. “Dikkatli ol, Somoya. Koca Julie’nin de sana garazı var.

” Zama, anadili olan Lozi dilinde konuşmuştu. Somoya, “vahşi rüzgâr” anlamına geliyordu. Bu isim, ateşli karakteri yüzünden Jim’e küçük yaşlarda verilmişti. Jim kaşlarını çatarak düşüncelere daldı. Koca Julie adını verdikleri balığı hiçbiri görmemişti, ama bir dişi olduğunu biliyorlardı; zira sadece dişiler bu büyüklüğe ve güce ulaşabilirdi. Derinlerden gelen gücünü, gerilen morina oltası vasıtasıyla hissetmişti. Sürtünmeden dolayı avuç içlerinin derisi yüzülmüş, kanı teknenin tahtaları üzerine damlamıştı. “Babam, 1715’te, Tehlike Burnu’nda karaya oturan Umman Bakiresi’ndeymiş,” dedi Mansur, annesinin dili olan Arapçayı kullanarak. “İkinci kaptan, bir ipi taşıyarak çatlayan dalgaların arasından kıyıya yüzmeye çalışmış ve tam yarı mesafedeyken büyük bir kırmızı mercan derinlerden çıkagelmiş. Su o kadar berrakmış ki, gelişini üç kulaç derinlikten görmüşler. İkinci kaptanın sol bacağını dizinin biraz üzerinden ısırmış ve tavuk kanadı yiyen bir köpek gibi bir lokmada yutmuş. İkinci kaptan, balığı korkutup uzaklaştırmak için çığlıklar atıyor, kendi kanıyla kızıllaşan suyun üzerinde çırpmıyormuş ama balık bir daire çizip diğer bacağını da koparmış. Sonra yakalayıp onu derinlere çekmiş. İkinci kaptanı bir daha gören olmamış.” “Kazan’a her gitmek isteyişimde bu hikâyeyi anlatıyorsun,” diye söylendi Jim.

“Ve her seferinde de korkudan sıçtığın bok yedi ayrı renkte oluyor,” dedi Zama İngilizce. Üçü birlikte çok zaman geçirdikleri için birbirlerinin anadili olan Arapça, İngilizce ve Lozi dilini kusursuz bir şekilde konuşuyorlar, hiçbir çaba göstermeden bir dilden diğerine geçebiliyorlardı. Jim eğleniyor olmaktan ziyade kendini rahatlatmak için güldü. “Böylesine iğrenç bir deyimi nereden öğrendin, kâfir?” Zama sırıttı. “Ulvi babandan,” diye cevabı yapıştırdı ve her zaman hazırcevap olan Jim bu kez söyleyecek bir şey bulamadı. Bunun yerine, ışıyan ufka baktı. “Güneşin doğmasına iki saat kaldı. Gündoğumundan önce Kazan’da olmak istiyorum. Julie’yi yakalama denemesi için en iyi zaman.” Güney Atlantik’in ötesinden uzun bir yolculuk yaparak gelmiş ölü dalgaların üzerinde kürek çekerek körfezin ortasına vardılar. Pruvadan vuran güçlü rüzgâr yüzünden tek yelkeni açamıyorlardı. Tepesi düz olan Masa Dağı, artlarında ay ışığı altında bütün görkemiyle yükseliyordu. Demir atmış gemiler, dağın eteklerine yakın koyu renkli bir küme oluşturuyordu. Büyük gemilerin çoğunun serenleri inikti. Bu liman, güney denizlerinin kervansarayıydı.

Hollanda Doğu Hindistan Şirketi VOC’a ait ticaret ve savaş gemileriyle başka ülkeye ait yarım düzine gemi, uzun, okyanus ötesi yolculukların ardından erzak almak ya da onarım için Ümit Burnu’na gelirdi. Bu erken saatte kıyıda tek tük ışıklar göze çarpıyordu. Işıklar, kale duvarlarına asılmış fenerlerden ve gemilerinden karaya inen denizcilerin sabaha kadar âlem yaptığı kıyıdaki meyhanelerin pencerelerinden geliyordu. Jim’in gözleri, diğerlerinden yaklaşık bir deniz mili (1852 metre) uzaklıkta bulunan tek ışığın zayıf pırıltısına çevrildi. Courtney Kardeşler Ticaret Şirketi’nin ambarıyla bürosu oradaydı ve Jim, ışığın, babasının sal üzerindeki ambarın ikinci katında olan bürosunun penceresinden yayıldığını biliyordu. “Babam yine altınlarını sayıyor.” Kendi kendine güldü. Jim’in babası Tom Courtney, Ümit Burnu’ndaki en başarılı tacirlerden biriydi. “Adaya yaklaşıyoruz,” dedi Mansur ve Jim’in dikkati tekrar önlerindeki işe yöneldi. Çıplak sağ ayağının başparmağına doladığı yeke ipini ayarladı. Rotalarını hafifçe iskeleye doğru çevirip Robben Adası’nın kuzey ucuna doğru ilerlemeye başladılar. “Robben”, kayalık ada üzerinde kaynaşan fokların Hollanda dilindeki karşılığıydı. Hayvanların gece havasına karışan kokusunu almaya başlamışlardı bile: balık yüklü dışkılarının berbat kokusu soluk almayı engelleyecek kadar keskindi. Yaklaştıkları sırada Jim, kayığı Kazan adını verdikleri derin deliğin tam üzerine getirebilmek için kıyıdaki önceden ezberlediği noktaları belirleyebilmek ve kıyıdan kerterizini almak üzere oturağın üzerine çıktı. Aniden telaşla bağırıp tekrar oturağa çöktü.

“Şu koca serseme bak! Bizi ezip geçecek. Çekin, kahretsin, çekin!” Büyük bir gemi, adanın kuzey ucunu sessiz ve süratli bir şekilde dönmüştü. Yelkenleri kuzeybatı rüzgârıyla şişmiş, korkunç bir hızla doğruca üzerlerine geliyordu. “Peynir-kafalı geri zekâlı Hollandalı!” diye küfretti Jim uzun küreği çekerken. “Kana susamış, beceriksiz, meyhane orospusu evladı! Işığı bile yok.” “Peki ya sen bu lafları nereden öğrendin?” diye soludu Mansur umutsuzca kürek çekmeye devam ederek. “Sen de bu kuş beyinli Hollandalı gibi soytarının tekisin,” dedi Jim ona sertçe. Pruva dalgası ay ışığında gümüş gibi parlayan koca gemi, heyula gibi yaklaşıyordu. “Seslen!” Tehlikenin bariz bir şekilde yaklaştığını gören Mansur’un sesi sertleşmişti. “Nefesini boşa harcama,” diye karşılık verdi Zama. “Derin uykudalar. Seni duymazlar. Çekin!” Var güçleriyle küreklere asılınca küçük tekne suyun üzerinde uçarcasına ileri fırladı, ama gemi daha da hızlanarak üstlerine gelmeye devam etti. “Atlamak zorunda kalacağız?” Mansur bu cümleyi sorarcasına söylemişti. “Güzel!” diye homurdandı Jim.

“Kazan’ın tam üzerindeyiz. Babanın hikâyesini de sınayabiliriz böylece. Bakalım Koca Julie önce hangi bacağını koparacak?” Sessizlik içinde çılgınca kürek çekmeye devam ettiler. Harcadıkları çaba yüzünden çarpılmış suratlarından süzülen ter, serin gecede hafifçe parlıyordu. Büyük geminin tehdidinden kurtulacakları kayalıklara ulaşmaya çalışıyorlardı, ama aralarında hâlâ bir palamar boyu” mesafe vardı ve tepelerinde heyula gibi büyüyen gemi, yelkenleri yıldızları perdeleyecek kadar yaklaşmıştı. Rüzgârın yelkenleri dövüşünü, tahtalarının gıcırtısını ve pruva dalgasının ahenkli fıkırtısını duyabiliyorlardı. Gençlerden hiçbiri konuşmuyor, kürekleri çekerken korku dolu gözlerini bir an için bile yaklaşan gemiden ayırmıyordu. “Ulu Tanrım, koru bizi!” diye fısıldadı Jim. “Allah’ım sana sığındık!” dedi Mansur yumuşak sesle. “Kabilemin tüm ataları!” Her biri, kendi tanrısına veya tanrılarına seslenmişti. Zama ritmi hiç kaçırmıyordu, ama ölümün üstlerine çöküşünü izleyen gözleri irileşmişti. Koyu teni üzerinde çarpıcı bir şekilde parlıyorlardı. Pruva önündeki dalga onları havalandırdı ve aniden kendilerini üzerinde kayar buldular. Tekne, dalganın kenarında hızla kıçüstü geriye savruldu. Aynalık aşağı indi ve buz gibi sular tekneyi doldurdu.

Dev gövdenin çarpmasıyla üç genç de kenardan aşağı düştü. Jim düşerken bunun hafif bir darbe olduğunu fark etti. Tekne kenara savrulmuştu, ama hiçbir çıtırtı duyulmamıştı. Jim, oldukça derine çekilmişti, ama daha da derine yüzmeye çalıştı. Geminin altıyla herhangi bir temasın ölümcül olabileceğini biliyordu. Geminin gövdesi, okyanusu aştığı uzun süre içinde midyelerle kaplanmış olmalıydı, ustura keskinliğindeki kabukları, etlerini kemiklerinden rahatlıkla sıyırabilirdi. Bedenindeki tüm kaslar acı beklentisiyle gerildi, ama hiçbir şey olmadı. Ciğerleri yanıyor, göğsü nefes alma ihtiyacıyla ağrıyordu. Geminin tamamen geçip gittiğinden emin olana dek dayandı, sonra yüzeye döndü ve kollarıyla bacaklarını çırparak yüzdü. Dalgalanan berrak suyun altından ayın altınımsı halesini gördü ve tüm iradesini kullanarak var gücüyle yüzmeye devam etti. Aniden yüzeye vardı ve derin bir soluk alarak ciğerlerini havayla doldurdu. Suyun üzerinde sırtüstü yattı, yutkundu, öksürdü ve hayat veren tatlı havayı içine çekti. Ağrıyan ciğerlerinin işkencesine rağmen, “Mansur! Zama!” diye boğukça seslendi. “Neredesiniz? Ses verin, lanet olasıcalar. Sesinizi duyayım!” “Buradayım!” Bu, Mansur’un sesiydi.

Jim etrafına bakındı. Kuzeni kayığa tutunmuştu. Uzun, kızıl bukleleri bir fokun postu gibi suratına yapışmıştı. Tam o sırada bir başka kafa tam ortalarında yüzeye çıktı. “Zama.” Jim iki kulaçla yanına vardı ve başını suyun üzerinde tuttu. Zama öksürdü ve ağzından deniz suyuyla kusmuk saçıldı. Her iki koluyla Jim’e sarılmaya çalıştı, ama Jim, kollarını çözünceye dek onu suyun altına batırdıktan sonra kayığın yanına çekti. “İşte! Şuraya tutun.” Elini küpeşteye doğru kaldırdı. Bir süre sessiz kalıp soluklarım düzene soktular. Öfkelenecek kadar kendine ilk gelen Jim oldu. “Orospu evladı piç!” diye yutkundu uzaklaşan geminin ardından bakarken. Gemi sakince ilerliyordu. “Neredeyse bizi öldürüyordu, ama bunun farkında bile değil.

” “Gemi fok sürüsünden de beter kokuyor.” Mansur’un sesi hâlâ boğuktu ve konuşmaya çabalaması üzerine yeni bir öksürük krizi başladı. Jim havayı koklayıp kokuyu aldı. “Köleler. Kahrolası köle tacirleri,” dedi tükürürcesine. “Bu kokunun benzeri yok.” “Bir mahkûm gemisi de olabilir,” dedi Mansur boğuk sesle. “Muhtemelen mahkûmları Amsterdam’dan Batavia’ya (Cakarta’nın 1949 yılından önceki ismi) götürüyor.” Demir atmış diğer gemilere katılmak için ilerleyen geminin körfeze girmek için rotasını değiştirmesini, ay ışığı altında yelkenlerinin şeklinin değişmesini izlediler. ” Kaptanını kıyıdaki içki cehennemlerinden birinde bulmak isterdim,” dedi Jim öfkeyle. “Boş ver,” dedi Mansur. “Hançerini kaburgalarının arasına veya acı verecek bir başka yere saplayıverecektir. Hadi kayığın içindeki suyu boşaltalım. “Jim aynalığın üzerinden içeri kaydı. Hâlâ oturağın altında bağlı duran kovayı el yordamıyla buldu.

Çatlayan dalgaların arasından yapacakları tehlikeli geçiş yüzünden tüm araç gereci bağlayarak sabitlemişlerdi. Kayığın içindeki suyu kovayla dışarı atmaya başladı. Suyu yarı yarıya boşalttığı sırada Zama da kayığa tırmanacak gücü toplamıştı. Kovayı Jim’den alıp su boşaltma işlemine devam etti. Jim uzanıp, kayığın yanı başında yüzen kürekleri aldı ve araç gereçleri kontrol etti. “Av malzemelerinin hepsi yerli yerinde duruyor.” Bir çuvalın ağzını açıp içine baktı. “Yem bile.” “Devam mı edeceğiz?” diye sordu Mansur şüpheyle. “Elbette devam edeceğiz! Neden etmeyecekmişiz?” “Şey. ” Mansur hâlâ şüpheli görünüyordu. “Neredeyse boğuluyorduk.” “Ama boğulmadık, ” dedi Jim zinde bir tavırla. “Zama teknedeki suyu boşalttı ve Kazan’dan sadece bir palamar boyu uzaklıktayız. Koca Julie kahvaltısını bekliyor.

Haydi gidip onu besleyelim. ” Oturaklar üzerindeki yerlerini bir kez daha aldılar ve uzun küreklere asıldılar. “Aşağılık peynir-kafa bize bir saate mal oldu,” diye hayıflandı Jim sinirle. “Daha fazlasına da mal olabilirdi, Somoya,” dedi Zama gülerek. “Orada olup seni çekmeseydim. ” Jim, yem çuvalından ölü bir balık alıp Zama’nın kafasına fırlattı. Eski samimiyet ve neşelerine tekrar kavuşuyorlardı. “Çekmeye devam edin, hedefe yaklaşıyoruz,” diye uyardı Jim ve kayığı altlarındaki yeşil derinliklerdeki kayalık deliğe doğru yöneltme işlemi için hassas manevralara başladılar. Çapayı, Kazan’ın güneyindeki kaya tabakası üzerine bırakmak ve akıntının kayığı sualtındaki derin kanyonun tam üzerine sürüklemesini beklemek zorundaydılar. Yere adını veren, girdaplar oluşturan akıntı işlerini zorlaştırıyordu, bu yüzden iki kez hedeflerinden şaştılar. Çapaları olan yirmi beş kiloluk kaya parçasını ter ve küfürler arasında çekip tekrar denediler. Güneşin ilk ışıkları, doğudan bir hırsız gibi sinsice yükseliyordu. Jim, doğru yerde olduklarından emin olmak için, yem takmadığı oltasını suya saldı. Sonra olta ipini açık kollarının arasındaki genişlikle ölçtü. “Otuz üç kulaç!” diye bağırdı kurşunun tabana vardığını hissedince.

” Neredeyse altmış bir metre. Koca Julie’nin yemek odasının tam üzerindeyiz.” Her iki elini kullanarak iskandili hızla yukarı çekti. “Yemleyin, çocuklar!” Yem çuvalına üşüştükleri sırada ufak bir kargaşa yaşandı. Jim elini soktu ve Mansur’un parmaklarının altından en iri balığı kaptı. Neredeyse bir kol uzunluğunda has bir kefaldi. Balığı önceki gün şirketin ambarının hemen altındaki lagünde ağla yakalamıştı. “Bu senin için fazla iyi,” diye açıkladı. “Julie’yle ancak gerçek bir balıkçı baş edebilir.” Oltasının çelik iğnesini kefalın gözüne batırdı. Kancanın halat bedeni iki kulaçtı. Jim kurşunu salladı. Hafif ama güçlü, üç metrelik çelik bir zincirdi. Babasının nalburu Alf, onu özellikle Jim için elde işlemişti. Yemi başının üzerinde salladı ve yeşil derinliğe doğru savurdu.

Yem, kurşunun ağırlığıyla dibe çökerken oltanın ipini saldı. ” Doğruca Koca Julie’nin boğazına, ” dedi şeytani bir haz duyarak. “Bu sefer kaçamayacak. Bu kez benim olacak. ” Kurşun iskandilin dibe vardığını hissettiğinde ipin diğer ucunun oluşturduğu kangalı güverteye bıraktı ve çıplak olan sağ ayağıyla üzerine sıkıca bastırdı. Akıntıya karşı koyup tekneyi tam Kazan’ın üzerinde tutabilmesi için küreği her iki eliyle idare etmesi gerekiyordu. Zama ile Mansur daha hafif oltalarla avlanıyorlar, yem olarak küçük uskumru parçalan kullanıyorlardı. Neredeyse oltalarını salar salmaz balıkları tekneye çekmeye başladılar. Gül kırmızısı kütükburun, çırpınan karagözler, domuz yavruları gibi kıvranan benekli kaplan ba1ıkları birer birer çengelin ucundan çıkarılıp büyüyen yığına ekleniyordu. “Küçük çocuklar için bebek balıklar!” diye dalga geçti Jim. Kendi ağır oltasını kontrol ederek kayığı olduğu yerde tutmak için küreği dikkatle idare etmeyi sürdürdü. Üzerlerinde sadece iç çamaşırları kalana dek soyundular. Kayalıkların üzerinde kaynaşan foklar birer ikişer suya inmişler, demir atmış kayığın etrafında dalıp çıkıyorlardı. Aniden iri bir fok kayığın altına daldı, Mansur’un çekmeye çalıştığı balığı yakaladı, çengelden çekip kurtardı ve ağzında balığı tutarak metrelerce ötede su üstüne çıktı. “Allah’ın cezası iğrenç mahluk!” diye öfkeyle bağırdı Mansur, fok göğsünde tuttuğu balıktan iri dişleriyle büyük parçalar koparırken.

Jim küreği bırakıp malzeme çantasına uzandı. Sapanını çıkardı ve yuvasına suların aşındırıp yuvarladığı bir çakıl taşı yerleştirdi. Cephanesini, arazilerinin kuzey ucundaki nehir yatağından toplamıştı ve her taş yuvarlak, pürüzsüz ve mükemmel ağırlıktaydı. Jim, yüksekte uçan bir kazı beş atıştan dördünde vurabilecek seviyeye gelene dek sapanla alıştırma yapmıştı. Atışa hazırlanarak sapanın lastiğini, gerilimle titreşene dek başının arkasına doğru gerdi. Sonra bıraktı ve taş yuvadan fırladı. İri fokun yuvarlak, siyah kafatasına çarptı ve narin kemiğin kırılışını duydular. Hayvan anında öldü ve seğirerek çırpman leşi akıntıyla uzağa sürüklendi. “Artık balık çalamayacak.” Jim sapanı çantaya geri sokuşturdu. “Ve diğerleri de onu görüp ders alacaklar.” Fok sürüsünün geri kalanı kayıktan uzaklaştı. Jim tekrar küreği aldı ve yarıda kalan sohbetlerine devam ettiler. Mansur, Courtney’in ticari gemilerinden biriyle doğu Afrika kıyılarında, Hürmüz Boğazı’na kadar gittiği yolculuktan henüz önceki hafta dönmüştü. Yolculuk boyunca tanık olduğu şaşırtıcı manzaraları ve Allah’ın Lütfu’nun kaptanlığını yapan babasıyla birlikte yaşadığı şahane maceraları onlara anlatıyordu.

Mansur’un babası, Dorian Courtney, şirketin diğer ortağıydı. Sıradışı bir çocukluk yaşamış, küçük yaşta Arap korsanların eline düşmüş ve onu evlat edinip İslam dinine geçmesini sağlayan bir Umman prensine satılmıştı. Dorian Müslümanken, baba bir, anne ayrı kardeşi Tom Courtney Hıristiyandı. Tom kardeşini bulup Araplardan kurtarmış ve sonrasında mutlu ve tatmin edici bir ortaklığın temelini atmışlardı. Hem Hıristiyan, hem de Müslüman dünyasının içinde oluşları, yaptıkları işi daha da kazançlı kılmıştı. Son yirmi yıl içinde Hindistan’da, Arabistan’da ve Afrika’da ticaret yapmışlar, egzotik mallarını Avrupa’ya satmışlardı. Mansur konuşurken Jim kuzeninin yüzünü izliyor, güzelliği ve çekiciliği karşısında bir kez daha hayrete düşüyordu. Mansur, sırtından aşağı salman gür, bakır rengi saçlarını olduğu gibi bu çekiciliğini de babasından almıştı. Dorian gibi o da kıvrak ve hızlıydı. Jim ise kendi babasına çekmişti; iri yapılı ve güçlüydü. Zama’nın babası Aboli, onları birer boğayla ceylana benzetirdi. “Hadisene kuzen!” diye takıldı Mansur, hikâyesini yarıda keserek. “Sen daha uyanamadan Zama ile kayığı küpeşteye kadar balıkla doldurmuş olacağız. Bir balık yakala artık!” “Benim için nitelik her zaman nicelikten önemli olmuştur, ” diye tersledi onu Jim esefle. “Eh, yapılacak daha iyi bir işin olmadığına göre bize Hotanto diyarına yaptığın seyahatten bahsedebilirsin.

” Mansur, kayığın kenarından içeri bir başka çırpınan gümüş rengi balık fırlattı. Kendi macerasını hatırlayınca Jim’in dürüst yüzü hoşnutlukla aydınlandı. İçgüdüsel olarak körfezin üzerinden kuzeye, sabah güneşinin altın rengine boyadığı sarp dağlara baktı. “Otuz sekiz gün boyunca ilerledik, ” dedi övünçle. “Kuzeydeki dağların ardına geçip, büyük çölü aştık ve Amsterdam’daki VOC Konseyi’yle valinin gidilmesini herkese yasakladığı koloni sınırlarının çok ötesine uzandık. Bizden önce hiçbir beyaz adamın ayak basmadığı topraklarda yürüdük.” Kuzeninin akıcı anlatımı ve şairane tasvirleri Onda yoktu, ama coşkusu bulaşıcıydı. Düzlüklere yayılmış, sayısız yabani hayvanın oluşturduğu sürüleri ve karşılaştıkları barbar kabileleri anlatırken Mansur ve Zama da onunla birlikte güldü. Arada sırada Zama’dan onay alıyordu. “Anlattıklarım doğru, değil mi, Zama? Sen de benimleydin. Mansur’a hepsinin doğru olduğunu söyle.” Zama ciddi bir tavırla başını sallıyordu. “Doğru. Söylediği her kelimenin gerçeği yansıttığına babamın mezarının üzerine yemin ederim.” “Bir gün geri döneceğim, ” diye ahdetti Jim, diğerlerinden çok kendi kendine.

“Geri dönüp bu toprakların en uzak noktası olan mavi ufukların ötesine geçeceğim.” “Ve ben de seninle geleceğim, Somoya!” Zama ona kayıtsız şartsız bir güven ve sevgiyle bakıyordu. Zama, babasının ölüm döşeğindeyken ona Jim hakkında söylediklerini hatırladı. İyice yaşlanmış, postunun üzerinde yatıyordu. Gücü bir zamanlar gökyüzünü havada tutmaya yetecek kadar fazla olan, tükenmiş bir dev gibiydi. “Jim Courtney, babasının oğludur,” diye fısıldamıştı Aboli. “Benim Tom’a yaptığım gibi sen de hep onun yanında ol. Asla pişman olmayacaksın, oğlum.” “Ben de seninle geleceğim,” diye tekrarladı Zama ve Jim ona göz kırptı. “Elbette geleceksin, seni maskara. Seni benden başka kim yanına alır?” Zama’nın sırtına öyle bir şaplak indirdi ki oğlanı neredeyse oturduğu yerden düşürecekti. Daha konuşacaktı, ama tam o sırada ayağının altında sıkıştırdığı olta ipi aniden gerildi ve Jim zafer dolu bir çığlık attı. “Julie kapıyı çalıyor. İçeri buyur, Koca Julie!” Küreği bırakıp oltayı kaptı. Her iki eliyle sıkı sıkıya tutarak hazır bir şekilde bekledi.

Diğer ikisi, Jim’in söylemesine gerek bırakmayarak oltalarını hızla kayığın içine çektiler. Söz konusu çok büyük bir balıkken Jim’e mümkün olduğunca boş alan vermenin hayati bir önem taşıdığını biliyorlardı. “Gel bana, güzelim!” diye fısıldadı Jim balığa. Oltanın ipini başparmağıyla işaret parmağı arasında nazikçe tutuyordu. Akıntının yumuşak basıncından başka hiçbir şey hissetmiyordu. “Gel hadi, sevgilim! Babacık seni çok seviyor, ” diye yalvardı. Sonra ipte bir basınç hissetti; hafif, sinsi bir hareketti. Jim’in tüm sinir uçları alarma geçti. “Orada. Hâlâ orada.” İp yine gevşeyip sarktı. “Beni terk etme, bir tanem. Lütfen beni bırakma. ” Jim, ipi elinden doğruca yeşil derinliğe gidecek şekilde havada tutarak kayığın kenarından eğildi. Diğerleri, nefeslerini tutmuş onu izliyordu.

Sonra aniden, havaya kaldırdığı sağ elinin büyük bir ağırlık tarafından karşı konulmaz bir şekilde aşağı çekildiğini gördüler. Jim’in kol kasları, saldırıya hazırlanan bir engerek gibi kasılıp gevşedi. İpi tutan el neredeyse su yüzeyine değecekti. Zama’yla Mansur, soluklarını tutmuş sessizce olan biteni izliyordu. “Evet!” dedi Jim usulca. “Şimdi!” Vücudunun ağırlığını geriye verdi. “Evet! Ve evet ve evet!” Her söyleyişinde ipi önce sağ, sonra sol eliyle çekiyordu. Ama Jim’in kuvveti bile ipin yükselmesini sağlayamıyordu. “Bu bir balık olamaz,” dedi Mansur. “Hiçbir balık bu kadar güçlü değildir. Çengeli dibe taktırmış olmalısın.” Jim ona cevap vermedi. Dizlerini destek almak için ahşap küpeşteye dayamış, tüm ağırlığını olanca gücüyle geriye vermişti. Dişleri kenetlenmiş, yüzü harcadığı çaba yüzünden morarmıştı ve gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi görünüyordu. “İpin gerisini sıkıca tutun!” diye yutkundu.

Diğer ikisi hemen yerlerinden fırlayıp yardıma koştular, ama onlar daha kıça varamadan Jim’in ayakları yerden kesildi ve kayığın kenarına doğru sürüklendi. İp, avuçlarının arasından hızla kayıyordu. Derisi parçalanırken ellerinden kömür ateşi üzerinde kızaran kuzu pirzolasınınkine benzer bir koku yayılmaya başladı. Jim acıyla haykırdı, ama ipi kararlı bir şekilde tutmaya devam etti. Olağanüstü bir çabayla ipi küpeştenin gerisine çekti ve orada tutmaya çalıştı. Ama parmak eklemleri hızla tahtaya çarpınca ellerinin üzerindeki derilerin de bir kısmını kaybetti. İpi ahşaba bastırırken eldiven niyetine kullanmak üzere başındaki kepi çekip aldı. Üçü de cehennem ateşindeki iblisler gibi bağırıyordu. “Yardım edin! Ucunu yakalayın!” “Bırak gitsin. Çengeli düzelteceksin.” “Kovayı alın. Üzerine su dökün! İp şimdi alev alacak!”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir