Omer Seyfettin – Harem

DİBACE – Alçak… – Alçak… -Hain!. – Hain!. – Vicdansız. – Asıl sensin vicdansız… Daha düne kadar bütün kibar Şişli halkının, yeni yetişen çocuklarına: «İşte saadetin timsali! Siz de böyle bir yuva yapmaya çalışınız» diye gösterdiği bu çift, şimdi birbirlerine öyle korkunç bir nazarla, öyle vahşî bir hiddetle bakıyorlardı ki… Sermet tekrar haykırdı: – Asıl sensin vicdansız… Nazan: – Asıl sen, asıl sen… Diye hıçkarmağa başladı. Bir hafta evvel ikisi de birbirlerini âşıklarıyle «cürmü meşhut»(1) halinde yakalamışlar ve hemen ayrılmışlardı. Sermet’in yanındaki kadın, Nazan’la yakalananın karısıydı. Sermet, yanındaki kadının kocasını kendi karısıyle yakalarken, aynı zamanda kansı da kocasının odasında, bu adamın karısını yakalamıştı. Vaziyet, en gayri tabiî bir tiyatro sahnesinin bile kabul edemeyeceği derecede fevkalâde idi. (1) Suç üstü Öyle karışık, öyle tuhaf, öyle feci bir mahiyette idi ki… İkisinin de en insanca sevkıtabiîleri2 yani «kıskançlık, intikam» temayülleri, bu rezaletin karşısında şaşırıyor, hissin mantığına muvafık bir cereyan alamıyordu. Birbirlerinden ayrı geçen bu bir haftalık azap, ıstırap içinde, ikisi de, ne yapacaklarını düşündüler. Bir karar veremediler. Vakıa bir daha yüz yüze gelmemek üzere ayrılmışlardı. Fakat bu kâfi miydi? İntikam, tahkir(1), terzil(2)… Amma nasıl? Bu sabah Nazan babasının evinden, üç senedir hayatının en tatlı günlerini geçirdiği geniş, muhteşem, sevgili apartmanına gelirken hep bunu düşünüyordu.


Pek lâzım olan bazı şeyleriyle sadık hizmetçisi Mari’yi alıp götürecekti. O gündenberi Sermet’in annesinde oturduğunu duymuştu. Mermer merdivenleri nefes nefese çıkıp elektrik düğmesine basarken kalbi müphem bir korku ile yırtılacak gibi çarpıyordu. Ah o münasebetsiz filozofun kimbilir nasıl bir can acısıyle «Allah’ın tâ kendisi…» dediği zalim tesadüf!. Karşısına Mari’nin yerine ölünceye kadar yüz yüze gelmeyeceği kocası çıkmasın mı?. Aksi gibi o da işte bu sabah, anahtarı kendinde olan apartmanda Nazan’m katiyen bulunmadığını bildiğinden, bazı kitaplarını, lâzım olan şeylerim almaya gelmişti. Birbirlerini görünce ikisinin tekrar kan beyinlerine çıktı, yüzleri sarardı, dudakları morardı. Birbirlerini aynı kelimelerle tahkire başladılar. Zavallı Nazan, me’yus bir çocuk perişanlığıyle duvara dayadığı koluna başım koymuş, tepine, tepine hıçkırıyordu: – Vicdansız, vicdansız! Sermet dudaklarım ısırdı. Yumruklarını sıktı. Titriyordu. Gözlerini açarak sordu: – Ben vicdansız, pekâlâ; ya sen? Nazan derin hıçkırıklarla kekeledi: (1) Horlama, aşağı görme (2) Rezil etme – Vallahi, billahi, ben masumum! Sermet bir an durdu. Dudaklarını yaladı. Yumruklarını gevşetti. Önüne baktı: – Ben de masumum! dedi. – Ah, yalan, yalan… – Namusumla yemin ederim. – İnanmam… – Vallahi, billahi.

– İnanmam, inanmam! – Ben de sana inanmam… Nazan, göz yaşlanyle ıslattığı minimini platin saatli beyaz, tombul kolundan başım kaldırdı. Kocasına baktı. Lâcivert çarşafla gür kumral saçların çerçevelediği şuh, narin yüzü kıpkırmızı idi. Uzun, kıvırcık kirpiklerinin uçlarında şeffaf inciler parlıyor, mavi, derin gözlerinde sanki pek uzak, gürültüsü duyulmaz bir fırtınanın yağmurlu bulutlan geçiyordu. – Halbuki ben sana masum olduğumu ispat ederim, dedi. Sermet iri, siyah gözlerim kalın kaşlarıyle beraber kaldırdı. Kansına baktı. Bir an düşündü ve başım salladı: – Ben de ispat ederim. – Nasıl ispat edersin? – Sen nasıl ispat edersin? – Üç senedir günü gününe hissiyatımı yazıyorum. Bu mektepten çıkarken «Brevet» (*)lerimizi elimize veren «Sör Margitta»nın son nasihati, son tavsiyesiydi. Bir gün kaçırmadım. Hep yazdım. Sana okuyayım. Masum olduğumu, bana kimsenin eli dokunmadığım anlayacaksın. – Ya anlamazsam? – Anlayacaksın.

‘ – Ya inanmazsam? * Diploma – İnanacaksın. İnanmazsan, o vakit ben mücrimim(6). Kendi cezamı kendim veririm. – Nasıl verirsin? – Kendimi öldürürüm. – Dehşet… – Vay, eğleniyorsun… – Hayır, şaşıyorum. – Niçin, şaşıyorsun? Benden demek sahiden şüphe ediyorsun? Benden şüphe ha!. – Benden şüphe!. Nazan tekrar hıçkırmağa başladı. Sordu: – Ya sen? Sen nasıl masum olduğunu ispat edeceksin, hakikî hain? – Ben de senin gibi… – Nasıl? – Ben de hissiyatımı sana okuyacağım. – Nasıl okuyacaksın? – Ben de üç senedir, seni aldım alalı, bütün duyduklarımı, düşündüklerimi yazıyorum. – Yalan söylüyorsun. Ben seni yazarken hiç görmedim. – Ben de seni yazarken görmedim. – Ben gizli yazıyordum. – Ben de gizli yazıyordum.

Durdular. Birbirlerine derin derin baktılar. Sanki dalgın nazarlarında ruhlan karşılaşıyor, sessiz bir lisanla konuşuyordu. Amma ikisi de inanamıyordu. Nazan, şuursuz bir tehalükle(7) çantasından çok sayfalı, maroken kaplı küçük bir defter çıkardı: – İşte benim hatıram? dedi. 6- Suçlu 7- Büyük bir istekte atılma Sermet de aynı hareketle ceketinin iç cebinden bir defter çıkardı: – İşte benimki de… – Yalan… O başka şey! – Hayır, vallahi hatıratım. – Bakayım. – Evvelâ ben seninkine bakayım. Nazan çantasını aradı: – Ah, anahtarımı evde unutmuşum, dedi, ama ben defterimin kilidini kırarım. Fakat her yerini göstermem. – Pekâlâ, ben de göstermem. – Sen de gösterme… Öfkeleri, bir yaz fırtınası gibi, birdenbire sönüverdi. İçeri girdiler. Kapıyı Sermet itti. Odalarımın ortasındaki salona geçtiler.

Yana yana bir kanepeye oturdular. Nazan çarşafının pelerinini çıkarmadı. Kalbinde hâlâ hafif bir gıcıklanma, iyi olmamış bir yara acısı duyuyordu. Demek Sermet de kendi duyduğunu, düşündüğünü yazıyormuş! Bakalım neler yazmış? Kalbi daha hızlı çarpıyordu: – Kır, bakalım şu kilidi. Sermet, karısının, daha ilk defa gördüğü zarif defterim aldı. Gayri ihtiyarî kokladı. – Oh ne güzel! Gül gibi… dedi. Cebinden kaba, fildişi saplı bir çakı çıkardı. Defterin ince, altın kilidini söktü. Nazan’in gözlerinden hâlâ damla damla yaşlar akıyordu. Seyrekleşen hıçkırıklar intizamsız fasılalarla beyaz boynunda birbiri arkasına kabarıyor, omuzlan-m, memelerini şiddetle sarsıyordu. Ah, bu defterin içine ne delice saadetler, ne inanılmaz sevinçler yazmıştı. Büyük, ipekten sigara kâğıtlarına benzeyen bu dört yüz ince sayfanın hemen hepsi dolmak üzere idi. Fakat «hayattan sonra ölüm» gibi son sayfalar ne acı, ne karanlık, ne azaplıydı. Onun saadeti de, her şeyi gibi, işte en nihayet ölüyordu.

Çünkü masumken en fena bir şüpheye maruz kalmış, bu facia içinde kıvranırken, kendini seviyor sandığı hain kocasının odasında başka bir kadını yakalamıştı! -Al… – Nerden başlayayım? – Masum olduğunu ispat edecek yerden! – Hayır, biraz daha evvelinden başlayacağım. İşte geçen sene… Yedi Kânunusani… Sen de bakayım bul o günü. Sermet aradı… – Ben o günü yazmamışım. – Sekiz Kânunusaniyi bul. – O da yok… On beşe kadar yazmamışım. – Pekâlâ. On beşten oku bakalım. – Evvelâ sen oku. – Ona da pekâlâ… İşte. Gayet aydınlık bir Nisan güneşi ipek tül perdelerden süzülüyor, lake möbleli, pembe döşemeli, beyaz duvarlı şen salonu daha çok aydınlatıyordu. « – Yedi Kânunusani… Dün gece salonumuz ağzına kadar doluydu. Kocam iki senedir hâlâ monda(8) alışamadı. Çünkü görüyorum. Dostlarımızdan benim gibi zevk almıyor. Hep ilim-milim konuşmak istiyor.

Onu çok seviyorum. Fakat biraz daha salon hayatına müstait(9) olsa… Sanıyorum ki, hep benim hatırım için bu hayata tahammül ediyor. Âdeta Salon veya lüks hayatı yaşayan çevreler 9- Yeteneği olma, kabiliyetli eğlencelerimiz ona angarya geliyor. Yazık, bu kadar iyi tahsil gördükten sonra bu kadar vahşî kalmak… Neyse halamın dediği gibi «Herkesi kendi haline bırakmalı.» Gelelim bana… «Ne büyük bir muvaffakiyet! Derler ki Efijenide10 yok. O kadar ağır olmayan bu seferki tuvaletim herkesi şaşırttı. Kadınlara karşı pek az söyleyecek söz bulan doktor Mavris bile: «Saçlarınızla gözleriniz siyah olsa tıpkı Afrodit’e benzeyeceksiniz.» dedi. Güldüm. «Amma Afrodit’in saçları siyah mı imiş? Ben de boyarım. Fakat gözlerim… Ah bir de (göz boyası) icat etseler… Sersem âlimler mikrop bulmağa çalışacaklarına böyle bir boya yapmağa çalışsalar, vallahi bir günde zengin olurlar. Düşünün; ne saadet; bu sene mavi gözlü… Gelecek sene siyah… Yaza yeşil… Sonbahara kestane…» Sermet: – Geç bu gevezelikleri… dedi. – Peki, işte: «On dört Kânunusani… Bugün misafirlerimiz arasında Rihterler de vardı. Almanya’dan yeni gelmişler. Geçen Cuma bana Süleyman’ın salonunda takdim olundular.

Hemen ben de davet ettim. Ne nazik insanlar… Kabul ettiler. Kocam bir türlü bunlara ısınamadı. Bunlar halis Alman değil, Almanın Yahudisi…» deyip duruyor. Bize ne? Ne olurlarsa olsunlar! Madam Rihter’le tatlı tatlı konuştuk. Almanlar için kaba derler. Yalan… O kadar güzel Fransızca konuşuyor ki… Hem de pek güzel giyiniyor. Ben hoşuna gittim, «Ah ne güzelsiniz madam Sermet, dedi. Tıpkı bir meleğe benziyorsunuz.» Mübalâğa ettiğini söyledim. Çok konuştuk. Adeta diğer misafirlerimle meşgul olamadım. Zavallı kadın bana hep hareme dair şeyler sordu. Kafesler, perdeler, harem ağaları görmek istiyor. – Artık bunları rüyanızda, yahut romanlarda görebilirsiniz, sevgili madam, dedim.

İnanmıyor. Bize Avrupalılaşmış nazariyle bakıyor. Boşu boşuna hep halis Türk arıyor. Ben, oldukça kendisini 10-Zevk tenvir11 ettim. Yeni neslin kaçı-göçü kaldırdığını, çarşafın yalnız sokakta kaldığını, salonlarda yeni kadınların erkeklerle münasebette bulunduğunu, hattâ yalnızken erkek misafir bile kabul ettiklerini, bunların kimler olduğunu, mu-fassalan12 isim isim, aile aile, sayarak anlattım. «- Almanya’da, kocaları evde yokken kadınlar bir erkeğin ziyaretini kabul edemezler» dedi. – Olabilir. Diye gülümsedim. Fakat mümkün mü? Almanlar İstanbul’a gelince sofuluk taslıyorlar. Bunu geçen gün madam Baria Mahmut da söylüyordu. Sonra genç şair Manukyan şan yaptı.13 Sesi güzel. Amma Ermeni olduğu belli oluyor. Dikkat ettim. Parçanın içinde ne kadar (dö) varsa hep: « – Di, di…» dedi.

Yavaş yavaş bizim Türkler de kadın eli öpmeğe başladılar. Fakat daha korkuyorlar. Avrupalılar gibi cesur davra-namıyorlar. Hemen şöyle… hafifçe… Bununla beraber terakki epey yolunda… Akşamüstü istatistiğine baktım. On iki Türk gelmişti. Hangisi elimi öperse romanımdan bir yaprak kıvırırım. Duyulan, kuvvetli bir öpüş için kıvrığı büyük yaparım; korkak, mahcup, hafif bir öpüş için küçük… istatistiğim bu sefer iyi netice verdi. Beş sayfayı büyük, üç sayfayı küçük kıvırmışım…» Sermet yüzünü ekşitti. – Bu istatistik mi senin masumluğunu ispat edecek? – Daha aşağısını okumadım ki… 11- Aydınlatma 12- Uzun uzun, bütün ayrıntılarıyla 13- Şarkı söylemek – Geç, geç. Böyle gevezelikleri dinlemek istemem. – Öyle ise sen oku bakalım. -Peki. – Amma Kânunusani on beşten. – Nihayeti okuyayım. Buraları faydasız.

– Hayır, hayır, Kânunusani on beşten. – Fakat. – Haydi, haydi. Nazan eğildi. Kocası okurken gözleriyle satırları takip ediyor, elleriyle boncuk çantasını ovalıyordu. «- On beş Kânunusani… Ben babayani bir adam değilim. «İntizam ve terakki»ye itikadım var. Her şey terakki edecek, yani değişecek, mutlaka eskiye benzemeyecektir. F%-kat bir şartla… O şart da; intizam… Evet, her şey değişecek. Fakat tedricen!14. Çünkü fizikî hayatta olmadığı gibi, içtimaî hayatta da ani15, şedit16, tahavvül17), yok. Ben büyükbabamın hayatım sevemem. O, görmedim ama, mutlaka bağdaş kuruyor, eliyle yemek yiyordu. Çünkü, hâlâ Fatih’teki amcalarımın evinde, yemek (sini)de yeniyor. Ben şalvar giyemem.

Ben çubuk içemem. Ben enfiye çekemem. Ama maymunluktan da nefret ederim. Frenkleri, Avrupalıları taklit! Dikkat olunursa, bu ne çirkin şey… Frenklerin reveranslarını, adabı muaşeret dedikleri âdetlerim, mihaniki, gayri meş’ur bir gayretle yapmağa çalışmak… Ne feci angarya…» Nazan başını salladı: – Ah yarabbi! Adabı muaşarete angarya diyen bir koca… – Amma Avrupalıların adabı muaşeretine! – Türklerin adabı muaşereti var mı? – Yok mu? 14- Yavaş yavaş 15- Birdenbire 16- Şiddetli 17- Bir halden bir hale geçme – Hani? Sermet hemen bir cevap bulamayınca, Nazan taştı: – Merhaba, merhaba! Aleykümüsselâm, hâkipâyiniz, keyfi âliniz, refika18 cariyeniz, mahdum bendeniz… değil mi? Cambazhanedeki maskaraların perendelerine benzeyen o dokuz kat eğilmiş başlara yerden kalkan kandilli temennalar değil mi? – Bonjur, bonsuvar, seri, mon Diyâ…»19den iyi ya? – Çok, çok, Allah için çok iyi. – Acem şairinin dediği gibi: «Başkasına ait sırmalı kaftanı giymektense, kendi malım olan eski hırkayı tercih ederim.» – Daha açık söyle… de ki: «İnsan gibi yaşamağa, dilenci gibi gezmeği tercih ederim.» – Hayır… – Ya ne?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir