Necdet Pekmezci – Yeşil – Derin Devletin Üvey Evladı

Osmanlı mülkü parçalanıyordu. Mülk peyderpey dağılıyordu. Bir yanda emperyalistler vardı, diğer yanda Osmanlı’yı arkadan vurmaya hazır Arap-Rum-Bulgar-Ermeni vb. isyanları. İşte Teşkilat-ı Mahsusa, Osmanlı mülkünü bir arada tutmak amacıyla(!) kuruldu. İttihat ve Terakki Fırkası’nın kurmay kadroları tarafından kurulan bu örgüt meşrutiyetin ilanında önemli rol oynadı. Birinci Dünya Savaşı’nda emperyalistler tarafından işgal edilen Osmanlı mülkünün her karış toprağında ser alıp ser verdiler. Libya’dan Balkanlar’a, Kafkaslar’dan Mganistan’a mülkün üzerinde yaşayan kavimleri bir arada tutmak için çırpınıp durdular. Teşkilat-ı Mahsusa’nın en gözü kara, en kıyıcı fedaileri silah kuşandı. 19 1 3’teki Babıali Baskını’nda da önemli rol oynadı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ nin iktidar olur olmaz da meşruiyetini resmileştirdi. Teşkilat-ı Mahsusa fedaileri İslam dünyasını Osmanlı etrafında birleştirmeyi amaçlıyordu. Fedailerin tek amacı Osmanlı İmparatorluğu’nu yaşatmaktı. Etnik kökeni ve dini ne olursa olsun, Osmanlı mülkü üzerinde yaşayan herkese yer vardı. Sömürge altında yaşayan Müslüman halklar kendi istiklallerini kazanmalı ve kardeş ülkelerle dayanışma içinde olmalıydı.


“Gizli Teşkilat’ın giderleri Harbiye Nezaretinden ve örtülü ödenekten karşılanıyordu. Teşkilat’ın adı resmi olarak Umur-ı Şarkiye Dairesi ‘dir. Merkezi, Nuri Osmaniye Caddesi, Şeref Sokak ‘ta, Tasvir-i Ejkdr gazetesinin karşısındaki bir binadaydı. Harbiye Nezareti ‘ne bağlı olarak kurulan teşkilat, İttihat ve Terakki ‘nin meşrutiyet öncesi yeraltı çalışmalarının bir ürünü, hatta devamıydı. Kara Kemal’den Yenibahçeli Nail’e, Kuşçubaşı Eşreften Süleyman Askeri’ye, Yakup Cemi/’den Ömer Naci’ye – 1 3 – kadar, cemiyetin pek çok ünlü fedaisi daha sonra Teşkilat-ı Mahsusa ‘da yer aldı. ” Teşkilat-ı Mahsusa’nın yapısı Osmanlı’nın etnik yapısını içinde barındırıyordu. Hepsinin ortak gayesi, imparatorluğu ayakta tutabilmekti. Kafkas kökenli Kuşçubaşı Eşref, Teşkilatçıların bu yapısına dikkat çekerek, “Be� ne Dağıstan rüyalarını gören bir Çerkez, ne Arap ne de Rum ‘dum; ben Türkçe konuşan Müslüman bir Osmanlı’ydım.” diyordu. Fuat Bulca da Teşkilat-ı Mahsusa’nın esas vazifesinin imparatorluğun ayakta kalabilmesi için bağlanılmış olan büyük davaları gerçekleştirecek şahsiyetleri teşkilatiandırmak olduğunu belirterek şöyle diyordu: “Türk İstik/al Savaşı ile ilk fiili neticesini veren, Il Dünya Harbi nihayetinde ise bütün dünyaya yayılan ve sayısı eliiyi geçen müstakil devlet kurdurmuş olan milli uyanışların fikri oluşunda, bizim Teşkilatı Mahsusamız ‘ın büyük h immeti vardır. ” Türkiye Cumhuriyeti 80 yıl sonra yeniden sarsılıyordu. Türkiye’yi 80 yıl sonra sarsan badicenin adı PKK’ydı. 1 984 Eruh ve Şemdinli baskınları, diğerlerine benziyordu. Ülkeyi idare edenler, gaflet ve delalet içinde hareket ettikçe, PKK da bölgede adı konulmamış bir savaşı ilan ediyor, sürdürüyordu. PKK bir kez devlete silah göstermişti.

PKK şiddeti kutsayıp, yakıp yıktıkça savaş da kirleniyordu. Gayrinizarnİ harpte saflar, mevziler el değiştiriyordu. Hatta dağdaki militan bir gecede pişman oluyordu. Bazen tersi de yaşanıyordu. Bölge doğumlu bir asker, tüfeği ve teçhizatı ile birlikte bir gece karanlığa karışıyordu. Soluğu PKK’nın tuttuğu dağlarda alıyordu. Can pazarında canlar alınıyor, canlar satılıyordu. Kıyıemın menşei PKK-Hizbullah veya JİTEM olsa da son değişmiyordu. – 14 – Mülkünü koruyamayan devlet, aşİredere bel bağlıyordu. Aşiretler korucu adı altında silahlandırılıyordu. Komitacılık, kadim coğrafyanın değişmez kaderiydi. Bir süre sonra dağda eşkıya peşinde koşanlar eşkıyalaşıyordu. Mahmut Yıldırım, nam-ı diğer Yeşil de bu süreçte ortaya çıktı. Kimine göre, Teşkilat-ı Mahsusa’nın gözü kara fedaisi Yakup Cem il, kimine göre Kara Kemal’ di. Kimine göre ise “kıyıcı”, “cahş”, “çeteci!” N e denirse densin derin devlet için de PKK için de Yeşil üveydi.

Derin devlet hiçbir zaman Yeşil’ i öz evlatları ile bir tutmadı. Derin devlete göre sırtında üniforması olmayan öz olamazdı. Üvey olan, ne kadar öz olan gibi davransa da vatanı koruyup kollamak adına gözünü budaktan sakınmasa da şüpheliydi! 80 yıl önce Yakup Cem il de Kara Kemal de öyleydi! Yakup Cemil, kurşuna dizildL Kara Kemal, yakalanacağını anlayınca bir tavuk kümesinde intihar etti. Mahmut Yıldırım ise bir ikindi vakti ortadan kayboldu(!) SENi YEŞiL•E VERiRiM! Vicdanlar suskun, insanlık zayi edilmişti. Hükümetler, faili meçhullere akıl sır erdiremiyordu! Cenazelerine ağlayan anaların yüreklerine, hak edilmemiş bir ölümün gerekçesini izah edecek makam ve mevkiler konuşuyordu. Faili meçhullerin yükü ağır, infaz ve tetikçinin korkusu ve kokusu her daim, her vakit, her yerde, her yürekte hissediliyordu. Her surette faili meçhulün ayak izleri görünüyordu. Civanınert Mehmetçikler, memleketin kasabalarında, dağlarında, şoselerinde ölüyordu. Allahuekber Dağları’nda olduğu gibi 80 yıl sonra Gabar’da, Cudi’de, zabitler sapır sapır kırılıyordu. Zap Suyu yine kan akıyordu. Kol, bacak ve göz; sahibini bekleyen mayınların defterine kaydediliyordu. – 1 5 – Yavuklular, eşler ve çocuklar önce Allah’a emanet ediliyor, sonra da kalanlara vasiyet bırakılıyordu. Adı konulmamış bir seferberlikte terleyen künyeler yok hükmündeydi. Sahi olan ölümdü, yaşamak ise efld.r, tasavvur.

Türkiye’nin dağlarını “bir avuç şaki” tutmuştu! Ölüm emri almış infaz timleri, seyyardı; göğüslerde çapraz fışek, kemerlerde bombalar vardı. Silahların dili, susturucuyla daha da kavileştiriliyordu. Mezra ve köy, kasaba ve şehir, boynuncia idam yaftası ile dolaşmaya çoktan alışmıştı. Canlar alınıyordu, canlar satılıyordu. Canı kelime-i şahadetsiz teslim alan da teslim eden de harçlık ve haraç peşindeydi. Ölüm kılıksızdı; korucu ve eşkıya, asker ve zabit insanlıktan çıkıyordu. “Serdengeçtiler” ve “sergerdeler” birbirine karışıyordu. V atansever ve yurtsever sınırda geziniyordu, sınır taşını kan tutuyordu. Türkiye’nin güneydoğusunda zelzele meydana gelmişti. Zelzelenin adı PKK’ydı. Tahribatı, aldığı canlar, yaktığı, yıktığı ocakların bilançosu 1 990’lı yıllarda ortaya çıktı. Devlet, mülkü üzerindeki hakimiyetini yitiriyordu. Dağlar, köy, kasaba ve kentlerin yüreği her tetik düşüşünde kanıyordu. Kalkıp inen namlular ve tetik düşüren parmaklar emri yerine getiriyordu. Devletin, asker ve polisin ezberini bozan boğazlaşma her geçen gün daha fazla cana ve mala mal oluyordu.

Her iki taraf da vurula-vuruşa pratikte, cesaret ve korkaklıklarını sınıyordu. Bağımsız Kürdistan hayalleriyle silaha sarılanlar, bir yandan da devlete; kendi yasalarını “hiçe” saydığı itirazında bulunuyordu. PKK, “Savaş kendi kuralını dayatır” tezini görmezden geliyordu. Türkiye’nin güneydoğusunda “meşruiyet”ini haykırıyordu. Mukatele ya da düşük yoğunluklu müsademe mertebesinde algılanan PKK saldırısına karşı, asker-polis, er ve zabit, sağında solunda “idam fermanı” aranıyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir