Omer Seyfettin – Külah

Mıstık, Bulgaristan’da doğmuş, büyüyüp biraz aklı başına gelince hemen sınırın on dakika ötesine kapağı atmıştı. “Türkiye değil mi? Sınırı geçer geçmez Bağdat’a kadar her yer aynı!” diyordu. Az zamanda Babyak’taki Türkçe bilmez Pomakların akıl hocası oldu. Bulgaristan’da kalan akrabalarıyla mektuplaşmaya gerek yoktu. Onlarla Bulgar sınır karakolundaki nöbetçinin süngüsü altında, küçük bir hediye karşılığında, saatlerce oturup konuşabilirdi. Kurnazlığı sayesinde memleketinden çıkmadan göçmen olmuştu. Hatta suyunu içtiği Karasu deresi bile doğduğu kasabadan geçiyordu. Bir gün Babyak çevresinde sınır düzenlemesi yapıldı. Mıstık’ın yerleştiği köy yine Bulgarlara kalınca yuvasını bozmak zorunda kaldı. Bu sefer sınır boyunun içerilerine denk olmadığını anladı. Ta Nevrekop’a kadar indi. Dört beş sene geçmeden Balkan Harbi patladı. Hemen annesiyle birlikte İstanbul’a geldi. Dimetoka’nın methiyle kulakları dolmuştu. Kalktı ve oraya gitti.


Bir köye yerleşti. Mıstık, içinden: – Artık biz ebedi âleme göçünceye kadar savaş olmaz, diyordu. Köyünün kahvesinde Birinci Dünya Savaşı’nın haberlerine inanamadı. Fakat hayretini de gizleyemedi. – Vay anasını! Yalan be! Hani sınır düzeltilecek deniyordu, diye haykırdı. Gerçekten de sınırda düzenleme yapıldı. Mıstık’ın göçebe olarak yerleştiği köy yine bulgarlara geçti. Bu sırada ihtiyar annesi hayata gözlerini yummuştu. Mıstık, gamsız bir şekilde tek başına Ergene Köprüsü’nü aşarken “Öncesi Şam, sonrası Şam!” dedi. Bu kadar kısa zaman içinde üst üste dört defa göçmen olmak, onun bir yere yerleşme hedeflerini söndürmüştü. Gözünü yumdu. Anadolu’ya atıldı. Mıstık; şehir şehir, kasaba kasaba dolaşmaya, ticaret yapmaya başladı. Önüne gelene külah giydiriyordu. En kârlı bulduğu ticaret hayvan alım satımı idi.

Bir kasabadan alınan atın veya eşeğin değeri, en yakın kasabaya götürülünce değişiveriyordu. Mıstık, bu değeri kurnazlığı sayesinde değiştiriyordu. Kırmızı kuşağındaki kara kılıflı makas, her hayvanın değerine yüzde altmış ilave ederdi. En miskin beygiri alınca tırnaklarını temizler, yağlar; yelesini, kuyruğunu Avrupalılar gibi kesip düzeltirdi. Sonra, torbasında herkesten gizlediği siyah ottan bir tutam yedirince zavallı hayvanı yirmi dört saat şaha kaldırır, gözlerini parlatır, azgın bir ejderha hâline sokardı. Fakat at pazarlarında sürekli olarak karşısına çıkan bir rakibi vardı. Onun alacağı hayvanın değerini artırır ve en iyi kâr bırakacak fırsatları elinden kapardı. Herkesin “Cambaz” diye çağırdığı bu adamın ismini bilmiyordu. Mıstık’ın beğenmeyip bıraktığı en miskin, en hasta, en ihtiyar hayvanları bile alıyor, bir gün içinde gençleştiriyordu. Kuyruğunu, yelesini kesmeden şeklini değiştiriyor, gözlerini parlatıyor, şahlandırıyordu. Mıstık, yeni geldiği kasabanın hanından girerken yine bu adamı gördü. Yeni bir zarara uğramış gibi birdenbire canı sıkıldı. Ama bozuntuya vermedi. – Merhaba Cambaz, dedi. – Merhaba! Şimdiye kadar hiç konuşmamışlardı.

– Hayvan almaya mı geldin? – Sana ne? – … – Neye geldimse geldim! Mıstık, kirli zayıf eliyle seyrek sarı bıyıklarını kaldırdı. Çakır gözleri bakacak yer bulamadı. Renksiz dudaklarını kısarak gülümsedi: – Ortak olalım be, dedi. – Olalım. Cambaz da gülümsedi. Döndüler, kahvenin önündeki eski peykeye oturdular. Ayakkabılarının dibinde iri alacalı bir tavuk “Gıt, gıt, gıt!” diye civcivlerini gezdiriyordu. Pazar yarındı. Mıstık, peykenin yanındaki pencereden içeriye bakıp bağırdı: – Bize iki kahve getir. Bir yandan da içinden: “Ben bu adamın kafasına bir külah geçiririm.” diye kin besliyordu. Mıstık; kendi hayatından Cambaz’a bahsetti. Cambaz onu dikkatle dinliyordu. Bir ara Mıstık sordu: – Sen nerelisin?

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir