Omer Seyfettin – Kütük

Alaca karanlık içinde sivri, siyah bir kayanın belirsiz hayali gibi yükselen Şalgo Burcu uyanıktı. Vakit vakit inlettiği trampet, boru seslerini akşamın hafif rüzgârı, derin bir uğultu hâlinde, her tarafa yayıyor. Karga sürüleri bulutlu havanın, donuk hüznünü daha beter artırıyordu. Mor dağlar gittikçe koyulaşıyor, gittikçe kararıyordu. Yamaçlardaki dağınık gölgeler, ormanlar, dereler, yollar ve ıssız korular sanki korkunç bir fırtınanın gürlemesini bekliyorlardı. Burcun tepesinde, beyazlı siyahlı bir bayrak, can çekişen bir kartal gibi kıvranıyordu. İki bin kişilik kuşatma ordusunun çadırları, kaleye giren geniş yolun sağındaki büyük dişbudak ağaçlarının etrafına kurulmuştu. Yerlere kazıklanmış kır atlar, yabancı kokular duyuyor gibi sık sık başlarını kaldırarak kişniyorlar, tırnaklarıyla toprağı kazmaya çalışıyorlardı. Dallarda kırmızı çullar, sırmalı eğerler asılı duruyordu. Cemaatle kılınmış akşam namazından dağılan askerler çadırların arasından gürültü ile geçiyorlardı. Kısa emirler, çağrılan isimler, kahkahalar sakin havayı bozuyor, atların yanında itişen birkaç gencin şen naraları duyuluyordu. Çifte direkli yeşil çadırın kapısı önüne serilmiş büyük kaplan postu vardı. Postun üzerinde koca bıyıklı, iri vücutlu, ateş bakışlı şair kumandan oturuyordu. O, gözlerini alacağı kalenin sallanan bayrağına dikmişti. Karşısında diz çökmüş kethüdasının anlattıklarını dinliyordu.


Ordugâha yarım saat önce dörtnala gelen bu adam yaşlı, şişman bir askerdi. İşte kaç hafta oluyor, kumandanının “Gündersdref Baronu Erasm Tofl’u beraber vurmak” teklifini içeren bir mektubunu, Hâdim Ali Paşa’ya götürmüştü. Ama paşa çok meşguldü. Vakit bulup cevap verememişti. Dregley Kalesi’ni sarıyordu. Kuşatmanın başlangıcından sonuna kadar hazır bulunan kethüda şimdi orada gördüklerini söylüyordu. Bu kale gayet sarp, gayet dik bir kayanın zirvesine yapılmıştı. Arslan Bey sordu: – Bizim kaleden daha yüksek mi? – Daha yüksek beyim. Kumandanın, “bizim kale” dediği henüz çırpınan bayrağına hasretle baktığı Şalgo Burcu idi. Fakat o, burasını birkaç gün içinde ele geçireceğini iyi biliyordu. Daha birkaç hafta önce Boza Kulesi’nde hücumlarına karşı durmak isteyen Andrenaki, Mihâl Terşi, Etiyen Soşay, nasıl kendisine kuleyi teslim etmişlerdi? Nasıl kahramanlığını, cesaretini alkışlamışlardı? Lütfuna teşekkürler ederek çekilip gitmişlerdi… – Ben bir kalenin karşısında çok duramam, dedi. Hiç sabrım yoktur. Ama Ali Paşa, çok sabırlı… Maşallah! Kethüda, başını kaldırdı: – O da sabırsız ama ne yapsın? Dregley pek yalçın, pek sarp… Borsem Dağları içinde baş kale bu imiş diyorlar. – Paşa muhafızlara evvela teslim teklif etmedi mi? – Etti. – Kabul etmediler mi? – Hayır, etmediler.

– Kalenin kumandanı kimdi? – Zondi isminde bir kahraman… – Ben onların kahramanlıklarını bilirim. Verdikleri sözü tutmazlar. “Vire”yi bozarlar. Elçiye hakaret ederler. – Hayır, Arslan Bey, Zondi bildiklerinizden değil. Çok mert bir adam. – Paşa, teslim teklifini kiminle gönderdi? – Papaz Marten Uruçgalo ile gönderdi. – Ne ise… Türk elçi gönderseydi mutlaka canına kıyarlardı. – Paşa, Türk elçisi gönderseydi Zondi bunu yapmazdı. – Ne biliyorsun? – Papaz Marten’e söylediği sözlerden anladım. – Ne demiş? – Demiş ki: “Git, Paşa’ya söyle. Bana teslim teklif etmesin. Bir askere bundan büyük hakaret olamaz. O nasıl harp adamı ise ben de harp adamıyım. Ya ölürüm ya galip gelirim.

Ama görüyorum ki benim işim bitti. O durmasın, bütün kuvvetiyle hücum etsin. Ben mutlaka, yıkılacak kalenin taşları altında kalmak isterim.” – Sahi, namuslu bir askermiş… Kethüda: – Yalnız namuslu bir asker değil, Arslan Bey! Hem de gayet âlicenap bir mert, dedi. – Nasıl? – Bakın anlatayım. Papaz Marten ordugâha red haberini getirmek için dönerken Zondi onu tutmuş. Evvelce esir aldığı iki Türk delikanlısını yanına getirmiş. Bunlara gayet kıymetli erguvani elbiseler giydirmiş. Ceplerini altınla doldurmuş. “Al bunları, Paşa’ya götür. Benim ile beraber ölmelerini istemiyorum. Çok yiğit gençlerdir. Terbiyelerine dikkat etsin. Devletine iki büyük asker yetiştirmiş olur.” demiş.

– Sahi âlicenap bir adammış. – Sonra, elimize sağ geçen esirlerden işittik. Kalenin avlusuna silahlarını, gümüş takımlarını, en kıymetli eşyalarını yığarak yakmış. Ahırındaki savaş atlarını, ağlayarak kendi eliyle öldürmüş. Son hücumda bizim asker kalenin kapısını zorladı, kırdı. Yeniçeriler bir kurşunla yaralanan Zondi’yi diri diri yakalamaya çalıştılar. Ama mümkün olmadı. O, dizüstü sürünerek ölünceye kadar vuruştu. – Demek Paşa bu mert düşmanla konuşamadı. – Evet, konuşamadı. Onu, kalenin karşısına gömdürdü. Mezarının üstüne bir mızrak, bir bayrak dikilmesini emretti. – Aşk olsun! Ben olsam bir türbe yaptırırım vallahi! Arslan Bey düşmanın cesurunu, kahramanını, yılmazını severdi. Ona göre harp bir mertlik sanatıydı. Düşman ordusundan kaçıp kendisine sığınanlara hiç acımaz: “Hain, her yerde haindir.

” derdi. Ortalık bütün bütün kararıyor, gece oluyordu. Kethüda, uzun uzadıya anlattığı Dregley Kalesi’nin hikâyesini hâlâ bitiremiyordu. Yatsı namazı için abdest suyu taşıyan angaryacılar, meşalelerle geçmeye başladılar. Arslan Bey, Şalgo’nun, ateş böcekleri gibi sönük sönük parlayan ışıklarına bakıyordu. Kethüdanın sözlerini işitmeyerek kendi planını düşünüyordu. O biliyordu ki düşmanların hepsi Zondi gibi Plas Batanyus gibi, Lozonci gibi, kahraman değildi. İçlerinde tavşan kadar korkakları da vardı. Mesela Seçeni Kalesinin muhafızları, daha Ali Paşa yaklaşırken cephanelerini, erzaklarını, mallarını bir kurşun atmadan bile bırakıp kaçmışlardı. Birkaç güne kadar burası da alınınca Holloko, Boyak, Şağ, Keyarmat kaleleri kalıyordu. Ama Allah kerimdi. – Hepsinin zaptı belki bir ay sürmez, diye mırıldandı. Kethüdanın kumandanın ne düşündüğünden haberi yoktu. Anlamadı. Sordu: – Bu kalenin zaptı mı beyim? – Hayır; canım! Bu birkaç günlük iş! Hele hava biraz kapansın… Fulek’e kadar dört beş kale var.

Onların hepsini diyorum. – Bir ayda dört beş kale… Bu güç beyim. – Niçin güç olsun? – Daha bu kaleye bir tüfek atılmamış. Ben attan inerken yoldaşlar söylediler. – Ben burasını, bir kurşun atmadan alacağım. – Nasıl beyim? – Senin aklın ermez. Hava biraz kapansın, görürsün…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir