Neal Curtis – İdiotizm- Kapitalizm ve Hayatın Özelleştirilmesi

Bu kitap, ilk kez 2008’de kamuoyunun ilgisine mazhar olan, fakat Şubat 20ll’de, yani benim yazmaya başladığım sırada hala hayat karartan “Büyük Finansal Kriz”in ardından ortaya çıktı (Bellamy ve Magdoff, 2009). Krizin en büyük sorumlulan örtmece tabirle “tazminat” denilen multi-milyon dolarlık ikramiyelerine süratle kavuşurken bile, krizin uzun yıllar hayat karartmaya devam edeceğine şüphe yok. Ekonominin kriz esnasındaki durum, John Lanchester’in Whoops! adlı kitabının ilk bölümünde ortaya koyduğu fazlasıyla şaşırtıcı birkaç olguyla özetlenebilir: Öncelikle, teröre karşı savaş ya da iktisaden güvenlik balonu olarak bilinen yıllar zarfında, 2000 yılında 36 trilyon ABD dolan olan küresel Gayrisafi Yurtiçi Hasıla (GSYH), büyük ölçüde finans sektöründeki karlar sayesinde, 2006 yılında 70 trilyon dolara yükseldi (2010: xii). ikinci olarak, 2008 yılında, kriz anında, dünyanın en büyük şirketi, 1,9 trilyon Ingiliz sterlini değerindeki varlıklanyla lskoçya Kraliyet Bankası’ydı (The Royal Bank of Scotland). Aynı yıl Birleşik Krallık’ın GSYH’si yalnızca 1,7 trilyon sterlin olduğundan, bu olgu önemlidir (22). Han7 gi ölçüte göre değerlendirirseniz değerlendirin, bunlar inanılması güç sayılardır. Gelgelelim finans sektörü kayda değer bir düzenlemeye tabi olmadığından, bu hormonlu büyümenin denetimi yok denecek kadar azdı. Chicago Üniversitesi profesörü ve 1995 Nobel ödülü sahibi Robert Lucas’a göre bunun sebebi, ‘”buhran önlemeye dair temel sorunun [ … ] çözülmüş”‘ olmasıydı (Krugman, 2008: 9). Böylece, eski Keynesçi model ışığında devletin düzenlemelerine veya müdahalelerine duyulan ihtiyacın üstesinden gelinmişti. “Süper Zenginler” olarak da bilinen bir plütokrat oligarşi için ve onlar tarafından yönetilen piyasanın kendisi kafiydi. Daha da ürkütücü olan, krize rağmen ve bazı küçük teknik düzeltmelere karşın hiçbir şeyin değişmemiş olmasıdır. Avro bölgesi ve ABD’nin kamu borcu krizleri bağlamında henüz sonu görünmeyen bu krizden çıksak bile, birçok ekonomist ikinci bir iflasın çok uzakta olmadığını düşünüyor. Krizin kökeninde, uzun zaman önce ortaya çıkan bir özelleştirme ve serbest piyasalar ideolojisi vardır. Kamu yararını sağlamanın en iyi yolunun malların ve hizmetlerin serbest piyasasında özel çıkarların peşinden koşmaktan geçtiği fikrinin izleri, Adam Smith’in temsil ettiği 18. yüzyıl liberalizminde bulunsa da, kamu arazilerinin özel mülkiyet altında daha üretken olduğu fikri 17.


yüzyıla, William Petty ve John Locke’un çalışmalarına uzanır. Bilhassa Locke, savaşın yanı sıra (veya giderek savaşla birlikte) kapitalizmin birincil birikim aracı olmayı sürdüren kamu arazilerinin ve kaynaklarının kapatılmasının, yani özel mülkiyet olarak sahiplenilmesinin felsefi gerekçesini sunmuştu. Özel olana uzun süredir tanınan ayrıcalık mevcut sosyo-ekonomik durumumuzun ayrılmaz bir parçası olsa da, krizin en yakın nedenlerinin yakın geçmişten, l 970’lerde Birleşik Krallık’ta Thatcher hükümeti, Birleşik Devletler’de ise Reagan yönetimiyle başlayan ekonominin finansallaştırılmasından kaynak8 !andığını söyleyebiliriz. Bahsi geçen dönemde, serbest piyasa ekonomisini merkeze alan ideolojinin siyasal imgelemimiz üzerinde daha büyük ve daha radikal etkisinin olmasını sağlayacak koşullar meydana geldi. Medya sürekli olarak rekabeti, tüketici seçimini, sosyal konut satışlarını, yukarı doğru hareketliliği, krediyi, özelleştirmeyi, kuralsızlaştırmayı, tasarımcı etiketlerini, markalaşmayı, soylulaştırmayı ve hisse opsiyonlarının demokrasisini destekleyen bültenler yayımladı. Herkes bu büyük satışın yarattığı yeni zenginliğe ve sözde sonsuz para arzı kurgusuna katılmaya özendirildi. Birleşik Krallık’ın pop yıldızlan bile bankacılar gibi giyinmeye başlamıştı. Hepimiz uluslararası finans endüstrisine ev sahipliği yapan Londra Şehri’nin (The City of London), yani -1 mil karelik bir alanda bulunması sebebiylenam-ı diğer Milkare’nin cesur yeni dünyasında yaşıyorduk. Benzer bir şekilde, Birleşik Devletler’de on yıl önce direniş ve benliğini keşfetmenin önemini vaz eden karşı-kültür, pürüzsüzce yaşam tarzı seçimlerinin niş pazarına ve yeni bireyciliğe yediriliyordu. 1997 yılına gelindiğinde, Birleşik Krallık’ta T ony Blair’in liderliğinde Yeni lşçi Partisi’nin sahneye çıkması, finansallaştırma ve özelleştirmeye dair mutabakatın, giderek ideoloji sahasından çıkıp yeni bir sağduyunun parçası olarak tamamlanmasına işaret ediyordu. Sağduyu derken, Antonio Grarnsci’nin (1971: 419) bu terime atfettiği popüler folklor anlamına benzer bir şeyi kastediyorum: tutarlı bir ideolojinin şekillendirdiği, aynca “geleneksel felsefenin büyük sistemleri”nin ( 420) -bu bağlamda, faydacılık ve pozitivizmin- desteklediği, fakat sözde tarafsız, serbest piyasa evrenselciliğinin yeni dilini, örneğin, milliyetçilik ve ırkçılık ögeleriyle karıştırarak “muğlaklığını, çelişikliğini ve çok biçimliliğini” koruyan bir şey ( 4 23). Gelgelelim, tutarsızlık belirtilerine karşın, bu yeni sağduyu yalnızca sosyalizmin değil, aynı zamanda savaş 9 sonrası Refah Devleti’nin ve New Deal (Yeni Anlaşma) siyasetinin demode olduğu bir dünyaya ilişkin hakim kavrayışı yansıtıyordu. Bu bakımdan, finansal krizin kamu harcamalan aleyhine bir savda bulunma amacıyla kullanılması, söz konusu dünyada oldukça küçülmüş bir biçimde var olmayı sürdüren çağdışı fakat dirençli refahçılık unsurundan kurtulmanın anahtanydı. Yeni lşçi Partisi hükümeti sosyal demokrat bir gündem takip ettiğini iddia etmesine ve bir tür kamu kesimine inanmasına rağmen; Blair, piyasa köktenciliğinin “hakikat”ine intisap etmiş ve Bill Clinton’un Birleşik Devletler’deki Demokrat başkanlığı gibi, özel güçlerin iktidannın hem ulusal hem küresel düzeyde daha da pekişmesi için çok uğraşmıştı. Tony Blair’in özel olan her şeye yönelik gayretkeşliği ve lşçi Partisi’nin piyasa güçlerinin hakikatine intisabı kısmen Gramsci’nin sağduyu anlayışıyla da açıklanabilir.

Gramsci’nin de belirttiği gibi, sağduyuya “kaba bir yenilik korkusu ve muhafazakarlık” hakim olduğundan, “yeni bir hakikatin tanınmasını” sağlama kabiliyeti, “söz konusu hakikatin olağanüstü delillerle desteklendiğinin ve genişleme kapasitesine sahip olduğunun kanıtıdır” ( 423). Dolayısıyla, 1980’ler ve 1990’lar boyunca, gerek dünya genelinde sosyalleştirilmiş ekonomileri gerekse tüketimi temel almayıp inatla yoluna çıkan kültürleri süratle yürürlükten kaldıran bu yeni hakikatin doğasına ilişkin, akademisyenler ve aktivistler çokça tartıştı. Çeşitliliğin ve çoğulluğun desteklenmesi gereken demokratik idealler olarak görüldüğü ve toplumsal ve kültürel teoriye melezlik ve akış söylemlerinin hakim olduğu bu dönemde, ABD ve Birleşik Krallık gibi güçlü Batılı devletler ile Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi ulusaşırı kapitalist kurumların, küresel serbest piyasa dogmasına karşı çıkan her türlü toplumsal yaşam biçimine giderek daha az müsamaha gösterdikleri gerçeği görünürleşti. Çokkültürlülüğün 10 yükselişine rağmen, serbest piyasa kapitalizmi toplumsal örgütlenmenin yegane modeli olarak kabul görmeye başladı. Pratikte serbest piyasa kapitalizmi, istenilen sosla alınabilir ancak zorunlu tercih olmalıdır. Özelleştirmeye gösterilen devlet-karşıtı bağlılık, bazı gruplann, örneğin ABD’deki birçok evanjelist Hnstiyan cemaatin kültürlerinin aynlmaz bir parçasıydı. Ne var ki, başka kesimler için bu yalnızca bir yan üründü; sistem farklılaşmış kültürel ifadeye izin verdiği ölçüde, ekonominin hangi biçimde olduğunun pek bir önemi yoktu. Michael Hardt ve Antonio Negri (2000) gibi teorisyenlerin gözünde, kültürel çeşitliliğin kabul görmesi ve özendirilmesi, niş üretim ve pazarlama üzerinden tasarlanan post-Fordist kapitalist büyüme modelinin bir sonucuydu. Bu modelde, her bir kültürel farklılık, kendi kuşe kağıda basılmış dergisine sahipti. Çokkültürlülüğün “çokluğu”, merkezi bir dogmaya karşı koyan bir şeyi temsil etmek yerine, serbest piyasanın bütün küreye yayılıp meşrulaştınlmasına zemin hazırlıyordu. Bu noktada, İslami köktenciliği Batı’nın gözünde bu denli tahammül edilemez kılanın, genelde iddia edilenin aksine, yüzyıllann siyasal liberalizmini geriletecek bir tehdit olmasından çok, İslami köktenciliğin ekonomik liberalizme karşı olması ve mevcut iktisadi formasyonumuza açık bir alternatif oluşturması söylenebilir. Hatta Batı’nın günümüzde tanıdığı siyasal özgürlüklerin çoğunu destekleyen bir İslam anlayışı ortaya çıksa bile -ne de olsa bildiğimiz hoşgörünün kökleri İslam medeniyetine uzanır- Batı’nın buna, sosyo-ekonomik iktidann mevcut biçimlerine meydan okuması sebebiyle, şiddetle karşı çıkmaya devam edeceğini söyleyebilirim. Örneğin, Hristiyanlar (Calvin sayesinde) tefecilik yasağını rahatlıkla unutmanın bir yolunu bulmuşken, bu yasak İslami iktisadın temel direklerinden biri olmayı sürdürmektedir. Bu yüzden, dünya yüksek seviyede bir küresel 11 karmaşıklık ve bağlantısallık hali yaratan seyahatle, göçle, kültürel etkileşimle ve yeni teknolojilerle büyük ölçüde açılmış olsa da, ben esas neticenin dünyaya yaklaşmanın, dünyayı yorumlamanın ve dünyada var olmanın olası yollannın kapatılması olduğunu düşünüyorum. Bir başka deyişle, küreselleşme altında yaşanan açılma, aslında Ulrich Beck’in (1999) “globalizm” dediği süreç, yani dünyanın hakim neoliberal model içerisinde kapatılmasıdır.

Dünyanın kapatılması, tarihin 1989 yılında sona erdiği, tek geriye kalanın biçimsel olarak demokratik, serbest piyasa kapitalizminin bütün gezegen üzerinde yayılması olduğu şeklindeki absürt fikirle de uyumludur. Özelleştirmenin yeni sağduyusuna gönüllü katılmayan her bir ülke, gerekirse, askeri müdahaleyle buna zorlanacaktı. Nitekim mevcut sosyo-ekonomik, siyasal ve kültürel durumumuz, hem meşru hem hakiki olduğu kabul gören özelleştirme ve piyasa ideolojisine karşı oluşturulabilecek her türlü alternatifin giderek dogmatik bir biçimde reddedilmesi olarak tarif edilebilir. Ne tuhaftır ki alternatifler, kitabın son bölümünde döneceğim bir konu olan demokrasi adına reddedilmektedir. “Arap Bahan” denen süreç muhtemel alternatiflere işaret etmektedir, fakat bu ayaklanmalann, otokratik diktatörlüğün tiranlığından kendilerini kurtarsalar bile, serbest piyasa dogmasını dünya çapında yayan ve ortak kaynakların toptan kapatılmasını uygulayan plütokrat oligarşinin pençelerinden nasıl kaçacağı henüz net değildir. Şayet devrimler bilindik Batılı bir sonuca varırlarsa, liberalleşmenin esasen ekonomik olacağı kesindir. En son ifadesini “Wall Street’i işgal et” (Occupy Wall Street) çağrısında bulan alternatif küreselleşme hareket(ler)i de birtakım alternatifler sunmaktadır. Çağnnın uluslararası sahada benimsenmesi, bu davanın hala dünya genelinde yankı bulduğunu, önemli özdeşleşme ve dayanışma biçimlerini canlan12 dırabildiğini göstermektedir. Bu çağrı aleyhinde görüş bildirenler, küreselleşen işgal hareketinin neo-liberal kapitalizme bir alternatif oluşturmayı başaramadığına dikkat çekmekte çabuk davrandılar. Dahası, bu başarısızlığın ardında, harekette yer alanların giriştiği müzakere pratiklerinden adamakıllı demokratik bir alternatif çıkmasının kaçınılmaz olarak zaman alacak olması değil, böyle bir alternatifin düpedüz var olmadığı gerçeği olduğu ileri sürüldü. ister idealist ister materyalist olsunlar, alternatif toplum görüşlerine sahip olanlar, yıllar yılı, naif, bazen deli, fakat neredeyse kesinkes “gerçeklik”ten kopuk olmaları hasebiyle alay konusu oldular. Halbuki bugün sürmekte olan -ve işgalcilerin tahliyesiyle daha da açık bir hal alan- kapatma, her türlü radikalizmi terörizmle olmasa da suçla eşdeğer kılmaya meyletmektedir. Günümüzde, yoksullar bile güvenlik tehdidi olarak görülmektedirler.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir