Neal Stephenson – Mongoliad 2

Mabet ile zaviyenin diğer iki binası, La Verna’nın zirvesinin yakınındaki alacalı, kayalık bir sırt boyunca inşa edilmişti. Pürüzsüz, bazalt yükselti iki yatakhaneden birinin arka duvarını teşkil etmekteydi. Taşların düzensizce üst üste yığılmasıyla oluşturulmuş bir çit küçük bir bahçenin sınırlarını belirliyor, esasen kaprisli rüzgârın gübreyi çalmasını önleyen eğreti bir engel vazifesi görüyordu. Birçok keçi ve tavuk amaçsız bir şekilde etrafta dolanıyordu. Keçiler, kalın kürkleri sayesinde dağ zirvesinin kayalık arazisi boyunca esen rüzgârdan pek de rahatsız olmuyordu. Zaviye Ordo Fratrum Minörüm, ya da kendilerine verdikleri isimle Fratricelli tarikatına mensup yarım düzine rahibi barındırmaktaydı. Dağ, yıllar önce tarikatın itibarî lideri Assisili Francis’in verdiği doğaçlama vaazlardan birine tanıklık etmiş olan Chiusi Kontu’nun hediyesiydi. Kont o gün Francis’in konuşmasından öylesine etkilenmişti ki araziyi oracıkta bağışlayıvermişti. La Vema ıssız bir yerdir, demişti Francis’e, ve dağın alt kısmını kaplayan sık ormanı tırmandıktan sonra zirvenin çıplak kayaları arasında bir insanı besleyecek fazla bir şey bulunmaz. Bu hediye çoğu kimse için rencide edici bir bağış olurdu; fakat Assisili Francis ile onun Fratricelli rahipleri Tanrı’yla maldan mülkten uzak bir ilişki içerisindeydiler. Bu bakımdan La Verna’nın zirvesindeki zaviye onlar için biçilmiş kaftandı. Kontun emrindeki yerel zanaatkarlar tarafından inşa edilmiş binaların haricinde dağın tepesinde değerli hiçbir şey yoktu. Toskana kırsalının baş döndürücü bir panoramasını içeren manzara etkileyici olmasına ve Tanrı’nın becerisinin muhteşem güzelliğini daima hatırlatmasına rağmen gelip geçiciydi. Hacılar bu görüntüye hayran olurdu, hatta bazıları arazinin muazzamlığını şarkılarla ve sanat eserleriyle yakalamaya çalışırdı. Lâkin La Verna’nın zirvesine yapılacak bir gezinti aşağıdaki vadide yaşayan yerel halkın gündelik işlerine hiçbir katkı sağlamazdı.


Evlerine ruhlarını tazelemiş olarak dönebilirlerdi ama elleri boş kalırdı. Onlar Fratricelli rahipleri gibi sade bir yaşam aramıyor, tam tersine her gün ondan kaçmaya uğraşıyorlardı. Fratricelliler vadiye pek sık inmedikleri gibi bu uzun yolculuğa göğüs gerecek fazla ziyaretçiyle de karşılaşmazlardı. Düzenli denebilecek aralıklarla gelen tek kişi Piro, yani alışkanlık icabı yanında kısıtlı bir erzak karışımı getiren sıska bir keçi çobanıydı. Piro’nun başka biriyle çıkageldiği ender zamanlarsa rahipler arasında bir kutlama sebebiydi. Çünkü keşişlerin maldan mülkten sakınmaları, arada sırada doğru düzgün bir yemekten zevk almadıkları anlamına gelmiyordu ve ziyaretçilerdeki bir artış aşağıdaki köyden gelen taze erzaklarda da doğru orantılı bir artış demekti. Keşişlerin kutlama yaptıkları bazı kutsal günler mevcuttu ve o günlerde Fratricelli rahipleri Piro’nun ziyaretini dört gözle beklerlerdi. Haçın Vecdi Şöleni’nden [1] önceki sabah keşişler uçurumun kenarına tutunan yaşlı çam ağacının yakınında gezinmek için bahane aramaya başlarlardı. Keşişler oraya gelmeden yıllar önce üst yarısına bir yıldırım düşmüş olan ağaç onlara hiç gölge sağlamasa bile hem dikkate değer bir abide, hem de patikaya bakan kullanışlı bir gözetleme noktasıydı. Binalar kurulduğundan beri zaviyede yaşayan Leo Birader artık genç biraderlerinin hevesine fazla ilgi göstermemekteydi; fakat bu sıcak eylül sabahında bahçenin zorlu toprağında çalışırken yavaş yavaş keşişlerin tümünün ağacın etrafında toplandığını fark etti. Leo Birader çapasını bırakıp gruba katıldığında yalnızca Piro’nun görülmekle kalmadığını, yanında bir de yol arkadaşı getirdiğini öğrendi. Keşişler kendi aralarında diğer ziyaretçinin kimliğine dair heyecanlı tahminlerde bulunmaya başladı. Onları dinlerken Leo Birader’in aklına Torto Nehri’nin yakınlarındaki köhne binanın, yani Francis’in müritlerine katıldığı yerin çevresindeki çalılıklarda cıvıldaşan sığırcık sürüleri geldi. İçlerinde gözleri en keskin olanlar, yani Cotsa ile Nestor, her iki yolcunun da birer sırt çantası taşıdığını şimdiden tespit etmişti. Leo Birader diğerlerinin gevezeliğini dalgın bir keyifle dinledi.

Zaviyenin ıssızlığının verdiği sükunete alışmıştı; medeniyetin hazlarıyla yapılan geçici oynaşmalara bu gençler kadar özlem duymuyordu. Rahiplerin çoğu Francis Birader’in Emri’ne [2] bir mevsimden daha kısa bir zamandır uyuyordu. Beklenmedik bir ziyaretçinin gizemi ve de fazladan erzak bulma ihtimali onları yakışıksız bir zevzekliğe sevk ediyordu. Yine de onları suçlayamazdı; tarikatın Papa tarafından resmi olarak tanınmadan önceki ilk yıllarını ve hoşgörüsüz ibadetlere verilen her türlü aranın ne büyük bir şevkle kucaklandığını hâlâ hatırlıyordu. “İşte,” dedi Cotsa Birader. Uzun boylu keşiş diğerlerinin kafaları üzerinden işaret edince tüm lakırdı kesildi ve Fratricelliler dikkatlerini patikaya verdi. Kayalık geçitten ilk önce Piro çıktı ve bir araya toplanmış keşişleri görünce gülümseyip el salladı. “Hey, Piro!” diye seslendi Cotsa. Leo Birader, tarikatın geleneksel selamının gelişigüzel bir biçimde es geçilmesi karşısında kaşlarını çattı. Diğerlerinden bazıları da aşağıdakilere seslenerek gelen ikili zaviyeye ulaşmadan evvel kolayca cevaplanamayacak sorular yöneltti. Kayalık geçitten çıkan yabancı duraksayıp kısa bir süreliğine keşişlere baktı. Başında hem eskiliğinden hem de havanın sıcaklığından dolayı iyice sarkmış bir şapka vardı. Tuniğiyle pantolonu da en az onun kadar basit ve yalındı. Yıpranmalarına rağmen hâlâ sağlam olan çizmeleri ayaklarına ve bacaklarına iyice oturuyordu. Adam omuz askısında bir kılıç taşıyordu ve kalçasına dayalı bir kının varlığına alışkın birinin o tecrübeli rahatlığıyla duruyordu.

Teni Leo Biraderin cildinden daha koyuydu ve yüzünde özenle kesilmiş bir sakal mevcuttu. Leo Birader adamın iki düzineden fazla kış görmediğini tahmin ediyordu, yine de duruşunda hem bilgeliği hem de yaşının ötesindeki bir acıyı gösteren bir şeyler vardı. “Tanrı sizden huzurunu esirgemesin,” diye yabancıya Latince seslendi Leo Birader. Sonra da nezaketi elden bıraktıkları için yanındaki Fratricellilere dik dik bakarak onları sessizce azarladı. Yabancı başının kaldırırken bir elini güneşe siper etti. “Sizden de esirgemesin,” diye cevapladı. Leo Birader boynunun yanını kaşıdı. Adam çabuk ve kendinden emin bir dille karşılık vermişti, Latincesi zarif olmasına rağmen Leo’nun çıkartamadığı bir aksana da sahipti. Sanki Ordo Fratrum Minorum’un selamı ona yabancı değildi, ama tepkisi geleneklere pek uygun sayılmazdı. Platoya ulaşan Piro sırt çantasını tozlu toprağa bıraktı. “Selam kutsal kişiler,” diye seslendi genç keçi çobanı. “Yanımda biraderlerinizden birini getirdim.” “Bizden biri mi?” diye sordu Mante Birader. Grubun en uzun boylusu oydu ve bu özelliği genellikle onu konuşmacı kılardı. “Bu nasıl olur Piro? Hiçbirimiz kılıç taşımayız ki.

” “O bir… şeye mensup.” Piro dik patikanın son birkaç adımında zorlanan yol arkadaşına destek olmak için elini uzattı. “Neydi adı?” Genç adam uzatılan eli kavrayıp kendini yukarı çekti. “Bir Ordo,” diye açıkladı. Kısa bir süreliğine ellerini nereye koyacağını bilemezmiş gibi sırt çantasıyla oynadı. “Ben Akkalı Raphael. Beklenmedik ziyaretimi bağışlayın. Piro bana yolu göstereceğini söyledi ve anlaşılan öyle de yaptı. Hem de gayet başarılı bir şekilde.” Delikanlı biraz tıknefes olmasına rağmen bunu iyi saklıyordu. “Hangi tarikatın üyesisin?” diye sordu Cotsa Birader, heyecandan doğan nezaketsiz bir acelecilikle. “Belki de misafirimizi biraz dinlenip tırmanışın yorgunluğunu üstünden attıktan sonra sorgulasak iyi olur,” diye belirtti Leo Birader, diğer Fratricellilerin edepsizliğinden utanarak. “Hayır, hayır. Sorun değil,” dedi delikanlı. “Sizler Ordo Fratrum Minorum’dansınız, değil mi? Yani Assisili Francis’in müritleri?” Keşişlerden bazıları cevaben kafa sallayınca, “Ben de Ordo Milites Vindicis Intactae’ye mensubum,” diyerek sözlerini sürdürdü.

“Gördünüz mü?” dedi Piro, Latinceye hâkimiyetinden gurur duyarak. “Ordo.” “Hayır Piro,” dedi Raphael, elini rehberinin omzuna koyarak. “İkisi aynı şey değil.” Özür dilercesine keşişlere baktı. “Karışıklık için üzgünüm. Piro çok yardımcı oldu ve korkarım ki ben de onun hevesinden istifade ettim.” “Milites,” diye açıkladı Leo Birader, Piro’ya. “Dövüşen adamlar anlamına gelir, yani askerler.” İsmi tercüme etti. “Bakire Savunucunun Şövalyeleri,” deyip Raphael’in kalçasına dayalı kılıcı gösterdi. “Biz Haçlı Şövalyeleri değiliz. Bunun gibi keskin bir alet bizim işimize yaramaz.” Piro başını kaşıdı. “Haçlı mı?” diye sorup başparmağıyla Raphael’i işaret etti.

“Beşinci mi?” diye ağzından kaçırdı Mante Birader. “Evet,” dedi Raphael. “Aynen öyle.” Haçlı Seferleri’nin sonuncusu olan Beşinci Haçlı Seferi sadece birkaç yıl önce sona ermişti. Daha şimdiden başarısızlıkla sonuçlandığına ve yakında bir yenisinin düzenleneceğine dair Roma’dan haberler gelmekteydi. Roma’nın Levant’taki [3] kâfir Müslümanların varlığına tahammülü yoktu. Raphael’in açıklaması keşişlerin onu bir soru yağmuruna tutmasına sebep oldu ve Leo Birader bile delikanlının cevaplarını duyabilmek için kendini öne eğilirken buldu. Beşinci Haçlı Seferi! Acaba Mısır’da bulunduğu sırada… ? Fratricellilerin hevesi karşısında şaşkına dönen Raphael ses curcunasını bastırmak için ellerini kaldırdı. “Evet,” dedi, keşişler grubundan gelen şaşkınlık ve huşu karmaşası önünde hafif bir utançla başını eğerek. “Evet, Dimyat’taydım,” diye itirafta bulundu. “Francis, din değiştirmesi için Sultan El-Kamil’in yanına vardığında oradaydım.” 1218 DİMYAT “Asılın!” Bezgin bir Frizyeli [4] olan tellalın adı Edzard’dı. Birbirine dolanmış sakallara ve kel bir kafaya sahipti. Sesi Raphael’e bir kayalığı döven dalgaları anımsatmaktaydı. Yürürken topallamasına ve at üstünde otururken canının yanmasına rağmen bir gemideyken kıvrak bir zarafetle hareket edebiliyordu.

O esnada dev sal boyunca bir ileri bir geri volta atarak adamlara avazı çıktığınca uluyordu. “Sakın durayım demeyin, sizi aşağılık taverna yosması çocukları sizi,” diye bağırdı Edzard onlara. “Bu nehir sizden nefret ediyor. Kâfirler sizden nefret ediyor. Tanrı bile güçsüz olduğunuz için sizden nefret ediyor. Asılın!” Frizyeli Haçlılardan, Tapınak ve Hospitalye şövalyelerinden ve de KalkanBiraderlerinden oluşan üç yüz kişilik askeri birlik ıslak hayvan postlarından bir saçak altında toplanmıştı. Dimyat surlarından onlara atılan Rum ateşinden tek korunakları o saçaktı. İki teknenin birbirine bağlanmasıyla oluşturulmuş hantal bir düzenek olan araçları çalkantılı Nil’in azgın sularında ağır aksak ilerlemekteydi. Nehrin onları şimdiye kadar çoktan yutmamış olmasının tek sebebi yüzen kuşatma kulelerinin muazzam boyutu ve de ağırlığıydı. Dimyat şehri, Nil Nehri’nin doğu çatalının doğusuna yayılmıştı. Şehri ele geçirmek Mısır’ın fethindeki kritik bir amaçtı; böyle bir başarı Müslüman topraklarındaki Haçlılara son derece ihtiyaç duydukları bir üs sağlayacaktı. Fakat şehri çevreleyen zorlu arazi saldırıyı güçleştiriyordu. Dimyat kuzeyde, doğuda ve güneyde Manzala Gölü’nün geniş ve tuzlu su lagünü, yani sığ göletlerle değişken çamur birikintilerinden oluşan aşılmaz bir labirent tarafından korunmaktaydı. En ihtiyatlı yöntem batıdan saldırmaktı, ama kalın duvarlara taarruz etmek için askeri bir kuvvetin Nil’i aşması lazımdı. Lâkin son altı haftadır nehir taşkın bir engel olmaktan çıkıp tam bir tabiat gazabı halini almıştı.

Haçlıların imkânları kısıtlı değildi. Mısır’ın çöllerinde bir ordu toplamak için Akdeniz’i geçmişlerdi ve çok sayıda tekne emirlerine amadeydi. Buna karşın teknelerin kaptanları nehre göğüs germeye gönülsüzdü; zira kanalın güvenilmez ve değişken yapısı dışında Dimyat duvarlarının üstündeki mangoneller ile trebuşelerden [5] atılan taş ve ateş yağmuruna da karşı koymak zorundaydılar. Müslümanlar herhangi bir geçiş teşebbüsüne karşı son bir caydırıcı önlem olarak nehri kendi sallarıyla, tekneleriyle ve mavnalarıyla doldurmuştu. Bu filo kentin duvarlarından başlayıp nehirden çıkıntı yapan bir kayalığa çöreklenmiş dar bir kulenin temel taşlarına kadar uzanan çok sayıda ağır zincirle yerine sabitlenmişti. Kulenin altında bulunan adacık batı sahiline yakın olmakla birlikte o kıyıdan bir çıkartma yapılmasına meydan bırakmayacak kadar da uzaktı. Kuleye ulaşmanın tek yolu tekneydi. Nehre kurulu hisara hücum etmeyi deneyen Haçlılar şimdiden birkaç gemi yitirmişti. Tekneler taarruz düzenleyebilecekleri bir konuma geçebilmek için güvenilmez nehirde manevra yapmaya uğraşırken fazlasıyla korunmasız kalıyordu. Hisarın savunucularının elinde bol miktarda Rum ateşi mevcuttu ve Dimyat’ın duvarlarındaki mancınıklar bitmek bilmez bir kaya stokuna sahipmiş gibi görünüyordu. Haçlılar iki ay boyunca kendilerini kalenin duvarlarına attıktan sonra nihayet yeni bir çözüm üretmişlerdi: ya önceki gayretlerinden çok daha büyük bir faciayla sonuçlanacak, ya da esin kaynağı ancak Tanrı olabilecek kadar gözü kara bir çözüm. Yüzen kuşatma kulesi fikri Paderbornlu Oliver’dan, askerden ziyade bir âlim olan uzunince bir adamdan çıkmıştı. Oliver önceki çabaları sessizce gözlemleyip kaydetmişti ve Haçlıların asıl sorununun hisarın üst katı olduğu görüşündeydi. Tekneler saldırı kuvvetlerini hisarın temellerine bıraktığında savunmacıların yapması gereken tek şey aşağıdaki adamları bir Rum ateşi ve ok yağmuruna tutmak oluyordu. Çıkartmayı gerçekleştiren adamlara bir fırsat vermek için Haçlıların öncelikle üst katı ele geçirmeleri gerekiyordu.

Oliver’ın çözümü çift güverteli bir sal, yani adacığa çıkartılabilecek yüzen bir kuşatma kulesiydi. Böylelikle üst güvertedeki askeri kuvvetler eğreti bir köprü indirip doğrudan surlara saldırabilirdi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir