Neal Stephenson – Mongoliad 1

Cnân taş manastırı çevreleyen açıklığın hemen dışında durarak çömeldi. Kadın kuzeyin gür ormanlarında nasıl sessizce ilerleyeceğini biliyordu ve ıssız harabelere dallardaki bir esintiden ya da geçen yılın yaprakları altında gezinen böceklerden daha usulca yaklaşmıştı. Cnân dalgalı sabah sisinin arasından kuzeyindeki manastır harabesini seçebiliyordu. Ek binaların yıkık ve çatısız duvarları, kırık bir eğri şeklinde ana harabelerin güneyine doğru uzanıyordu. Bir zamanlar keşişlerin muhtemelen sebze yetiştirdikleri yerde huş ağaçları ve birkaç genç meşe büyümüştü. Açıklığın geri kalanı kısa süre önce açılmış patikaların böldüğü çimenlerle ve dikenli çalılarla doluydu. Yabani otların bürüdüğü bir mezarlığın taş çitinin hemen ötesine dört tente kurulmuştu. Cnân bir kamp bulmuştu; buna şüphe yoktu. İyi de kimin kampını? Kahvaltısını toplayan bir ağaçkakanın uzaklardan gelen takırtıları daha yakından ve yüksek sesle çıkan çelik çınlamalarıyla bölünüyordu. Zaten kadının dikkatini çeken de bu doğaya aykırı ses olmuştu. Cnân bu kadar yakındayken konuşan adamların -hem de çok sayıda adamın- sesini duyabiliyordu, ama henüz manastırın yeni misafirlerini görebilmiş değildi. İki gün evvel bir grup kara kemik Moğol, geyik kovalamasına onu bu gür ormanın sınırına kadar kovalamış, ormana varınca da atlarını durdurup bozuk bir Türkçeyle sövmüş ve ağaçlara ok yağdırmıştı. Bozkırlarda yetişmiş bu savaşçılar güçlü midillilerini ne dörtnala koşturabildikleri ne de çabucak çevirebildikleri sıkışık koruluklara girmekten hiç hazzetmezlerdi. Ormanda yolculuk etmek yavaş olsa da iç kesimleri hâlâ güvenliydi. Gündönümünün hemen sonrasındaydılar; Ongun olarak bilinen aşağılık Han’ın buradan yalnızca birkaç kilometre uzaklıktaki Legnica’da Hıristiyanlık Âlemi’nin ordularını yenmesinin üstünden üç ay, dünyaya meydan okumasından beriyse bir aydan biraz daha fazla zaman geçmişti.


Cnân soluna doğru kayarak yaşlı bir meşenin arkasına geçti. Kendisine yol göstermesini istercesine ağacın kabuğunu hafifçe okşadı, sonra da eski bir Bağcı duası ederek parmaklarını gözlerinin önünden geçirdi. Sis şimdiden dağılmaya başlamıştı; Cnân bekleyebilirdi. İyi eğitimli bir usta, bu topraklarda sabırlı davranmayı bilirdi. Kadının kulağına karşılıklı bir konuşmanın, ne bu sabah başlamış ne de yakın bir zamanda bitecekmiş gibi gelen bir tartışmanın bölük pörçük sözleri çalındı. Cnân bir süredir duymadığı ve çocukluğundan beri de konuşmadığı Latincenin ritimlerini hemen tanıdı. “—bakışını gevşet.Yalımın nerede olduğunu biliyorsun. Ona bakmayı bırakırsan—” “—gözlerini yumma! Ha öyle yapmışsın, ha kılıcını yere atmışsın. Akılsız bir kuzu musun sen?” “—rakibinin yalımını seyredersen çok geç kalmışsın demektir. Gözlerini göremiyorsan niye—” [1] [2] Bir taş atımından daha kısa bir mesafede yaşı yirmiyi geçmeyen ve beyaz denebilecek kadar açık sarı saçları olan bir delikanlı kendisinden yaşlı bir adamla karşı karşıyaydı; iri kıyım, yara izleriyle kaplı bir kızıl. Her ikisi de kocaman birer savaş kılıcı taşıyordu ve tekrarlayıp durdukları idmanları keşiş giyimli bir adam tarafından gözlemleniyordu. Bu adamlar büyük ihtimalle Kalkan-Biraderleri’nin şövalyeleriydi; bulmak için görevlendirildiği adamlar. Şöhretlerinde doğruluk payı varsa Han’ın alışılmadık davetine günler içinde cevap vermeleri işten bile değildi. Kalkan-Biraderleri dört bir yana dağılmışsa da oradan sadece birkaç günlük yolculuk mesafesindeki Petraathen’de, yani Kraköw’un güneyindeki dağlarda bulunan kadim bir dağ kalesinde bir kolları mevcuttu.

Moğollarınkinin tam zıttı olan içgüdüleri gereği kamplarını ormanda kurarlardı ve anlaşılan izcileri çok uzun zaman önce terk edilmiş bu eski manastırı bulmuştu. Cnân’ın gözünde bir pagan tapınağına benzeyen manastır, ona yeraltı mithraeum’larını, yani halkının bir zamanlar esrarengiz ayinlerini düzenlediği gizli tapınakları hatırlatıyordu. Asıl maksadı her ne olursa olsun harabe doğaçlama bir dernek evine, Legnica’daki kanlı cenk meydanının ve Ongun’un oraya kurdurttuğu kokuşmuş çadır kentin civarını keşfederlerken bu şövalyelerin bekleyip idman yapabilecekleri bir sığınağa dönüştürülmüştü. Mezarlık duvarının arkasından demir kın renkli iri bir aygıra binen bir atlı çıktı. Cnân adamın taşıdığı, bir böcek bacağı gibi şeritli ve eklemli olan Moğol tarzı yayı görünce irkildi. Fakat adam bir Moğol değildi; saçları uzun, gür ve kahverengiydi; sivri burnunun altından gür bir bıyık sarkıyordu. Adam atını döndürüp ek binaların kıvrımı boyunca dörtnala koşturdu, sonra tekrar yön değiştirerek otların arasında gidip geldi. Cnân adamın ilk bakışta amaçsız görünen hareketlerinden hiçbir anlam çıkaramadı; tâ ki okçuluk antrenmanı yaptığını anlayana dek. Adam, hedef teşkil edebilecek bir şeyi gözüne kestirdiğinde bazen onun yanından dörtnala geçerken, bazen ondan uzaklaşırken, bazen de atını aniden durdurup sabit dururken ona bir ok atıyordu. Cnân bu şövalyeleri yalnızca namlarından tanımasına rağmen binicinin Moğolların gücünden zarar görmüş, yaşadıklarından ders çıkarmış ve silahlarını kabullenip onlara uyum sağlamış biri olduğunu kestirebiliyordu. Açıklığın daha ilerisinde, dağılmakta olan sis perdesinin arasından ve bir yemekhanenin yıkık duvarlarının üzerinden genç bir adamın yere dikilmiş bir ağaç kütüğüne kılıcıyla vurduğu, aynı hamleyi tekrar tekrar yaptığı görülüyordu. Onun yakınlarındaki iki kişi yontulmuş, uzun tahta değneklerle karşılıklı dövüşürken başka biri de etraflarında geziniyor, gerektiği hâllerde yana çekiliyordu. Cnân’ın solunda kalan körpe bir meşe ağacının yeşil gölgelerinde, kısmen çürümüş kütüklerin birleştirilmesinden oluşturulmuş bir masada iki adam oturuyor, eğri büğrü pirinç maşrapalardan içki içiyordu. Her ikisinin de kısa kesilmiş, koyu renk saçları vardı. İçlerinden birinin koyu renkli bir sakalı ve onunla uyumlu koyu gözleri vardı.

Bir tür Süryani, diye düşündü Cnân. Adamın Suriye kökenli olduğu giysilerinin kesiminden de anlaşılıyordu. Daha yuvarlak bir surata ve parlayan solgun gözlere sahip deli dolu diğer adamsa ellerini tedirgince ovuşturarak koyu gözlünün tasvip etmeyeceğini bildiği bir planı açıklamasına kısa kısa bir şeyler fısıldıyordu. Sonuçta, Cnân’ın görebildiği kadarıyla dokuz kişiydiler. Güçlü bir ekip olmalarına rağmen çoğunlukla gençtiler. Ayrıca genellikle bir arada rastlanacak tipte adamlara benzemiyorlardı. Bu ya iyi ve beklenilen bir durumdu, ya da çok ama çok kötüydü, zira Kafatasları Diyarı’nda, yani Moğol güruhlarının geçişiyle harap olan bu bölgede en farklı başıboşları bir araya getiren şey çoğunlukla ya çaresizlik ya da kötü niyet olurdu. Yine de bunlar Cnân’ın bulması için gönderildiği kişilere benziyorlardı. Ordo Militum Vindicis Intactae şimdilerde Hıristiyan olduğunu iddia ediyordu; o nedenle bir manastırın yakınlarında saklanmak onlar için doğal bir davranıştı. Yine de eski günlerde Petraathen Şövalyeleri’nin cenk ederek ölen savaşçılara ahirette ne gibi mükâfatlar verileceğine dair tuhaf fikirler besleyen bir ölüm tarikatına mensup olduğunu anlatan hikâyeler de mevcuttu. Eğer söylentiler doğruysa bu biraderler kahraman ve mukaddes ölülerle aynı toprakları paylaşmaktan huzur duyuyor olabilirlerdi. Cnân çömeldiği yerden manastırın ot bürümüş mezarlığına tahminen bir buçuk asır evvel dikilmiş yedi tane büyük, granit Haçlı Şövalyesi hacı sayabiliyordu. Cnân küçük bir dal parçasıyla dişlerini karıştırdı, sonra da dizleri üstüne çökerek sessiz nefes, sessiz yürek alıştırması yaptı. Gizliliğine güveniyordu ve fark edilmeksizin seyretmekten hoşnuttu. Daha doğrusu başının arkasında bir hışırtı duyana kadar öyle düşünüyordu.

Bir tınlama ve bir ıslık geldi, sonra bir şey ayaklarını yerden keserek başını yandaki ağaca vurdu. Kadının kafatasının içi bir çan gibi çınladı. Cnân can havliyle elini arkasına attı ve düzgün, uzun bir ok sapını yokladı. Geniş başlı bir ok, pelerininin kukuletasına saplanmış ve onu yaşlı bir huş ağacının gövdesine mıhlamıştı. Cnân pelerinini çekip kurtarmak için çırpındı. Moğollardan kaçarak geçirdiği iki yıl ona daha iyi hedeflenen başka bir okun çok yakında yola çıkacağını ve en iyisinin giysiyi geride bırakarak oradan kaçmak olacağını öğretmişti. Lâkin bir ses -annesininkine benzeyen, fakat uzaklardan ve kederli gelen bir ses- âdeta kulağına konuştu: “İlk okun zamanlaması da, hedeflemesi de kusursuzdu.” Cnân hemen anladı. Elini indirdi. Okçu tam da niyetlendiği şeyi gerçekleştirmişti. Adam muhtemelen Cnân daha oraya varmadan önce etrafı dolaşmak, korumak ve gözcülük yapmak amacıyla kampı terk etmişti. Kaçmak faydasızdı. Cnân’ın karşısındakiler ne Moğollar, ne onların çakalları, ne de eğitimsiz haydutlardı. Bunlar ormanlarda doğup büyümüş adamlardı. En ufak bir yanlış hareketinde o ikinci ok yeşil dalları yarıp gelebilir ve omuriliğini parçalayabilirdi.

Cnân kendini sakinleştirdi. Gözleri çok yakından gelen belli belirsiz hışırtılardan tarafa seğirdi. Ağaçların arasında en az iki adam tarafından takip edilmişti: sağındaki hâlâ göremediği okçu ve o sırada arkadan yaklaşan iz sürücü. Her iki adam da çok büyük ihtimalle kamptan kimselerdi ve ormana nöbetçi olarak dikilmişlerdi. Arkasındaki avcı daha rahat hareket etmeye başlayarak epey ses çıkarttı; fakat hem ağaca mıhlanmış pelerinin kukuletası, hem de başının ortasındaki ayrımdan kalın bir perde gibi dökülen çamurlu siyah saçları yüzünden ne Cnân onu, ne de o Cnân’ı görebiliyordu. Adam ihtiyatla kadının etrafından dolandı ve nihayet karşısına geçtiğinde bir süre birbirlerini tarttılar. Cnân, Rutenyalıların topraklarında yaptığı uzun yolculuk sırasında yabani görünümlü bazı kimselerle karşılaşmıştı; fakat tepeden tırnağa öldürmüş olduğu şeyleri giyen, ayı postu kadar kalın ve keçeleşmiş bir sakalı olan bu adam yarı hayvana benziyordu. Üstünde el örgüsü hiçbir şey yoktu; belli ki kadınsı sanatlar ona göre değildi. Kenarları güneşten kırışmış yeşil gözlerinde yaşından genç bir parıltı mevcuttu. Adamın kendisi hakkında ne düşündüğünü tahmin etmesine gerek yoktu, çünkü onları açık açık duyurdu. Kullandığı dil yabancı da olsa bazı sözcükleri tanıdık kökenlerden geliyordu. Cnân “kadın,” “Moğol” ve “casus” ifadelerini tanıdı. Son kelime gerçek adının Tokariya dilindeki telaffuzuna çok benziyordu. [3] [4] [5] Cnân adamın az buçuk anlayabileceği kelimelerle inkârda bulunabilirdi; fakat içinde sözcük barındırmayan çok daha etkili lisanlar vardı. Cnân omuzlarını silkerek pelerininden kurtuldu, dimdik doğruldu, alaycı bir sesle burnundan soludu ve adama dik dik baktı.

Davranışı adamın suratına bir tokat gibi indi. Avcı irkilerek yarım adım geri çekildi, sonra da sahte bir sendelemeyle toparlandı. Yeşil gözleri artık için için gülüyordu. Sağına göz atıp sessiz sohbetlerine üçüncü bir kişiyi daha ekledi: yayının ucuyla bir dalı yolundan çekerek yanlarına yaklaşan okçuyu. Bu Cnân’ın yıllardır, hatta belki de ömrü boyunca gördüğü en uzun boylu adamdı. Hıristiyanlığa mensup insanların bozkırlardan gelenlere kıyasla daha iri kıyım olduklarını bilirdi ama bu adam dev gibiydi; kendi ırkı arasında bile. Saçları ve sakalı kızılımsı sarıydı. Yakışıklı değilse de yüzünde saygıyı gerektiren bir kuvvet vardı. Adam Cnân’ı birkaç saniye boyunca süzdü, ardından hâlâ gevrek gevrek gülmekte olan avcıya doğru döndü. Aralarında “Moğol” ile “casus” sözcüklerinin birkaç tekrarını içeren duraksamalı bir konuşma geçti. Dilleri Cnân’ın kulağına aynı gelse de gerçekte farklı olmalıydı, zira birbirleriyle pek de iyi iletişim kuramıyorlardı. Birkaç yanlış anlamanın ardından okçu Latinceye geçti. Fakat avcı başını iki yana sallayıp ellerini kaldırmakla yetindi. Belli ki idareyi ele almanın vakti gelmişti. “Benim adım Vaetha,” diye yalan söyledi Cnân, Latinceyle.

Annesinin ikinci dilinin sözcükleri ağzından şaşırtıcı bir kolaylıkla döküldü. “Doğu’nun uzak diyarlarından Hıristiyanlık Âlemi’ne haber getirdim. Bu haberi tarikatınızın efendisine vereceğim. Lütfen beni ona götürün.” Avcı başını yine sağa sola salladı, sırıttı, sonra da dönüp aheste adımlarla yerleşkeye yollandı. “Kıpırdama,” diyen okçu bıçağını çıkardı. Etrafından dolanarak ihtiyatla Cnân’a yaklaşırken parlak gözleri kısıktı. Pelerinin kukuletasını kabaca keserek oktan ayırırken kumaşı yırttı. Anlaşılan okun demir başı daha önemliydi ki pelerinin işi bitince ağaç kabuğunu sıyırdı ve ok başını bir cerrah hassasiyetiyle ağaçtan çıkardı. “Adım Raedwulf,” diyen okçu pelerini kadının ayakları dibine attı. “Sen ne biçim birisin ve niye Latince konuşuyorsun?” “O Bağcılardan,” diye ağaçların arasından konuştu boğuk ve derinlerden çıkan yeni bir ses. Cnân hızla o tarafa döndüğünde az önceki yaşlıca adamın sessizce yanlarına gelmiş olduğunu keşfetti. Adamın üstünde Hıristiyan keşişlerinin cüppesi vardı. Buruşuk ve çökük yüzü onu en az altmış yaşında göstermesine rağmen yaşlılık beraberinde nahiflik getirmemişti. Adam onu ciddiyetle incelerken elini göğsüne götürdü ve parmaklarıyla göğüs kemiğinde ritim tuttu.

Metalik bir şıkırtı, yıpranmış tuniğinin altında bir hauberk olduğunu belli ediyordu. Tüm bu hareketlilik, değneklerle birbirine vuran gençler de dahil olmak üzere açıklıktaki herkesin dikkatini çekmişti. İkili sahte düelloya ara verdi, birbirlerini selamlayıp el sıkışmaya zaman ayırdı ve sonra da ağır ağır Cnân’dan tarafa yürüdü. Binici eşkin adımlarla onların yanından geçti ve koruluğun hemen kenarında atını durdurdu, ardından yaşlı adamın arkasına sokuldu. Cnân’a tepeden bakarken dev bıyığı sanki kadın az önce baldırından çekip çıkardığı şişkin bir keneymişçesine tiksintiyle seğirdi. “Bir Moğol!” diye ilan etti. Yaşlı adam arkasına dönmeden ona karşılık verdi. “Hayır Istvan. Doğru, elmacık kemikleri onlarınkine benziyor; ama gözlerine daha yakından bak.” [6] “Öyleyse ya haydut ya da mezar soyguncusu. Her halükarda öldürün gitsin.” Istvan adlı binici Cnân’ın ayaklarının yakınına tükürdü, aygırını ustaca çevirdi ve yine eşkin adımlarla oradan uzaklaştı. Yaşlı adam biraz daha yaklaştı ve Cnân’ın önünde eğilerek yırtık pelerini yerden aldı. Korkusuz, kibar ama hiç de mütevazı olmayan bir tavırla onu kadına uzattı. “Benim adım Feronantus,” diye kendini tanıttı.

“Skjaldbroeöur’danım.” Adam KalkanBiraderleri’nin daha yeni olan Hıristiyan adını değil de Kuzeylilerin dilindeki eski bir tanesini kullanmıştı. “Ben Vaetha,” dedi Cnân. “Sizin de hükmettiğiniz gibi bir haberciyim.” “‘Gören kişi,’” diye tercüme etti Feronantus. “Tokariyacadan. ‘Casus’ kelimesinin bir cinası. Tabii ki ismin konusunda yalan söylüyorsun, o kadarını bekliyoruz. Ama bana güvenip de gerçekten kim olduğunu söyleyene kadar Vaetha işimizi görür.” Cnân adamın sabit bakışlarına karşı koymak için elinden geleni yaptıysa da başaramadı. “Gel,” dedi Feronantus. Kadına sırtını dönüp oradan uzaklaştı. Cnân onun peşinden yerleşkeye doğru gitti. Dev okçu Raedwulf da kıymetli okunu sıkıca tutarak ve sanki efendisinin huzur verici dokunuşuna ihtiyacı olan bir canlıymışçasına tüylerini okşayarak ikiliyi takip etti. Cnân önünden geçerken sarışın delikanlı onu şaşkınlıktan dili tutulmuş bir şekilde seyretti, sonra da hızla diğerlerine doğru döndü.

Adamlar delikanlının şaşkınlığına kahkahalarla güldüler. Postlu savaşçı öne eğilip yumruk yaptığı elini sarışının apış arasına doğru uzattı. “Taşaklarını kesip atabilirdi,” diye oğlanı payladı. “Bu çok büyük bir kayıp olmazdı tabii!” “Onu gördünüz mü?” diye sordu oğlan, sertçe. Bir enik gibi yan yan yürüyerek Feronantus’un peşine takıldı. “Bana Haakon derler,” dedi Cnân’a hitaben. “Adın nasıl telaffuz ediliyor demiştin?” Anlaşılan daha önce hiç koyu tenli bir kadın görmemişti. “Zahmet etme,” dedi Feronantus. “Sen onun ağzından dürüst bir söz alana kadar o çoktan gitmiş olacak. Ayrıca yeminini de unutma.” Delikanlının aciz şaşkınlığı Cnân’ı tiksindiriyordu. Feronantus kadim okuldan olabilirdi, fakat diğerleri -Süryani görünümlü adam, köy birasıyla dolu maşrapalarını ellerinden bırakmayan ikili, değnek sallayan bıçkın gençler, şu arsız bakışlı sarışın- annesinin çelik ve şan dolu öykülerine hiç de yakışmayacak derecede hırpaniydiler. Petraathen savaşçı-keşişlerinin zor günler geçirdiği her hâllerinden belliydi. Belki de Cnân’ın getirdiği haberler tüm bunları değiştirirdi.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir