Safvet Nezihi – Zavallı Necdet

Haydarpaşa İskelesi’nde on bir numaralı varupdan iniyordum. Akşam, pek yaklaşmıştı. Hava kararıyordu. Güneş hemen hemen batmak üzereydi. Biraz sonra battı. Şimdi güzün alabildiği her yer, siyah bir örtüye bürünmeye başlamıştı. Kalabalık içinden kendimi kurtarıp da iskele üzerinden geçerken; sevdiğim bir çehre gözüme takıldı. Kendi kendime, “Ferudun Necdet” dedim. Sevgili Necdet’in kim bilir, hikâye edecek ne hoş anıları vardır! Yanılmamışım. Kendimi büyük istele üzerine sağ salim attığım zaman eski dostumun, sınıf arkadaşımın koluna girdim. – Nereye, dedim. – Fener İstasyonu’na. – İsabet, vagonda görüşürüz. Biz kalabalık içinden, o sıkıntılı dar yoldan kurtulmak için biraz hızlıca yürüyorduk. İskeleden uzaklaşıp da istasyon yoluna girdiğimizde Necdet Ferudun’un yüzüne baktım.


Beş dakikadır sessiz kalması bana garip görünüyordu. Pekâlâ bilirdim, hatta bundan emindim ki Necdet bu fırsatları kaçırmak istemez. O, kendi hissini, zevkini bilen eski bir arkadaşıyla karşılaşsın da uzun hikâyelerini, âşıkhane zaferlerini anlatmasın! Bu mümkün değildi. Okul sıralarında bulunduğumuz zamandan beri şu zavallının büyük bir merakla, tedavisi mümkün olmayan bir hastalığa yakalandığını bilirdik. Bu merak; aşk hastalığı idi. Ve bu hastalık şundan ibaretti: Meşgul olduğu veya takip ettiği her kadını kendine âşık sanmak. Necdet Feridun; yüzünün güzelliği ile doğanın cömertliğinin büyük bir iyiliğine sahip olmuş şanslı biriydi. Sarı lepiska saçları, küçük, uçları kıvrık bıyıkları, mavi büyük gözleri ile erkek güzelleri arasında ayrıcalıklı bir yer tutmuştu. Hele giyinmekteki zevki, kendisine şıklık açısından büyük bir değer, bir meziyet veriyordu. Maddi yönden de şanslı bulunuyordu. Okuldan çıktıktan sonra Necdet Feridun’u nadiren görebiliyordum. Şişli’de oturdukları için kış mevsimleri bazen Lüksemburg gazinosunun bilardo salonunda, Kongordiya tiyatrosunun sanatçılara has özel salonunda kendisine rastladığım zaman beni şen ve neşeli selamlar, şakalar eder; hikâyelerini anlatmak için eline geçirebildiğine çok memnun görünürdü. Ve işte o zaman duygusal zaferlerini sayar dururdu. Biz de uydurma hikâyeleri lezzetle ve zevkle dinlerdik. Oh! Âşıkane başarıları öyle bitmez tükenmez olaylar ortaya çıkarırdı ki… Necdet; bu sevda sahnelerinde büyük rolleri, fedakârlıkları kadınlara verirdi.

Bir sevgi hikâyesini anlatmaya başlar başlamaz biz hemen anlardık ki, bu yeni aşk sahnesinde de ilk rolü alan Necdet değildir. Aşk, sevda belirtileri ilk defa olarak kız tarafından gelir ve fedakârlığı kız yapar. Yani bütün âşıkane olaylar da kahraman, hep kızlardır, kadınlardır. Kaç kez dinlemiştik. İsmini hatırlayamayacağım milyoner bir İngiliz Mis, Unıon Francaıs balosunda Necdet Feridun’a tesadüf eder, tanışırlar. Mis kendisini sever, o derece şiddetli bir şekilde sever ki gece bütün dansları ona verir. Zarif bir ipekli mavi kurdele ile asılmış olan karnede Feridun Necdet adı beş altı yerde görünür. Bu hâl genç kadını izleyen birtakım erkeklerin dikkatini çeker: – Bu kadar ilgi çeken bu Türk kimdir? Soruları her taraftan tekrarlanmaya başlanırdı. Meraklılar başları ve gözleriyle bu güzel muzaffer âşığı birbirlerine gösterirler. Evet, şimdi çok iyi hatırlıyorum. Necdet Feridun bu Mis hikâyesinin ortasına geldiği zaman başarısından ve o başarının kendisinde, bütün ruhunda ve kalbinde yarattığı gururla gülümserdi. Ve sonra çok memnun bir tavırla başını sallayarak: – Bu tablodaki insanlar, Misin zevk sahibi olduğunu onaylıyorlar ya, bu da başka konu, derdi. Kendisini sevmiş olan kadınlara hak verir onları iyi zevk sahipleri arasına yerleştirirdi. Ve bakışlarını üzerine çekmeye başaramadığı kadınları bu eksikliklerinden dolayı hiçbir zaman affedemezdi, ama bundan dolayı merak etmeye gerek yok. Çünkü Necdet Feridun bu güzel mahluklar içinde öyle hissiz, zevksiz birinin var olacağına mümkün değil ihtimal veremezdi.

Bu Mis hikâyesi pek uzundur. Bunu işite işite artık ezberlemiş gibiydik. Bu genç güzel milyonlar sahibi Mis, o akşam şampanya buharlarının beyninde şiddetli etkileri yarattığı gözlerine aşkın, sevdanın tatlı, pek tatlı mahmurluğunu verdiği bir dakikada… Duygularının coştuğu, en zayıf olduğu anda, bir pembelikle sevda alevleri püskürdüğü bir sırada başını göğsü üzerine koyarak Necdet Feridun’a aşkını ilan ettiği zaman… İşte hikâyenin tam bu can alacak noktasında Necdet Feridun’un ufak bir dudak bükmesi, manalı bir hâli vardı ki bunu en iyi aktörler bile taklitten acizdir. Sonra yine hikâyesine devam eder, söyler, sonsuz fedakârlıklar… Bitmez tükenmez âşıkane teklifler… Önüne, ayakları altına demet demet serpilen aşk, sevda, muhabbet gülleri, çiçekleri… Ve o bu çiçeklerin içinden bazen açmaya yüz tutmuş beyaz bir zambak bazen gonca halinde henüz çıkmamış pembe bir gül halini alır, birkaç defa koklar ve sonra bırakırdı. Çünkü bu pembe güller, bu beyaz zambaklar renklerine, kokularına doyulmayan bu çok güzel, sevimli çiçekler önüne, ayakları altına serpilmeye devam ederdi. Necdet Feridun’un bu durumuna, huyundaki bu tuhaflığa biz bir nevi hastalık gözüyle bakardık. Gerçi o da bir hastalıktı ya… Bir kere anlatmaya başladı mı, artık o Mis hikâyesi bitmezdi. Çok defalar olmuştu, o uzun konuşmalar bizi tiyatroya yetişebilmekten, vaktinde yemek yemekten bile alıkoydu. Fakat o kadar garip hikâyeleri vardı ki… Kocasını terk ederek onunla beraber gitmeyi teklif eden genç madamlar, nişanlısı ile bozuşup kendisine gönül bağlayan güzel matmazeller, onun için bozulmuş evlilikler geri bırakılmış yolculuklar, hazırlanmış ziyafetler, geceler… Bu hikâyelerin her birinde birer (kahraman) var; onlarda tabii; güzellikleriyle ünlü matmazeller, madamlar olacak. Nihayet ufak bir sebep, önemsiz bir olay sonuçta bir hiç için Necdet Feridun onu terk ediverecek… İşte o uydurma hikâyeler böyle son bulurdu. Sözüne son vereceği zaman Necdet Feridun aşkının felsefesini genellikle şu sözlerle sona erdirirdi: – Budala! Hayatımı kendisine adayacağımı zannediyordu. Kadınlar, hakikaten akılsızdır. Haydarpaşa iskelesinden çıkıp da Necdet Feridun’un koluna girerek istasyona doğru yürüdüğümüz zaman aklımdan hep bu eski hikâyeler geçiyordu. Dayanamadım. Kendisine sordum: – Nasıl, yeni bir sevda macerası var mı? – Evet, var, var amma bu pek korkunç… –Tuhaf, dehşet neresinde? – Hele vagona girelim de, hikâyem bu sefer hüzünlü olmakla beraber uzun.

Sonuç korkunç. Ah! Hayal edemezsin! Pek rahatsızım. Aklım, bedenim, bütün varlığım rahatsız… – Görüyorum, biraz bozulmuşsun! Neyin var? – Sinir rahatsızlığına tutuldum. Doktorlar ruhumun acısını duyamıyorlar. O ince noktalardaki yaraları tedavi edemiyorlar. – Adam sende. Merak edilecek bir şey değil! – İşte bu bir söz ki bin birinci defa olarak senden de işitiyorum. Merak edilecek bir şey değil. Pekâlâ! Pekâlâ, amma niçin zavallı insanlardan binlerce halk bu derde, bu acıya tutuluyor? Niçin buna sinir diyorlar? Demek ki bir şey var. Maddi, manevi bir şey var. Evet, var ki tedavisi zor, belki de olanaksız. Ah, anlatamıyorum, anlatamıyorum; kalbimin ince bir damarının koptuğunu, ruhumun bir acı bir keder, bir hüzün perdesi ile örtüldüğünü nasıl bir dille anlatayım? Kime anlatayım? Bence Necdet Feridun’u vagondan içeri iterken o sürekli – Anlatamıyorum ki, anlatamıyorum ki, diyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir