Nazan Aksoy – Kurgulanmış Benlikler

Oto-biyo-grafi, bir kimsenin kendi hayatını yazması demektir. Kendi hayatını yazan kişi yaşadıklanm kağıt üzerinde var etme kararını vermiş; bir başka deyişle, hayatını bir metne dönüştürmüştür. Bir kimseyi kendi hayatını kağıda geçirmeye yönelten çeşitli güdüler olabilir, ama bu güdüler ne olursa olsun, bir benlik meselesi vardır ortada. Kişiliğini topluma tanıtmaya değer bulur hayatını yazan insan. Kişiliğini tanıtırken genellikle içini döker. Bu kişilik bazen de, topluma sunulan, daha doğrusu, yüceltilen bir kişiliktir. Her iki durumda da yazma ihtiyacı aynı anlam dizisi üzerinde yer alan güdülerden doğar: itiraf etme, kamuya açma, ifşa etme, teşhir etme, günah çıkarma, şifa arama, aklanma, meşrulaştırma, gerçeği gizleme, kayıt altına alma, ölümsüzleşme gibi. Yazılan metin anılann, gözlemlerin, tanıklıklann, dostluklann, hayal kınklıklannın, kısacası hayatın çözümleyici, irdeleyici bir bakışla anlatılan hikayesi olabilir. Hangi sebeple yazılırsa yazılsın, otobiyografi yazann yazma işine koyulduğu noktadan geçmişine bakması ve hafızanın yardımıyla o güne kadarki hayatı metinleştirmesi, yani 13 geçmişini kalıcı kılma gayretidir. Kendi hayatını yazan bir kimse, hayatının hikayesini nesnel bir biçimde anlatabileceğine, hayatının hakikatini kamuoyu ile paylaşması gerektiğine, böylece hayat bilgisini metinleştirebileceğine inanan bir kişidir. Bunun için de geçmişine yahut hayatına kişisel bir yorum getirmek zorundadır; geriye dönüp baktığında onu bir bütün olarak göremez çünkü. Hafızasındaki hangi anıların çekip çıkarılacağı, bunların nasıl sıralanacağı, nasıl bir bağlam içinde sunulacağı, yazma edimini ilgilendiren noktalardır, ama bunlar yazarın kendisiyle hesaplaşması açısından da önemlidir. Yazann okura sunmak istediği portre bu süreçte belirleyici olacaktır. Çoğunlukla, toplumca tanınmış kişilerin hayat hikayelerini yazdığını düşünürsek, yazarın kendisini nasıl kurgulamak istediği, yani nasıl bir “ben”in hikayesini anlatmak istediği daha da önem kazanır. Günümüzde otobiyografi araştırmacıları hem türün tarihi gelişiminine bakarak, hem de tek tek otobiyografi metinlerinden hareketle kuramsal ve eleştirel yaklaşımlardan yararlanarak bu türün edebiyat tarihi ve toplumsal-kültürel tarih açısından önemini inceliyorlar.


Kadın otobiyografileri bu araştırmalar arasında çok önemli bir yer tutuyor. Kadınlar erkeklere göre kamusal hayatta tarihin daha geç bir döneminde yer aldıkları için, yazarken daha çok özel hayatlarına yer vermişlerdir. Bu yüzden, kadınların otobiyografik nitelikteki metinlerle kendi dünyalarını dışa vurmaları yaygınlaşmıştır. Bu durum kadın araştırmalarında otobiyografilere yeni bir önem kazandınyor. Otobiyografinin bir tür olarak tarihi gelişmesine baktığımızda, bu türün önemine ilk kez 19. yüzyılın sonlarında dikkat çekildiğini görürüz. Oysa hayat hikayelerinin yazılması çok gerilere uzanır. Birçok araştırmacı Aziz Augustine’in ltirajlar’ını bu türün ilk örneği olarak anar. Gençlik günahlarını işledikten sonra kendini dine verişinin hikayesini yaz14 mıştır Aziz Augustine (354-430). Yazarın bakışı doğrudan doğruya kendi iç dünyasına yöneliktir. Bu kitapta, kendi başına düşünüldüğünde önemsiz gibi görünen aynntılann bir kişiliğin oluşması çerçevesinde değerlendirilince nasıl anlam kazandığını görürüz. Yazar “Ben kimim?”, “Nasıl böyle oldum?” sorulannı cevaplandırmaya çalışır. Böylece Aziz Augustine ilk kez iç dünyasını, hatalarını, korkularını okura açmakla otobiyografi türünün ilk örneğini de vermiştir. Batı otobiyografi tarihinde dini otobiyografiler önemli bir yer tutar. Özellikle 17.

yüzyılda püritanizm, bireyi Tanrı ile yüz yüze getiren öğretisinde, insanlan işledikleri günahlan yazıyla açığa vurmaya u�şvik etmişti. Böylece, bu öğreti insanlann iç dünyalarını, kaygılarını, korkularını açığa vurmalannı bir gelenek haline getirdi. Bu da Avrupa’da bir itirafname edebiyatı doğurdu. 15. yüzyıldan itibaren meslek otobiyografileri diye tanımlanan bir tür de ortaya çıkmıştır Avrupa’da. Daha çok ailenin tarihini yazıya geçirme amacına dayanan bu yazılarda kişinin doğumu, vaftiz edilmesi, çocukluk yılları, ev içinde ve ev dışında gördüğü eğitim ve öğrenim, daha sonra da meslek hayatı yazıya geçirilir. Zamanla bu metinlerde kişinin psikolojik davramşlan ile ahlaki tutumuna da yer verilmeye başlar. Gene 16. yüzyıldan itibaren görülmeye başlayan macera otobiyografileri de coğrafya, antropoloji ve ticaret konularında bilgiler verir. Çocukluk çağı ve öğrenim hayatının anlatılmasıyla başlayan bu yazılarda türlü meslek erbabının çıktığı yolculuklann hikayesi verilir; çeşitli maceralardan sonra bu insanlar hem kendi kişiliklerini keşfederler, hem de hangi meslekte çalışmak istediklerine karar verirler. Gelgelelim, bu metinler bugün anladığımız anlamda otobiyografiye zemin hazırlayan metinlerdir sadece. Gerçek anlamda otobiyografi 18. yüzyılın sonunda ortaya çıkar. Aydınlanma çağı bu türün gelişmesinde bir dönüm noktasıdır. 15 Daha önceleri insan yaradılışının değişmezliğine inanılırken bu dönemle birlikte insanın değişen, evrilen bir varlık olduğu kabul edilmeye başlar.

Bir insanın birey olmasının, kendi hayatını kurmasının, kendi gücüyle haşan kazanmasının hikayesidir otobiyografi. Bir kişinin yetişmesi, iç dünyasında geçirdiği değişimler dönüşümler bu kitapların konusudur artık. Yazılan metinler belirli bir gelişme gösterir, hikayeler belli bir yapı içinde kurulur; giriş, gelişme, sonuç bölümleriyle bir bütünlük kazanır. Batı’da otobiyografi türünün bireyin ortaya çıkmasıyla yakından ilgili olduğunu söyledik. Burada bir başka noktaya daha değinebiliriz: Ortaçağın son dönemleri ile modem çağın başlangıcında Avrupa’da kişisel hikayeler anlatılması önem kazanır. Okuma yazma uğraşının özel alana has bir iş olarak görülmesinin payından söz edilebilir burada. Matbaanın icadından sonra insanlar okuyup yazabilecekleri bir özel alan açtılar, toplumdan bağımsızca var olduklan bir alandı bu. Bu alana çekilip iç dünyalarına yöneldiler, özel hayatlanna ilişkin bilgileri kağıda dökmeye başladılar. Böylece okuma yazma yavaş yavaş özel alanda sürdürülen bir etkinlik haline geldi. Bu durum söz konusu etkinliği yürüten kişinin de özel bir varlık olduğu, önemli, biricik olduğu düşüncesini besledi. Bir başka deyişle, Batı’da modernleşme süreci ile birlikte okuma-yazma, kendisi hakkında konuşma, kendine bir özel alan yaratma, dolayısıyla birey olma fikri gelişti. Ama bu dönemde birey denince akla gelenler, erkeklerdi. Yazmak, kalem kullanmak erkek işiydi. 19. yüzyıl otobiyografi yazımını bir adım daha ileriye götürdü.

Bu yüzyıl, insanı toplumsal ve tarihi bir bağlama oturtur. Otobiyografiler de bu anlayış doğrul�usunda şekillendi; tek insanın iç dünyasını verirken, dönemin düşünce hayatına, fikir dünyasına da ışık tuttu. J .J. Rousseau, ].W. Goethe gibi önemli bireylerin otobiyografileri türün örnek 16 metinleri olarak okunup incelenmeye başladı. Otobiyografiler böylece hem okurların ahlaki yönden olgunlaşmasına yardımcı olacak öğretici metinler, hem de halkın önemli kişilerin özel hayatlarına duydukları merakı gideren hikayeler olarak tutunup yaygınlık kazandı. Batı edebiyat geleneğinde Aziz Augustine’in Itiraflar’ı ile başlayan otobiyografi türünün gerçek anlamda ilk temsilcisi Jean Jacques Rousseau’dur. Onun hayat hikayesi de aynı adı taşır: ]tirajlar. Ama onun “itirafları” din dışı bir yaşantıyı dile getirir. Rousseau’un, l 770’te yazmayı bitirdiği bu otobiyografi onun ancak ölümünden sonra, 1 781-1788 yıllan arasında yayımla:p.abilmiştir. Geleneksel otobiyografi eleştirisi, Rousseau’nun Itiraflar’ını romantik bireyin doğuşunun müjdeleyen bir metin olarak gösterir, eleştirmenler de Rousseau’yu “ilk modem insan”, ilk özgün birey olarak sunarlar. Rousseau “itiraflar”ında kendini gerçekten de bir birey olarak tanımlar.

Okurun anlamasını istediği şey de, kişiliğini nasıl kurduğu, nasıl bireyleştiğidir. Otobiyografisinin girişinde şöyle der: Benzeri hiç görülmemiş ve hiç göriılmeyecek olan bir işe girişiyorum. Benzerlerime, doğanın tüm doğruluğu içinde bir insan göstermek istiyorum ve bu insan ben olacağım. Sadece ben. Kalbimi duyuyor ve insanları tanıyorum. Gördüklerimden hiçbiri gibi yaratılmamışım; yaşayanlardan hiçbiri gibi yaratılmış olmadığıma inanmak cüretini gösteriyorum. Öteki insanlardan daha iyi değilsem bile, hiç olmazsa başkayım. Doğa beni içine döktüğü kalıbı kırmakla iyi mi etti kötü mü, bu ancak ben okunduktan sonra yargılanabilecek bir şeydir. Kıyamet borusu ne zaman çalarsa çalsın, ben, elimde bu kitapla, yüce yargıcın huzuruna çıkacak ve yüksek ses17 le şöyle diyeceğim: “lşte ben böyle düşündüm, böyle yaptım, böyle oldum. iyiyi de, kötüyü de aynı içtenlikle söyledim. Hiçbir kötülüğü saklamadım, hiçbir iyiliği eklemedim; eğer bazı önemsiz süsler kullandığım olduysa, bu ancak bellek kusurumdan ileri gelen bir boşluğu doldurmak için olmuştur; doğru olabileceğini bildiğim şeyi doğru saydım, yanlış olduğunu bildiğim şeyi asla. Kendimi nasılsam öyle gösterdim.” (s. 1 1) Rousseau bu iki paragrafta her ne kadar yüce yargıç, sonsuz varlık gibi sözler kullansa da, hayat hikayesinde merkezi bir rol oynamaz Tanrı. Bireyin kendisi hakkında ancak birey konuşabilir, kendi hakikatini yalnız o bilebilir.

Rousseau’ya göre, bu hakikati bilmenin yolu duygulardan geçer. insanın kendisi hakkındaki bilgi sezgiye dayalı bilgidir. Ona yol gösteren, varlığını geliştirmesine yardım eden şey duygulandır. Rousseau bu dünyada Tann’mn yardımı olmadan kendi kişiliğini nasıl kurduğunu; doğduğu günden başlayarak altmış yaşına kadar yaşadıklarını bütün çıplaklığıyla anlatır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir