Neal Stephenson – Mongoliad 3

Kalkan-Biraderleri, Finn’i kamplarını kurmuş oldukları tepeye gömdüler. “Gördüğümüz o höyükler, yani kurganlar kadar gösterişli değil,” diye Feronantus’a belirtti Raphael, “ama geldiğimiz yere doğru bakıyor ve güneş toprağı daima ısıtacak.” Seçme şansı sunulduğunda Finn her zaman açık havada, güneşin sabahları kendisini bulup kemiklerini ısıtabileceği yerlerde uyumayı tercih ederdi. Kalkan-Biraderleri’nin yeminli bir üyesi olmayabilirdi ama pek çoğu için üvey bir kardeşten farksızdı. Kalkan-Biraderleri mensupları tepenin zirvesindeki taşlık toprağa teker teker saldırdılar. Dile getirmek istememelerine ve tek kelime bile etmemelerine rağmen, sanki böylesine yorucu bir işi üstlenmek bireysel kabahatlerini azaltacakmışçasına, hepsi de Finn’in mezarını kazan kişi olmak istiyordu. Sebep Finn’e canından olmuş diğer silah arkadaşlarından daha fazla değer vermeleri değildi; her bir biraderin kaybı aynı ölçüde korkunçtu. Fakat her biri avcının ölümünden kendini sorumlu tutuyordu. Raphael dostunun naaşını defin için hazırlarken kaybettikleri diğer grup üyelerini düşünmemeye çalıştı. O sevgili dostların ölümlerindeki kendi rolünü de öyle… Vera’nın yardımıyla birlikte ufak tefek adamı Percival’in pelerininin üstüne yatırdı (şövalye bu konuda son derece kararlıydı) ve Finn in uzuvlarına elinden geldiğince çekidüzen verdi. Ölümün ardından bir cesede yayılan katılık Finn’in vücuduna da nüfuz etmişti ve adamın kollarından biri Raphael’in çabalarına direnmekteydi. Vera tarafından kibarca yıkanan yüzü ise şaşırtıcı derecede çocuksuydu. Raphael, narin kirpikleri ve kırışıksız alnı ilk kez net bir şekilde gördüğünde yılların ağırlığını üstünde hissetti. Evinden bu kadar uzaklarda ölmek için çok gençti, diye geçirdi aklından. İşte o zaman Finn’i ne kadar az tanıdığını fark etti.


Tabii diğerlerinin de öyle. “Bekle,” dedi Vera’ya, kadın Finn’in yüzünü Percival’in peleriniyle örtecekken. Hemen çantalarının yanına kadar gidip yıpranmış günlüğünü ve yazma gereçlerini çıkardı. Güneşi arkasına alarak yere oturdu ve Finn’in yüzünü boş bir sayfaya dikkatle çizmeye koyuldu. Bir kaydın olacak, diye söz verdi ölü dostuna. Unutulmayacaksın. Raphael dostunun karakterinin özünü -karşısındaki huzurlu yüz hatları ile anılarındaki daha coşkun ifadelerinin bir karışımını- özene bezene resmetmeye çalışırken Vera da kendini Finn’in ellerini ve ayaklarını yıkayarak meşgul etti. Avcının çizmelerinin derisi bir zamanlar yumuşak ve esnek olsa da vahşi doğada geçirdikleri aylar, malzemeyi sertleştirerek Finn’in ayaklarına ikinci bir deri gibi oturmasına sebep olmuştu. Vera kısa bir süreliğine çizmelere asıldı, sonra da vazgeçip ince dikişleri bir bıçakla kesmeye karar verdi. “Ne kadar titizmiş,” diye belirtti kadın, sıra avcının ellerine geldiğinde. Vera ona Finn’in avuçlarını gösterince Raphael başını çiziminden kaldırdı. Adamın avuçları beklenildiği gibi nasırlı olmasına rağmen şaşırtıcı derecede de temizdi. Tırnakları uzundu ama içlerinde kir veya pislik yoktu. Bağcı Cnân yanlarına yaklaştı ve Finn’in ellerini belli belirsiz bir ilgiyle inceledi. “Bir kedi gibi,” dedi.

Raphael kafa sallayarak ona katıldı. “Mezarın işi tamam,” diye bildirdi Cnân. “Ama Percival’e kalsa herhalde kazmaya devam eder,” dedi, burnundan bir homurtu çıkararak. Raphael başıyla onayladı. “Ondan hiç şüphem yok.” Alçik’in Finn’e saldırmasının ardından grup içinde çok az konuşma geçmişti; Moğol’un taarruzunun şoku hepsinin de nutkunun tutulmasına yol açmıştı. Fakat nöbet sırasında uyuyakaldığı sebebiyle Percival’in çektiği ızdırabı anlamak için sözcüklere ihtiyaç yoktu. Raphael içten içe Frenk’in mest edici bir sanrıya, hani Taran’ın ve de atının ölümünden kısa bir süre sonra ormanda kapıldığı gibi bir tanesine dalmış olmasını daha muhtemel buluyordu. Lâkin bu fikri kafasından atmaya çalıştı, çünkü o düşünceyi takip eden korkunç sonuçla yüzleşmek istemiyordu: yakınınızdakilere ölüm getiren ilahi aydınlanma. Şövalyeye bahşedilen bu rehberlik karşılığında ne gibi bir bedel alınıyordu? Vera naaşın sarılması işlemine yardım etmesi için Cnân’a el etti. “Vakit geldi,” dedi Kalkan-Bakiresi, Raphael’e. Sert gözleri alışılmadık bir biçimde yumuşaktı. “Ne kadar çizersen çiz bu yüze hayat gelmeyecek.” “Öyle,” diye kabul etti Raphael, sonra da gereçlerini bir kenara bıraktı. Onun da yardımıyla Finn kısacık bir sürede basık bir bohçadan ibaret hale geldi.

Tepeden inen diğer Kalkan-Biraderleri naaşı dikkatle ebedi istirahat yerine taşıdılar ve hiç konuşmadan taşlık tepeye zar zor kazdıkları çukura indirdiler. Sahiden de derinmiş, diye düşündü Raphael. Belki de cesedin leş yiyiciler tarafından asla rahatsız edilemeyeceği kadar derin. Feronantus bir elini sallayarak diğerlerini oradan uzaklaştırdı. Percival bile hiç üstelemeden yaşlı liderin çukuru tek başına doldurmasına müsaade etti. Bir müddet ne yapacaklarını bilemeden öylece dikilerek Feronantus’un mezara avuç avuç kum ve taş atmasını seyrettiler. Defin işlemi sırasında ezilmemesi için cesedin üzerini kalın bir tabakayla dikkatle örttükten sonra Feronantus daha hızlı toprak atmaya başladı. Böyle böyle bir höyük yükselecek ve son sözler sarf edilecekti; lâkin o zamana kadar beklemekten başka yapacak fazla bir şey yoktu. Zaten ölüm hep hızlıdır, diye düşündü Raphael, gözünü ufuktaki uzak bir noktaya dikerek. Acıyı en uzun süre hissedenler sağ kalanlardır. “Istvan nerede?” diye sordu Vera. Raphael gözlerini kırpıştırarak düşüncelerinden sıyrıldı ve etraftaki kırsal kesime bakındı. “Bilmiyorum,” dedi. “Griyele’yi kovalıyordur,” diye fikir yürüttü Cnân, batıyı işaret ederek. Raphael dostlarının ölümünün ardından Moğol komutanını kovalayışlarını, ovada oluşturdukları upuzun at sırasını hayal meyal hatırlıyordu.

Binekleri teker teker tıkanmış, sonunda geriye yalnızca öğle sıcağında titreşen iki ufak nokta, Istvan ile Alçik kalmıştı. “O daha dönmedi mi?” diye sordu Raphael, şaşkınlık ile kaygı arasında kalarak. Cnân başını iki yana salladı. “Dönmemesini umasım geliyor. En azından bugünlüğüne.” Genç kadın Raphael ile Vera’ya baktı ve ikisi de kendi ızdıraplarının Bağcı’nın gözlerinden yansıdığını gördü. “Avlanmayı sürdürüyorsa onu hâlâ yakalayabilir. Geri gelirse başarıp başaramadığını öğreniriz.” Vera kafa salladı. “Eli boş dönmesini ben de istemiyorum. Hiç dönmesin daha iyi.” Hiçbirimiz geri dönmeyeceğiz ki, diye aklından geçiren Raphael başını çevirip Finn’in yavaş yavaş dolan mezarına yeniden baktı. Grup o gece ateş yakmadı ve yıldızlar baş döndürücü bir şekilde tepelerinden geçip gitti. Güneş batıda alev alev yanan altın sarısı ve kızıl bir pusun içinde kaybolduktan sonra hava çabucak soğudu. Atlarını hayvanların yemeye hevesli gibi göründükleri eğri büğrü bir çalının yakınına kösteklediler ve her biri uyumak için kendi hazırlıklarını yapmak üzere köşesine çekildi.

Nehri çevreleyen gür çayırların yerini daha düz bir arazi almıştı ve Raphael ne kadar rahat etmeye çalıştıysa da bu kuru manzarayı garip bir biçimde huzur kaçırıcı buldu. Hekimin sırtındaki ve baldırlarındaki kaslar seğirip duruyor, zeminin ansızın yan yatacağı ve durduğu yerden kayıp gideceği yönünde anlamsız bir korkuya kapılıyordu. İyi ama nereye kayıp gidecekti ki? Onun veya herhangi bir Kalkan-Biraderi’nin bildiği dünyanın sınırlarını aşmışlardı. Raphael ellerini altındaki battaniyeye dayayarak yün kumaşı sert zemine bastırdı. Davranışları bir delilik belirtisi değil, yalnızca bilinmeyene karşı verilen bir tepkiydi. İnsanlar medeniyet arzulardı; içlerinden sadece aşırı derecede sofu olanlar yalnızlıktan zevk alır, yalnızca tövbekâr münzeviler inzivaya özlem duyardı. İnsanlığın keşmekeşinden uzak durmak ruhsal manastırlarının tamamlayıcı bir parçasıydı. Dağ başındaki mağaralarının sessizliğinde veya çöldeki yalnızlıklarında Tanrıyla daha can-ı gönülden konuşabilirlerdi. Yakınlarda kimsecikler olmadığı zaman sorularınıza cevap veren sesin ilahi bir borazandan yükseldiğine inanmak daha kolaydı. Fakat Raphael bir askerdi. O, savaşa hazırlanan adamların gürültüsüyle çevriliyken daha derin uyurdu. Sağlam bir istihkâmın arkasında dinlendiği zamanlarda zihni korku dolu tahminler yürütmeye bu kadar yatkın olmazdı. Ehlileştirilmiş hayvanların -merada birbirlerine seslenen ineklerin, bahçede tedirgince eşelenen tavukların, gölgelere havlayan köpeklerin- sesleri bile sevdiği bir ninniden farksızdı. Bozkırlardaysa otların arasında esen rüzgârın sesinden başka bir şey yoktu. Otların olmadığı yerlerdeyse rüzgâr da sesini yitiriyordu ve bu sükût insanın huzurunu altüst ediyordu.

Kadın gelip yanına uzanırken Raphael onun kemiklerinin çıtırdadığını işitti. Bir battaniye kocaman bir kuşun kanadı gibi çırptı ve kumaş göğsü ile bacaklarına serilirken Raphael hafifçe titredi. Kadın başını onunkine dayarken nefesi Raphael’in boynunu okşadı. Elleri battaniyenin ve yıldızların altında birbirini buldu. Kadının teni sıcaktı. Raphael vücudunu ona yaslar ve ağzı onunkini ararken geceyi sağ salim atlatacak kadar sıcak kalabileceklerini düşündü. Sabahleyin boğazının dibinde o ısının geçip giden bir kalıntısından, Vera’nın öpücüğünün ısrarcı bir hatırasından başka bir şey yoktu. “Bu boşluk ebediyen sürüp gitmiyor,” dedi Cnân. “Sizin haritalarınızdan çıkmış olabiliriz ama Moğol İmparatorluğu’nun sınırlarını gösteren haritaların kıyısına bile varmadık.” “Bu kadar büyük olmasına şaşmamak gerek,” diye yakındı Yasper. “Eğer üzerinde hiçbir şey yoksa bir yere sahiden hükmediyor sayılır mısın?” Eyerinde kaykılan kıvrak simyacı bir parça tuzlanmış eti dalgın bir edayla çiğniyordu. Nehri geçtiklerinden ve Finn’i geride bıraktıklarından beri genellikle kampı toplayan ilk kişi Yasper oluyor ve sıklıkla önden gitmeye gönüllü oluyordu. Cnân ilk başta Feronantus’un Hollandalıdan gelen bu ricayı kabul etmesini tuhaf bulmuştu. Çünkü Yasper onun emrinde değildi ve Feronantus genellikle grubun önünden gitmesi için daha usta izcilerinden birini yollardı. Fakat genç kadın çok geçmeden Feronantus’un stratejisini anlamıştı: simyacı bir şey, muhtemelen doğal bir simyasal kaynak arıyordu.

Yasper sıradışı bir şeye karşı gözünü açık tuttuğu müddetçe yeterli bir izci olacaktı ve böylece Feronantus da diğerlerinin biraz dinlenmelerini sağlayacaktı. Lâkin son zamanlarda Yasper da daha tecrübeli Kalkan-Biraderleri’yle aynı keyifsizliğin pençesine düşmüştü. Griyele’nin izi onları Saraycıka doğru yönlendirmişti, orada daha fazla Moğol askeri olduğu düşünüldüğünde bunda şaşırtıcı bir şey yoktu. Biraz dikkatli davranıp Benjamin’in buluşma mekânı olarak tarif ettiği yere varmışlardı. Kervansaray terk edilmişti, geriye cılız bir ağaç koruluğunun ve incecik bir akıntının yakınına serpiştirilmiş birkaç ateş çukurundan başka bir şey kalmamıştı. Küller soğuktu ve ortalıkta Moğol midillilerine ait çok fazla iz vardı. Grubun o bölgede kalması tehlikeliydi. Oradan ayrılmadan önce Cnân, sanki onları araması gerektiğini bilirmişçesine, tüccarın bıraktığı şifreli bir mesaj, yani ağaçlardan birinin kabuğuna oyulmuş bir dizi işaret bulmuştu. Altı gün boyunca güney doğuya, diyordu mesaj. Kayaya bakın. Hangi kayaya? diye sormuştu Feronantus. Muhtemelen oradaki tek kayaya, diye belirtmişti Raphael. Yasper’ın tüm dikkatini kendi küçük projelerine vermeye ne kadar yatkın olduğunu iyi bilen Cnân simyacının bahsi geçen kayayı bulmadan önce ona toslayacağından şüpheleniyordu. Raphael’in yorumunun son derece isabetli ve muhtemelen grubun ihtiyaç duyacağı tek yönlendirme olmasına rağmen Cnân o kayayı biliyordu. Kaya doğudan batıya yolculuk eden Bağcıların kullandığı yer şekillerinden biri, vahşi doğada mesajların şifrelenebileceği ve diğerleri tarafından alınsın diye bırakılabileceği bir duraktı.

Bağcılardan bazıları tıpkı Cnân gibi geniş bir bölgede seyahat ederdi, ama diğerleri doğup büyüdükleri yerin birkaç günlük yolculuk mesafesinin dışına çıkmazlardı. Diğer soy kardeşlerinin mesajlarını ve talimatlarını hâkimiyet alanlarının sınırlarında alır, o bölgede dolaşmakta daha maharetli oldukları için de oraların yabancısı olan Bağcı’nın görevini onlar tamamlarlardı. Bu sayede mesajlar bilinen dünya boyunca taşınabiliyor ve teslimatın gerçekleştirilmesi garanti altına alınabiliyordu, çünkü soy kardeşleri asla tek bir haberciye bel bağlamazlardı. Bu tarz yer şekilleri İpek Yolu tüccarları tarafından da kullanılırdı. Cnân omzunun üzerinden arkasındaki at ve binici sırasına bir göz gezdirdi. Kendisi bunun gibi çorak arazilerde yolculuk etmeye alışkın olsa da gündoğumundan günbatımına kadar at binmenin diğerlerini iyiden iyiye bezdirmeye başladığını görebilmekteydi. Üstelik önlerinde daha kaç gün olduğuna dair hiçbir fikirleri yok, diye düşündü genç kadın. “Neye gülüyorsun?” diye sordu Yasper. “Hiçbir şeye,” cevabını veren Cnân yüz ifadesine çekidüzen verdi. “Neşemi yerine getirecek ne görmüş olabilirim ki?” “Ben de o yüzden sordum ya,” dedi Yasper. Simyacı oturduğu yerde doğruldu ve çomağıyla atını hafifçe dürterek kadına biraz daha yaklaştı. “Bu yoldan daha önce de geçtin,” diye belirtti. “Söyle bana, hiç tuz kaynağı gördün mü?” “Tuz mu?” “Evet.” Adam ellerini açarak arazide gezdirirmiş gibi yaptı. “Kurumuş bir göl mesela.

Rüzgârın rahatça estiği bir yer.” Cnân bir kahkaha attı. “Bu toprakların her yeri öyledir.” “Hayır hayır. Burası gibi değil. Dümdüz bir alan. Simyacılar öyle yerlere sabkha der.” Cnân omuz silkti. “Bu sözcüğü bilmiyorum,” dedi ama aynı anlama gelebilecek Türkçe bir kelimeyi hatırlar gibi oldu. Sözcüğü çıkarmaya çalıştıysa da hiçbir şey diline uygun gelmedi. “Öyle bir yer de görmedim,” diye itirafta bulundu. “Yazık,” dedi Yasper. “Ben de görmedim.” Cnân tekrar gülümsedi. “Hâlâ vakit var.

” “Biliyorum, biliyorum.” Yasper ellerini salladı ve yanaklarını şişirip uzun bir soluk verdi. “Bu… çöl… sinirlerime dokunuyor. Tariflerimle teselli bulmaya çalışıyorum ama çok az malzemem kaldı; özellikle de şeyden sonra…” Simyacı cümlesini yarım bıraktı ve Cnân onun Kiev’de kaybettiği atını düşündüğünü anladı. Livonyalıların komutanı Kristaps, Kalkan-Biraderleri’yle girdiği dövüşten kaçarken Kalkan-Bakireleri’nin sığınağına ulaşmak için kullandıkları o pis kokulu tünellerden geçmişti. Kuyu evinden çıktığında da Cnân’ın, Yasper’ın ve Finn’in atlarına rastlamıştı. Livonyalı bineklerin üçünü de yanına alarak takip edilmesini güçleştirecek akıllıca bir hamlede bulunmuştu. Yasper’ın asıl derdi atını değil de çok sayıdaki çantasını, kavanozunu ve tozlarını kaybetmekti. Simya malzemelerinin tamamı elden gitmişti. Yasper o zamandan beri stokunu yenilemeye çalışıyordu ve bunda kısmi bir başarı sağlamıştı. Sınır kasabasındaki pazaryerinden Moğol birliğine karşı son derece etkili bir biçimde kullandıkları o kestanefişeklerinin yanı sıra başka temel malzemeler elde etmişti. Bu topraklara özgü, dayanıklı bir bitki türü olan Pelinotuna ilk rastladıklarında da epey heyecanlanmıştı fakat onu günler boyunca öbek öbek gördükten sonra hevesi büyük oranda kırılmıştı. Cnân simyacının tarifleri hakkında çok az şey biliyordu (zaten daha fazlasını bilmek istediği de yoktu) ama anlayabildiği kadarıyla Hollandalının tüm iksirleri, merhemleri, tozları ve bulamaçları dikkatle ölçülmüş iki veya üç temel malzemeden oluşan bir baz kullanılarak hazırlanıyordu. Tuz da o temel malzemelerden biriydi. “Yaratmayı umduğun şey nedir?” diye sordu genç kadın, ilgiden ziyade can sıkıntısından.

Yasper ona hınzırca bir ifadeyle sırıttı. “Altı üstü evrenin sırları,” deyip güldü. “Her simyacı Tanrı’nın dünyayı yaratırken başvurduğu gizli yöntemleri kavrayarak var oluş bilmecesini çözmek ister. Tüm bunlar fazla bir şey gibi gözükmeyebilir,” derken etraflarını işaret etti, “fakat bütün dünya bir dizi karmaşık talimatla yaratılmıştır. Bazı insanlar yaradılışın çetrefilli gizemini anlamak için ömürlerini harcarlar. Mesela Pliny… Onu tanır mısın? Hayır, tabii ki tanımazsın. Dünyanın tabiat ilmi hakkında otuz yedi ciltlik bir kitap yazmıştır. Otuz yedi!” Adamın konuştukça morali düzeliyor, eyerinde daha dik oturuyordu. “Tanrı’nın yarattığı bu dünyanın ne kadar karmaşık olduğunu hayal edebiliyor musun? Farklı parçaların nasıl bir araya geldiğini anlamak istemez misin?” “Bu konuyu hiç düşünmemiştim,” diye itiraf etti Cnân. “Peki sen neden anlamak istiyorsun? Yoksa amacın bir tanrı haline gelmek mi?” Yasper başını iki yana salladı. “Öyle bir şey kâfirlik olur,” deyip cıkcıkladı ve dudakları bir sırıtışla gerildi. “Hayır, bizler gerçekte kim olduğumuzu ve asıl amacımızın ne olduğunu anlamanın peşindeyiz. Eğer dünyanın nasıl yaratıldığını idrak edebilirsek ve tahavvül gücünü, yani bir şeyi başka bir şeye dönüştürme sanatını öğrenebilirsek aynı yeteneği biz de kazanamaz mıyız?” “Hangi yetenekmiş o?” “Tahavvül.” “Taha-ne?” “Yeni bir şeye dönüşmek.” Cnân burnunu kaşıdı.

“Şimdi olduğumuz şeyin ne kusuru var?” Yasper bir gözünü kapatıp genç kadını eleştirel bir şekilde süzdü. “Ne kusuru yok ki?” diye karşılık verdi. Daha en başından sorduğuna soracağına pişman olan Cnân kafasını iki yana salladı ve simyacının dikkatini dağıtacak boş bir umutla ufku taradı. Yasper bu tek taraflı sohbete gittikçe ısınıyordu ve genç kadın konunun daha da kafa karıştırıcı bir hal alacağından çekiniyordu. “Bak,” dedi, eyerinde doğrulup parmağıyla göstererek. Sesinde bir heyecan tınısı duymak onu utandırmadı. “Şurada!” İleride ince ve siyah bir suret, bomboş gök kubbeyi dürtmek için yukarı doğru uzanan bir parmak misali düz zeminden yavaşça yükseldi. Suret yağmurun yumuşattığı topraktan çıkmaya çalışan bir solucan gibi kıpır kıpırdı. “Atlı!” diye diğerlerine seslendi Cnân. Yasper da ellerini gözlerine siper ederek eyerinde doğruldu. Adam ısı dalgasına bir müddet baktıktan sonra eyerine geri oturdu ve omuzlarının çöküklüğü Cnân’a her şeyi anlattı. “Gelen Istvan,” dedi Yasper buruk bir edayla. Istvan yaklaşırken Cnân da simyacının gördüğünü doğruladı. Macar yalnızdı. Fakat genç kadını asıl ürperten şey Istvan’ın önlerinde oluşuydu.

Peki Griyele nereye gitti?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir