Nevzat Kosoglu – Sehit Enver Pasa

ENVER Paşa Osmanlı son neslinin simgesi idi. Onlar Türk tarihinin belki de en ağır ve zor bir çeyrek yüz yılının sorumluluğunu omuzlayıp hayatlarını, avuçlarındaki bir kor yığını gibi taşıyarak yaşadılar. Başarılı olamadılar; hatta, koca Devlet-i Aliyye onların kollarında can verdi. Ama, Cumhuriyet de onların kollarına doğdu. Ülkücü idiler; her zaman, uğrunda can verecekleri bir iddiaları oldu; coşkun yaşadılar ve gerektiğinde gözlerini kırpmadan ölmesini bildiler… Yüz binlerce şehit veren başka hangi nesil yaşamıştır? Tarih bire bir olayların bütünü değildir; tarihi/hayatı bütünüyle ve tek tek insanlarıyla sadece Allah bilir ve değerlendirir. Biz, geçmişe kırk yönden bakabiliriz ve nasıl bakarsak öyle görebiliriz. Ancak, bu, tarihî akışın ilkeleri olmadığı anlamına gelmez; tarih felsefesi yapanlar boşuna uğraşmamışlardır. Şunu söyleyelim ki, tarihin önemli kavşaklarını, tek tek insanların irade ve kararlarına bağlayarak açıklamaya çalışmak, çok tekrar edilmiş bir saflık olur; ısrar edilirse iyi niyet sınırları zorlanır. Viyana düştü düşecek iken, geriye dönüşümüz, ne Kara Mustafa Paşa’nın hırsı, ne Kırım Hanının ayak sürçmesi, hatta ne de Sobiyeski ordusu ile açıklanabilir… Fazıl Mustafa Paşa’ya Salankamen’de bir kurşun isabet etmeseydi, dünyanın çehresi değişirdi. Görünüşte bu olayları, rüzgârın o günkü esiş hızı ve yönü, Sobiyeski’nin bir gün sonra değil de o gün yola çıkması yahut Kara Mustafa Paşa’nın, Viyana harap olmasın diye hücum emrini geciktirmesi belirlemişti. Halbuki tarihî dönemeçlerin bu kadar sıradan doğal yahut beşerî sebeplere bağlanması bizi doyurmamaktadır ve gerçeğe de uygun değildir. Bütün bu sebep görüntüleri, bu olup bitenler, bizi, perdeledikleri gerçek sebepler üzerinde düşünmeye yöneltmek içindir. Asıl sebepler, o tarihi taşıyan toplumların bütününün sorumluluğunda aranmalıdır. Osmanlı bir anda yangın gibi Söğüt’ten cihan devleti haline yükseldiyse, bunun sebebi, onu kuran milletin, o yükü omuzlayanların ortak varoluşlarında aranmalıdır. Viyana’dan geri döndüysek, sebep yine Osmanlı milletidir; çünkü, bu millet artık, Viyana’yla birlikte bütün Avrupa’nın yükünü içeren bir imparatorluğun yükünü taşıyacak kültürel gücünü kaybetmektedir.


Bu sorumlulukta her Osmanlı ferdinin bir payı vardır. Görünüşteki siyasî ve hukukî sorumluluklar, gene o çerçevede yaptırımlara çarptırılırlar; ama, temeldeki sorumluluğu değiştirmezler. Bu gerçeği, Osmanlı aydınları özellikle ulema, uzun yüz yıllar boyunca bilmeye devam etmiş; ama, gereğini yapamamışlardır. Bunun içindir ki, cephelerden bozgun haberleri geldiğinde, Ayasofya kürsüsünde Şeyh Himmetzâde Abdullah Efendi, “Ümmet-i Muhammed, devlet sahipsiz kaldı; şehir ve kaleler düşman eline düşüp, cami ve mescitler kilise oldu; fiilinizi değiştirin, günahınıza tövbe edin…” diye haykırırken, hiç kimse, cephedeki bozgunla benim günahımın ne ilişkisi var demiyordu. Bu topyekûn sorumluluk içinde, herkesin ayrıca siyasi yahut askerî sorumlulukları vardır; bu sorumluluklar içinde yapılanlar, o topyekûn sorumluluğun gereğini hayata geçirmek için, onun vesileleri olarak çalışır. Bu girişi şunun için yapıyorum ki, İmparatorluğumuzun yıkılışını Enver Paşa ve arkadaşlarının kararlarına bağlamak, ya düşünce yükünden azade hafif tarihçiliktir yahut hangi saikle olursa olsun, politika yaptığını sanmak küçüklüğüdür. Bu tür zaaflardan kurtulur, tarihin bütüncü yorumunda sağlıklı bir çizgi tutturabilirsek, vesilelerin siyasi sorumluluklarını değerlendirmekte de isabetli yargılara varabiliriz. Devlet-i Âl-i Osman’ı kuran da, yaşatan da Türk milleti idi; o, hiç değilse l856 Islahat Fermanına kadar bir millî devletti; hakimiyet Türk’ün, siyasi haklar Müslümanların elinde idi. Türkler, Devlet-i Aliyye’nin kuruluş dönemlerinde olduğu gibi yıkılış döneminde de büyük ölçüde yalnız idiler ve anlaşılan odur ki, Türk milletinin bu imparatorluğu taşıyacak kültürel gücü, iman sıcaklığı artık kalmamıştı. Yükselişin olduğu gibi, çöküşün de kahramanları vardır. Bunların hayatı daha destansı ve trajiktir. Çöküşün kahramanları, en büyük fedakârlıklarla ve sarsılmaz imanlarıyla, nice yıkılmalar ve acılar bahasına, sonunda hayatlarını öne sürerek görevlerini yapanlardır. Ve, Enver Paşa’nın neslinde bu insanlar o kadar çoktur ki, bu kahramanların varlığıyla İmparatorluğun çöküşünü birlikte izlemek şaşırtıcıdır ve insanı isyana götürür. Her türlü hayat mutluluğunu feda ederek, sonunda hayatını pazara sürerek yapılan bu mücadelelere, bu eşsiz insanlara rağmen Devlet-i Âl-i Osman’ın çökmesi, haksızlık gibi görünür… Öyle ki, Kanal Harekâtında Osmanlı askerlerinin fedakârlıklarını gören IV. Ordu’nun Alman kurmay başkanı, “Yarabbi, bu insanları emellerine ulaştırmazsan, adaletinden şüphe ederim.

” diye konuşur. Ne var ki, onlar görevlerini kahramanca yapmışlardır ama, çöküşün mekanizması başkadır. Bu insanları değerlendirmek de kolay değildir. Bunlar çöküşün kahramanlarıydılar, yürekleri dağ gibi idi; hayalleri de öyle… Asla küçük düşünmüyorlardı. Yüce Devlet’i kurtarmak için, her biri İmparatorluğun bir uzak köşesinde can teslim ederken, hayalleri sadece Turan’ı kurmak değil, bütün bir İslâm âlemini Batı’ya karşı ayağa kaldırmaktı. Yani, ülkesi ve devletiyle, kendisini kurtarabilmek için ateşlere atılırken, bütün Müslüman dünyayı kurtarmayı düşlüyor ve bunun heyecanı ile sarsılıyorlardı. Büyük düşünmek, büyük rüyalar görmek, büyük yürekli olmak, büyük zamanların tezahürleridir; halbuki bunlar çöküyorlardı ve çökerken bile yüreklerinde, kafalarında bu büyüklükleri terk etmiyorlardı. Sonra her şey bitip, Anadolu’ya çekildiğimizde, gün geçtikçe onları anlamak zorlaştı. Savaşların ve sonraki yılların yükünü çeken insanların yürekleri daraldı, ufukları kapandı, araya anlamsız siyasi endişeler girdi. Öyle ki, Erzurum’u, Sarıkamış’ı Turan zannettiler ve Enver Paşa’yı, askerlerimizi Turan yolunda kırdırmakla suçladılar… Bu ölü insanlar, biz Irak’ta, Suriye’de, Sarıkamış ve Çanakkale’de savaşırken vatan topraklarını savunduğumuzu anlayamadıkları gibi, İngiliz ordularının binlerce kilometre ötelerden gelip, buralarda ne aradıklarını düşünmeyi de akıllarına getiremediler. İşte böyle, iman ışığı olmayınca, göz görmez… Bu kadar mı? Hayır. Enver Paşa hakkında, Millî Mücadele yıllarında ve şartları içinde düzenlenmiş özel bir propaganda çalışması vardır ki, bunun yansımaları hâlâ devam etmektedir. B Endişeler ve Propagandalar İRİNCİ Dünya Savaşının yenilgi ile sonuçlanmasından ardından, bütün gelişmelerin sorumluluğu İttihat Terakki Hükûmeti ve özellikle onun liderlerine yüklenerek, müttefikler ve özellikle İngilizler nezdinde ‘şirinlik’ kazanılmaya çalışılıyordu. Bunun için İngiliz Muhibler Cemiyeti bile kurulmuştu. Zamanın diğer siyasi partileri ise, İttihat Terakki Hükûmeti ve yöneticileri hakkında, hiçbir ölçü ve üslûp tanımayan saldırılarla, güya siyaset yapıyorlardı; onların hıyanetinden dinsizliğine kadar akıllarına ne gelirse tereddütsüz söylüyorlardı.

Millî Mücadele’nin örgütleyici gücünü ve iskeletini İttihatçılar oluşturdukları halde, onlar da İttihatçılıklarını, en azından söz konusu etmiyor, örtülü tutmaya çalışıyorlardı. Yeni bir ruhla başlanan bu mücadelede, İttihatçıların büyük çoğunluğu için eski etiket ve sorunları bir kenara bırakmak hiç de zor olmamıştı. Yurt dışında, Sovyetlerle kurduğu ilişkilerle Millî Mücadeleye destek sağlamaya çalışan Enver Paşa’dan, Sakarya Savaşı sonrasına kadar, Anadolu’ya gelir, diye korkulmuştur. Bu savaşın Türk Ordusunun zaferi ile sonuçlanmasına kadar, Sovyetler de Enver Paşa’yı önemli bir muhatap olarak değerlendirmiş ve ilişkilerini öyle sürdürmüştür. İnönü ve Kütahya Savaşlarındaki başarısızlıklar ve Yunan Ordusunun Sakarya boylarına dayanması, asker ve halk arasında, hatta Büyük Millet Meclisi’nde Enver Paşa’nın Anadolu’ya gireceği, Millî Mücadelenin başına geçeceği beklenti ve söylentilerini yoğunlaştırmıştır. Enver Paşa, savaş yenilgisine rağmen, gözüpek bir kahraman olarak bilinmekte ve sevilmektedir. Daha sonra göreceğiz ki, Enver Paşa’nın fikri Anadolu’ya dönmek değil, Millî Mücadele’ye dışarıdan yardım etmektir. Ancak, Yunan ordusunun Ankara’ya yaklaşması onun da düşüncelerini değiştirmiştir. Eğer Türk ordusu Sakarya önünde yenilirse, Millî Mücadele yürütülemiyor demektir ve ne bahasına olursa olsun müdahale etmek gerekecektir. Paşa, Sakarya Savaşı öncesinde Batum’a gelir ve savaşın sonucunu bekler. Yenilgi halinde Anadolu’ya gireceğini de açıkça beyan eder. Savaş Türk askerinin zaferi ile sonuçlanınca, Enver Paşa da, Türkistan’a doğru çizmiş olduğu hedefe yürür. Enver Paşa’nın açık ve samimi beyanlarına rağmen, onun Anadolu çevresinde olmasından rahatsızlık duyan Millî Mücadele önderleri, Paşa’nın Türkiye’ye girme ihtimaline karşı tedbirler alır, asker ve halk içindeki yüksek itibarını kırmak için bir takım propagandalara girişirler. Enver Paşa’nın komünist olduğu, Kızılordu ile Anadolu’yu işgal edeceği söylentileri bu dönemde çıkar. Kaderin bir cilvesi olarak, bu propagandaların en ateşli üreticisi ve savunucusu da, “Enver benim hayatımı kurtarmıştır.

” diyen Kâzım Karabekir Paşa’dır. Gerçekten de, Balkan Savaşı sırasında, İttihatçılık gayreti ile asker içinde bozgunculuk yaptığı gerekçesi ile Divan-ı Harbe verilen Kara Kâzım Bey, cezalandırılarak ordudan atılmıştır. Savaş Bakanı olan Enver Paşa, “Kâzım iyi insandır; bu hatasını telafi eder.” diyerek Divan-ı Harp kararını yırtıp atmış ve bu genç subay arkadaşının önünü açmıştır. Bu durumu orduda herkes bilmektedir. Şimdi ise yeni bir durum vardır; Kâzım Karabekir Millî Mücadele’nin en sağlam ordu gücünün başındadır. Enver Paşa’nın Anadolu’ya girme ihtimali düşünüldüğünde, hayatını borçlu olduğu bu insan karşısında, Millî Mücadele önderlerinin kendisine güvenmeyecekleri endişesi içindedir. Nitekim General Sami Sabit Karaman’a, “Sami Bey, Enver işi azıttı; Ankara benden şüphe eder gibi görünüyor.” diyerek bu endişesini dile getirir. (General Sami Sabit Karaman, İstiklal Mücadelesi ve Enver Paşa, İst.,1202, s.27) Bu duygular içindeki Kâzım Karabekir Paşa ve onun, Trabzon’a bu iş için gönderdiği Sami Sabit Karaman, kraldan çok kralcı davranarak Enver Paşa tehlikesini ve onu destekleyen Trabzon Kuvay-ı Milliye öncülerini (Kayıkçılar Kâhyası Yahya, F. Ahmet Barutçu gibi) mübalağalı bir şekilde sürekli Ankara’ya rapor etmişlerdir. Bu arada, Kâzım Paşa Ankara’ya sürekli yazıp, Enver hakkında açık bir propaganda savaşının başlatılarak halkın ve ordunun gözünden düşürülmesine çalışılmasını önermektedir. Kâzım Paşa kendi bölgesinde bu tür bir çalışmayı başlatır.

26 Mayıs 1921 tarihinde Fevzi Çakmak’a çektiği telgrafta, kendisinin başlatmış olduğu bu propagandanın bazı esaslarını da verir: Doğu Karadeniz taraflarında biraz zayıf olduklarından bahisle, “Bilhassa Acara ve Batum’da Enver’in programını izahla Bolşevik olduğunu, dinden çıkarak kadınların erkeklerle birlikte açık gezeceklerini halka anlatarak dinî duyguları tahrik olunuyor… Bundan sonra basın meselesi pek mühimdir. Programının memlekete vuracağı felaket tahlil olunarak Enver’in şahsına saldırılmalıdır. Enver ve arkadaşlarının sonuna kadar felaketi milletten saklayarak ve hazinelerimizi Anadolu’ya millet eline atmaya bedel, düşmana teslim ve ele geçirdikleri parayı alarak kaçtıklarını ve memleketi başsız, teşkilatsız bıraktıklarını, bir zamanlar Almanlardan, şimdi de Ruslardan külliyetli para alarak harap vatanın başına elfatiha levhası yazmakla meşgul olduklarını, düşkünlükten dört tarafı mamur bir hayata yükselenlerin yine o hayata kavuşmak için her vicdansızlığı yapacağı beşer için değişmez bir kaide olduğunu…” (Kâzım Karabekir, İstiklal Harbimizde Enver Paşa ve İttihat Terakki Erkânı, İstanbul 1967, s.138-139) bildirir. Mustafa Kemal Paşa, Kara Kâzım’a 4 Haziran tarihinde çektiği telgrafta “Enver hakkında açık neşriyata karar verdik.” demektedir. Kâzım Paşa, Enver Paşa’nın dışarıda bulunduğu sürece tehlikeli olacağından bahisle, Ankara Hükûmetince Anadolu’ya davet edilerek ele geçirilmesini de teklif etmektedir. (Karabekir, a.g.e., s.149) En azından hüzün verici olan, bu satırları yazan Kâzım Paşa, Enver Paşa’nın kendisini Divan-ı Harp kararından kurtardığını da belirterek, “Bunun için hâlâ da severim, hürmetim vardır.” der; fakat, Anadolu’ya girmesi felaket olacağından bunu engellemek görevimdir, diye devam eder. (Karabekir, a.g.

e., s.201) Öyle görünüyor ki Kâzım Paşa’nın önerdiği propagandalar pek başarılı olamamış, ancak bu dönemden itibaren özellikle Sarıkamış Harekâtı üzerine yapılan yayınlarda büyük abartılar ve bakış açısı sapmaları görülmüştür ve bu harekât üzerinden yapılan propagandalar halen de etkisini sürdürmektedir. Öyle ki, Çanakkale Zaferi’nin değerini artırmak için yükseltilen şehit sayısı –ki bu zaferin de başkomutanı Enver Paşa’dırSarıkamış’ta Enver Paşa’yı karalamak için kullanılmaktadır. “Doksan bin kişinin Allahuekber Dağlarında tek kurşun atmadan donduğu” safsatalarının, Enver Paşa’yı değil, Sarıkamış Savaşlarının büyük kahramanlarını ve aziz şehitlerini aşağıladığı, ruhlarını muazzep ettiği fark edilememiştir. Savaş kazanıldığı zaman ölenleri şehit bilip yüceltmek ve kaybedildiği zaman boşu boşuna öldüklerini söylemekten daha çirkin ve düşmanca bir değerlendirme olabilir mi? İşte, “Enver Paşa gelecek” korkusuyla başlatılan propagandanın gelip dayandığı utanç verici nokta budur. İşte, yıllar boyunca, nice yakınları burada toprağa düşmüş olanlarımız bile, Sarıkamış deyince, bu tür bir değerlendirmeyi kalıp halinde tekrarlayıp durmuştur. Bu propagandaların, tam bir bilgisizlik ortamında yeşerdiğini ve çok uzun süre etkili olduğunu söylemeliyiz. 2 Bu noktalara işaret eden Cemal Kutay, vaktiyle Enver Paşa’nın Kurmay Yaverliğini yapan Kâzım Orbay’a, eldeki vesikaları tasnif edip arşivleyelim3 , teklifinde bulunduğunu kaydettikten sonra, şöyle yazar: “Hem vesikasızlıktan yanlış hükümler verilmiştir, hem de aslından şüphe edilmeyen apaçık vesikaların anlattıklarının tam aksine hükümler verilmiştir. Nitekim 1947’de, Büyük Millet Meclisi’nde, vaktiyle kendisi de Enver Paşa’ya ‘Hürriyet Kahramanı’ diyen bir milletvekili, Anavatan şehidi için ‘maceracı’ dediği zaman, Kâzım Orbay Genel Kurmay Başkanı idi ve bildiklerini, çok iyi bildiklerini bile söylememiş, söyleyememişti.” (Cemal Kutay, “Hür Türkistan Yolunda, Buhara’da Enver Paşa”, Tarih Sohbetleri, c.3, Kasım 1966, İstanbul, s.141) Sovyetler de, Paşa aleyhindeki propagandalarını, O’nun şehadetine rağmen devam ettirmişlerdir. 1920-30 arasında, “Enver Paşa Türk Halkının Düşmanı’’ adıyla, Viladimir Kordinin’in rejisörlüğünü yaptığı bir de film yaptırmışlardır. Bugün, soğukkanlılıkla baktığımızda görüyoruz ki, Enver Paşa ve o nesilden gelecek nesillere kalan, onların ülkücülükleri, bağlanışlarındaki derinlik ve bir de Cumhuriyetimizdir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir