Omer Seyfettin – Üc Ogut

Küçük Ayşe, sabahtan beri önünde mekik dokuduğu yüksek bez tezgahından kalktı. Yorgun yorgun gerindi. Bugün evde yapayalnızdı. Babasıyla kardeşleri dün erkenden kasabaya, pazara gitmişlerdi. Annesiyle ablası da komşuda idiler; belki Zaim’lerde… Gözlerini ovuşturdu. Yavaş yavaş sofanın duvarındaki sarı çerçeveli aynaya yaklaştı. Kendine baktı. Beyazlan azalan kömür gözleri uykudan henüz kalkmış gibi mahmurdu. Yanakları daha ziyade aldı ve gür siyah saçları dağınıktı. Tekrar gerindi. Gerinirken bütün bütün süzülen gözlerini, titreyen, gerilen ince dudaklarını beyaz billur gerdanını sanki ilk defa görüyormuş gibi şaştı: -Ne güzelim ben,ayol, diye güldü. Başını eğdi. Mavi aba terliklerinden boyunun görebildiği yerlerine kadar bütün vücudunu dikkatle süzdü. Gözlerini tekrar aynaya attı. Döndü.


Saçlarını elleriyle dalgalandırdı. İşte daha on yaşında yokken koca bir kız gibi iri idi. İki gün evvel Zaim’lerin düğününde öteki köylerden gelenler, onu bu kadar büyümüş görünce, hayrette kalmışlardı. Hem öyle kuvvetli idi ki… Erkek akranlarını bir tutuşta kaldırıp yere çarpıyordu. Ona “Pehlivan Ayşe” derlerdi. Erkek çocuklar gibi ata binmesini, silah atmasını, güreşmesini, birdirbir, esir almaca oynamasını çok seviyordu. Fakat… Fakat işte büyüdükçe o kadar sevdiği bu oyunlara veda etmek lazım gelecekti. Hatta geçen gün çeşme dönüşünde köyün imamına, Kurt Hoca’ya rastgelmişti. Kuru elini öperken bu hiç hoşlanmadığı huysuz ihtiyar, ona: -Kız Ayşe, anana söyle, seni örtüye soksun, artık senin açık dolaşman uygun değil, demişti. Yarın yahut öbür gün o da, her büyüyen kız gibi, cara* girecek… Ve demek kendini sıkan bu evde, bu bez tezgahının başında ölünceye kadar mahpus kalacaktı… Atlara, tüfeklere, güreşlere, kaydıraklara, hepsine veda etmek ha… * Anadolu’da kullanılan bir çeşit çarşaf. Eliyle saçlarını arkaya attı. Aynaya tekrar dikkatle baktı. Ne güzeldi! Amma bu güzelliğin, bu gür saçların, bu kömür gözlerin, bu al yanakların onca hiç önemi yoktu. İçini çekti: -Ah, erkek olsaydım, dedi. Ah, erkek olsaydı… Hemen alevlenen masum bir çocuk hayalinin mantıksız garipliğiyle düşünmeye başladı.

Neler yapmayacaktı? Bir kere yalnız Bozkaya’nın değil, hatta bütün kazanın birinci pehlivanı olacaktı. Sonra… Meşhur bir efe… ve mutlaka Zaimoğulları’nın küçük kızını alacaktı. Savaşlara girecek, göğsü nişanlarla dolacak, dağları aşacak, cesur köy delikanlılarının yaptıkları gibi haftalarca ayı avlarında dolaşacaktı. Aynanın önünden çekildi. Yine yavaş adımlarla pencereye doğru yürüdü. Kenara dirseğini dayadı, hava hem açık, hem bulutlu idi. Yüz adım ötede Kurt Hoca’mn bahçesinde horozlar ötüyordu. Öğle yaklaştığı halde ortalıkta sanki yeni sabah oluyormuş gibi tatlı bir hal vardı. Arasıra hafif bir yağmur serpiliyordu. Ayşe tamamıyla hayal dünyasına daldı. Cansız bir heykel gibi hiç kımıldamıyordu. Fakat birdenbire yüreği atmaya başladı. Sarardı. Nefesi tutuluyordu. Acaba o söz doğru mu? Ama yalan olmak ihtimali var mı? Kızardı.

Başını ellerinin içine aldı. Evet… Ömründe bu kadar yakın bir eleğimsağma görmemişti. Köyün arkasındaki Kurudere’ye giden yolun etrafındaki fundalıkların, devedikenlerinin ortasında pembeli, mavili, yeşilli, sarılı, morlu, kırmızılı, turunculu kalın, gayet kalın bir eleğimsağma kalkmış, nurdan eğri bir direk gibi havaya uzanmıştı. Ucu ta fundalıkların içinde idi… Ayşe’nin yüreği da ha hızlı çarpmaya başladı, işte bu kadar köyün yakınma inmiş olan bu eleğimsağmanın koşup bir kere altından geçse… Erkek olacaktı! Bundan hiç şüphesi yoktu. Daha ziyade düşünmedi. Pencereden ayrıldı. Merdivenlerden indi. Bahçeyi geçti. Kendini sokağa attı. Deli gibi koşmaya başladı. Etrafını görmüyordu. Koştu. Koştu. “Eleğimsağma sönmeden yetişeyim” diye bütün kuvvetiyle koştu. Koştu.

Kestirme gitmek için hendeklerden atladı. Tarlaları çiğnedi. Tepelere tırmandı. Fundalıklara daldı. Yağmur hep yağıyordu. Koştu. Koştu. Koştu. Çalılara etekleri takılıyor, elleri, yüzü, gözü yırtılıyordu. Nihayet eleğim-sağmaya elli adım kadar yaklaştı. İyice kesilmişti. Bir gayret… Bir gayret daha… Nefes nefese eleğimsağmanın altından geçti. -Oh! dedi. Yağmur hâlâ yağıyor, güneş bulutların arasından görünüyordu. Koşarken terliklerini ayağından atmıştı.

Çorapları paralanmış, dikenlere, taşlara çarpan ayakları berelenmişti: “Biraz dinlensem” diye fundalıkların içine uzandı. Yağmur bazı hızlanıyor, bazı yavaşlıyordu. Ayağa kalkınca şaşırdı. Boyu büyümüş, cepkeni yırtılmış, kısalan etekleri belinde kalmıştı. Islanmış yüzüne elini götürdü. Parmaklarına bıyıklan dokundu. Kendine baktı. Koca bir delikanlı! Amma arkasındakiler erkek esvabı değil. -Evet gideyim, şunları değiştireyim, dedi. Yürüdü. O kadar kuvvetlenmişti ki, demin yarım saatte koşarak geçtiği yerleri üç adımda aştı. Her tarafı sıcak bir güneş aydınlatıyordu. Çok susamıştı. Açık bıraktığı kapıdan girdi. Evvela kanmcaya kadar su içti.

Sonra yukarı çıktı. Kilitli bir sandığı kırdı. Ağabeyinin bayramlıklarını çıkardı. Giydi. Vücuduna çok dar geliyordu. Duvardan martini de aldı. Omuzuna taktı. Dışarı çıktı. Her yeri ağır bir sis kaplamıştı. Sokağın baş tarafından davul zurna sesleri işitti. O tarafa doğru gitti. Yolda oynayan çocuklara ne olduğunu sordu: -Zaimgillerin düğününde güreş var, dediler. -Üç gün evvel onların düğünü olmadı mı be? Küçük kızlarını, Gülsün’ü ha… Birdenbire hiddetlendi. İşte şimdi erkekti. Bu üzüm gözlü küçücük kızı kendi alacaktı.

Koştu, Cami meydanından geçti. İkindi namazından çıkanlar ona bakıyor, kim olduğunu tanımıyorlardı. Düğün evinin avlusuna girerken yeni düze inmiş efeler gibi nara attı: -Er olan meydanda! Açılın! Herkes ona baktı. Tanıyamıyorlardı. Davullar, zurnalar çalıyor, ortada çifter çifter pehlivanlar güreşiyordu. Evvela kim olduğunu söylemedi. -Hoş geldin efe, kimlerdensin? diyenlere gülüyor: -Sonra anlarsınız, diyordu. Pehlivanlara bağırdı: -Benimle ikişer ikişer güreşecek varsa meydana çıksın! Kadın, erkek bütün köy ahalisi şaştı. Bir fısıltıdır gitti. Yerinden kalkan Kurt Hoca bile cüppesini arkasına kambur yapıyor, onu iyice görmek için gözlüklerini takıyordu. Şimdiye kadar bir kişinin iki pehlivanla güreştiği işitilmemişti. Ayşe yağlandı, yağlandı. Kispetler giydi. Çifter çifter karşısına çıkan pehlivanları kaldırıp kaldırıp yere çarptı. Başa verilen kocaman mandayı kuzu gibi kucağına alınca, halk, hayretinden bağrışmaya başladı: -Nerelisin delikanlı? -Kimlerdensin Efe?.

-Yaşa, yaşa! Davullar, zurnalar sustu. Avlunun içindekilerin hepsi etrafına toplandı. Ayşe: -Ben Bozkaya’danım!… diye haykırdı. Herkes birbirine bakıştı. Bütün köy halkı orada idi. Hiçbirisi onu tanımıyordu: -Hayır Bozkaya’dan değilsin. -Biz köylümüzü tanımaz mıyız? -Eğleniyorsun! Dayanamadı. Güldü: -Ben Ayşe’yim… Halk uğuldadı: -Hangi Ayşe, hangi Ayşe? -Hacı Mehmet’lerin Ayşe… Köy halkı bir türlü inanamıyordu. Ayşe bağıra bağıra, nasıl koştuğunu, nasıl eleğimsağmanın altından geçtiğini, nasıl erkek olduğunu anlattı; nihayet sordu ki: -Gülşüm’ü kim alıyor? -Muhtarın oğlu Hasan, dediler. -Çabuk karşıma gelsin… Kalabalığın içinden Hasanı buldular. Ayşe Efe’nin karşısına diktiler. -Nikâhı kim kıydı? -Kurt Hoca… -Kurt Hoca ha… Onu da getirin bakayım. Kurt Hocayı da getirdiler. Herkese emreden, daima surat asan, kimseye yüz vermeyen Kurt Hoca şimdi yumuşamış, elpençe divan duruyordu. Ayşe dedi ki: -Ulan Hasan, boşa bakayım Gülşüm’ü! -Boşamam.

-Boşa diyorum. Ve birden kırmızı kuşağından yakaladı. Havaya kaldırdı. -Ay, ay, ay… Aman efe… -Boşa diyorum, yoksa şimdi yere çarpar beynini parçalarım. -Boş olsun! Boş olsun!. Zavallı Hasan havada bağırıyordu. Ayşe onu yavaşça yere bıraktı. Sonra Kurt Hocaya , döndü: -Kıy bakalım Gülsüm’le benim nikâhımı! dedi. -Kıymam. -Yapma Hoca! -Kıymam. -Kıy diyorum. -Kıymam. -Niçin kıymıyorsun? -Uygun değil. Uygun değil. -Uygun değil, filan tanımam kıyacaksm.

-Kıymayacağım. Ayşe bir saldırdı. Hasan’a boşattırdığı gibi havada nikâhını kıydırmak için Kurt Hoca’nm kuşağından yakaladı. Havaya kaldırdı: -Kıy bakayım çabuk, yoksa şimdi yere çarparım. -Kıymam. -Kıy diyorum, yoksa fena olacak. -Kıymayacağım, kıymayacağım. Ayşe fena halde kızdı, köpürdü. Hiç hoşlanmadığı bu zalim adamı salladı, salladı, salladı. Öyle bir fırlattı ki… Fakat Kurt Hoca yere düşmedi! Havada kaldı. Ve havadan bağırmaya başladı: -Hey köy… Haberiniz olsun, bu erkek değildir. Bu kızdır. Bunu örtüye sokmalı. Bunun böyle gezmesi uygun değildir. Avlunun içindeki halk karınca kümesi gibi birdenbire çoğalıyor, kaynaşıyor.

Kurt Hoca’nın sesiyle:

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle
  1. Çok iyi bir hikaye