Orkun Ucar – Kizil Vaiz

Nasıl başlamalıyım? O yağmurlu ekim günü her zamankinden üzüntülü ve sıkıntılı olduğumu söylerek mi? Peki… Sıkıca ceketimin yakasını tutuyor, iliklerimi üşüten soğuk rüzgârın içime işlememesine çalışıyordum. Yeryüzüne olabildiğince yakın, yoğun gri bulutlar sanki sıkıntı ve kasveti de sıkıştırıyor gibiydiler. Arkadaşlarla buluştuğumuz, Đstiklal’deki Gitar Bar’dan çıkıp, Tü-nel’e doğru yürürken hayatımın dökümünü şöyle yapabilirdim; çalıştığım son televizyon kanalından, askere gidiyorum diye istifa etmiştim. Mevcut param beni ancak bir süre daha idare edebilecekti; yani kısa zamanda yeni bir iş bulamazsam ailemden harçlık almak zorunda kalacaktım. Ve yaklaşık altı ay önce biten bir ilişkinin acısını yaşıyor, bu nedenle hayata küsmüş gibi davranıyordum. Çok güvendiğim yazarlık yeteneğim, sevgilimin sarsıcı aynlış kararından sonra beni terk etmiş, daktilomun tozlanışını çaresizlik içinde seyrediyordum. Zaman geçirmek için bir tiyatro kursuna katılmıştım. Kurs, Tünel’in oradaki Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde veriliyordu. Geç kalmıştım ve yapacak daha iyi bir işim olmadığı için, sıkı yağmur altında bir sokak köpeği gibi ıslanarak ilerliyordum. Yağmur depresifliğimi arttırmıştı. Etrafımdaki her şeyin yapay olduğuna dair bir kuşku belirmişti zihnimde; sokakta zıplayan yağmur dam- laları, neon lambalarıyla aydınlatılmış vitrinler, bir randevuya gecikmiş-cesine koşuşan insanlar… Sanki tüm cadde iki boyutlu bir dekor, iki yanımdan akan insan trafiği rollerini kusursuzca canlandırmaya çalışan aktörlerdi. Mutlu, canlı, dolu dolu yaşayan insanların olduğu bir yaşam olduğunu hayal bile edemiyordum. Ne zaman olmuştu bilmiyorum ama, tüm dünyanın yasa girdiği bir ölüm gerçekleşmiş gibiydi. Belki de ölen benim diye düşündüm. Cesedim karanlık bir kuyunun dibinde… Bir hayalet olarak mı dolaşıyordum bu insanların arasında? Varlığımı hissedebilmek, yaşadığımı kanıtlaya-bilm.


ek için çığlık çığlığa bağırmak istiyordum. Zor tutuyordum kendimi… Geceye katlanabiliyordum ama gündüzden geceye geçişteki alacakaranlığa, biçimleri olan nesnelerin neredeyse edepsizce gölgelerle birleşmeye başladığı anlara dayanamıyordum. Sonbahar erken gelmişti; görüntünüzü bulandıran, renkleri öldüren, sürekli çiseleyen yağmurlar, şafaktan, günbatımına güneşi göstermeyen bulutlu havalar, zaten bozuk olan ruh halimi iyice harap etmişti. Yıpratıcı, aşındırıcı ve soğuk ayların önümde uzandığı kışı çıkaramıyacağımı sessizce kabul ediyordum. Đşte bu tükenmek üzere olan yaşama içgüdümle, Galatasaray Li-sesi’ni henüz geçmiştim ki, gözlerim Gökhan’ı seçer gibi oldu. Şaşırmıştım. Gökhan birkaç ay önce birden ortadan kaybolan, intihar ettiği söylentisi yayılan bir arkadaşımdı. Üç yüz metre kadar önümdeydi. Onu, kendine özgü yürüyüş stilinden, arkasında anarko işareti çizilmiş deri ceketinden tanımıştım. Adımlarımı sıklaştırıp yetişmeye çalıştım. Çok hızlı yürüyordu. Artık koşmaya karar vermiştim ki, bir ara sokağa donuverdi. Sokağın başına geldiğimde “Postacılar” tabelasını gördüm, hemen ilerlemeye başladım. Đki tarafı yüksek bahçe duvarlarıyla çevrili dar bir sokaktı. Etrafta bazı kiliseler olduğu biliyordum.

Onların duvarları olmalı diye düşündüm. Seslendim ama Gökhan beni duymuyordu. Birden sol tarafa dönüp yok oluverdi. Đyice meraklanmıştım. Gözden kaybolduğu noktaya geldiğimde demir bir kapı ile karşılaştım. Kilidin yanındaki ufak delikten bir ip uzanıyordu, çekerek kapıyı açtım. Dar, taş bir yolla karşılaştım, iki yanında çiçek — 6 — tarhları vardı. Bir de, elinde okuyla duran Eros heykeli olan, küçük bahçe havuzu. Taş yolun ötesinde kapının girişi cam rüzgârlıkla korunuyordu. Kapının önüne geldiğimde üstünde mermere kazılmış uyarı dikkatimi çekti. Yalnız Gören Gözler Girebilir!. Birkaç gazetede muhabir olarak çalışmıştım, edebiyat dünyasını da takip ederdim ama böyle bir kulübü hiç duymamıştım. Zilin altında “Nitimur in Vetitum!” yazıyordu. Latince bir deyim olmalıydı ama anlamını bilmiyordum. Gökhan’a ne olduğu yolundaki merakım, çekingenliğimi bastırdığı için zili çaldım.

Küçük bir kilit açılma sesi duyunca kapıyı ittim. Önümde bir hol uzanıyordu, yerde kırmızı bir halı vardı. Duvarlar, kare şeklinde işlemeli ağaç çerçevelerle kaplıydı. Tavan tıpkı Rönesans kiliselerinde olduğu gibi dini resimlerle süslenmişti. Holün öbür ucunda meşe ağacından yapılmış, oymalı bir kapı dikkati çekiyordu, alt boşluğunda oynaşan sarı, kırmızı bir ışık vardı. Alev ışığı diye düşündüm; ya bir soba, ya da daha büyük bir ihtimalle şömine ateşi. Tedbirli bir şekilde birkaç adım atmıştım ki, tam arkamdan gelen sesle yerimde sıçrayıverdim; “Ceketinizi ve ayakkabılarınızı alabilir miyim?” Abdülvahap ile tanışmamız böyle olmuştu. Arkamı döndüğümde esmer, uzun suratlı, Đngiliz uşakları gibi giyinmiş bu iri adamla karşılaştım. Đnsanın gözlerini ayıramadığı büyük bir burnu vardı; hafifçe yamuktu, sanki sıkı bir kavgada kırılmış ve “doğru kaynamamış gibi. Yüzüne etkileyici bir hava veren sivri, beyaz sakalı ince dudaklarını çevreliyordu. Abdülvahap benim şaşkınlığımdan ve korkumdan hiç etkilenmemişti. Deri parçası ile kaplı olduğuna inanmanız için, epey dikkatli bakmanız gereken kemikli ellerini uzatarak tekrarladı; “Eğer girecekseniz beyzadem, ceketiniz ve ayakkabılarınız lütfen.” Arap kökenli olduğunu belli eden, genizden gelen, vurgulu bir konuşma tarzı vardı. Islak deri ceketimi ve çamurlu ayakkabılarımı uzattığımda, Abdül-vahap kare ağaç çerçevelerden birisini iterek, onları küçük bir odaya koydu. Askılarda birçok ceket ve pardesü vardı.

Bu arada endişeyle yürüdüğüm yola baktım; kırmızı halının üzerinde, ayakkabılarımdaki çamurun iz bırakmadığını görünce rahatladım… Abdülvahap tekrar yanıma geldiğinde, konuşmadan kulübün iç kapısına doğru yürümemi işaret etti. Oymalı, güzel kokulu bir ağaçtan eski kapı ve ejderha şeklindeki kapı koluna heyecanla bakıyordum. Abdülvahap gülümsedi… Kapıyı açıp, beni içeri itekledi. Đç odada, cennetle eş sayılabilecek bir manzarayla karşılaştığım için uzun süre ağzım açık kaldı. Oraya girdiğim andan itibaren ruhumu tüketen düşüncelerin, güçlü bir doz panzehir almışcasma eriyip gittiğini hissettim. Yüksek tavanlı beşgen bir odaydı; kapının da bulunduğu üç kenarda yerden tavana dek kitaplarla dolu raflar vardı. Bir kenarda ise içerideki ışığı ve sıcaklığı veren çok ince bir işçilikle yapıldığı belli olan süslemeli bir şömine, pencerenin olduğu kenardan ise karşı kıyıdan Kız Kulesi, tarihi yarımada ve Boğaz’ın görüldüğü nefis bir Đstanbul manzarası görülüyordu. Yeşil kumaşlarla kaplı, yüksek arkalıklı koltuklarda, ellerinde sıcak içecekle dolu bardaklar bulunan insanlar vardı. Hepsi, yanıbaşlarmda-ki yeşil camlı okuma lambaları açık, ellerindeki kitapların dünyasına gömülmüşlerdi. Tamamen bir huzur ve ahenk hakimdi ortama. Beyaz tüylü bir kedi gerine gerine şöminenin önündeki bir minderde yatıyordu. Odaya girişim pek tepki yaratmamıştı. On beş kadar kişiden sadece birkaçı şöyle gö-zucuyla bir bakış atıp, okuduklarına döndü. Bazılarını ismen dahi olsa tanıyordum; yeni çıkan kitabıyla ses getiren genç bir yazar, ünlü bir şair… Ne yapacağımı bilmez bir şekilde ayakta dururken, müzik başladı. Boş bir koltuğa ilerlerken bu garip müziği dinlemeye daldım; doğu müziğinin üflemeli çalgılanyla, batının yaylı çalgılarının karışımından çok hoş bir müzik.

Ney, klarnet, darbuka, keman, piyano ve viyolonselin bu kadar uyumlu bir şekilde bir müzik eserinde buluşabileceğini hayatta aklıma getiremezdim. Kalın halıda adımlarım öyle az ses çıkarıyordu ki, sanki tüy kadar hafiftim. Ben koltuğun ucuna, sahibi değilmişcesine ilişivermişken, Abdül-vahap sıcak bir fincan çay ve içi küçük sandviçlerle dolu bir tabak geti-riverdi hemen. Đtirazın boşa olduğunu anladığımdan, teşekkür edip aldım ve koltuğun yanındaki mermer tablanın üzerine koydum. Tiyatro kursunu çoktan unutmuştum. Durumumdan memnundum; çay çok güzel, sandviçler de lezzetliydi ve her zaman düşlediğim bir ortamda bulunuyordum. Kısa sürede tabağı temizlediğimi utançla itiraf etmeliyim. Yemeği ve çayı bitirdiğimde koltukta hareketsiz kalmayı birkaç dakika becerebildim. Bir taraftan Gökhan’ı merak ederek raflardaki kitaplara göz gezdirmeye koyuldum. Raflarda hemen hemen her dilden, çoğunun içerik dışında, koleksiyon anlamında da çok değerli olduğunu tahmin ettiğim kitaplar vardı. Latince, Farsça, Arapça, Fransızca, Đngilizce, Almanca, Đspanyolca, Yunanca ve Türkçe… Ben sadece Türkçe kitaplarla ilgilenebildim, çünkü başka dil bilmiyordum. Benim gibi bilimkurguseverler arasında efsane olan Antares fanzi-ninin cildini görünce, aldım ve koltuğa gömülüp okumaya başladım. Birkaç kez Abdülvahap’m gelip çay fincanını doldurduğunu şöyle böyle fark ettim. Bir ara elinde çevirmeli bir telefonla gelip; “Toplantıya kalacaksanız belki aramanız gereken bir yer vardır beyzadem. Geç kalacağınızı bildirmek isterseniz…” dedi.

Toplantı hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu, bozuntuya vermeden teşekkür ettim. Hareketlerim buradaki ahenk ve huzurla uyumlu bir zerafet içindeydi artık, annemi arayıp gecikeceğimi, endişelenmemesini söyledim. Abdülvahap telefonu almaya geldiğinde, elinde o doyama-dığım sandviçlerle dolu bir tabak daha vardı. Artık yabancılık hissetmiyordum, kulüp hizmetkarı olarak beni memnun etmeye çalışıyordu. Daha sonra kulüpte yediğim nefis yemekleri, Abdülvahap’m karısı Gülnihal Bacı’nın hazırladığını öğrenecektim. 9 — Ben tabaktakileri bir kez daha silip süpürürken kapının açılmasıyla gözle görülür bir hareketlenme oldu. Odada bulunan herkes koltuklarında şöyle bir dikildi, en önemlisi şöminenin karşısındaki minderde esneyen kedi hızla kapıya doğru hareket edip hırkalı bir adamın kucağına atlayıverdi. Đçeri giren beyaz sakallı, güleç yüzlü bir ihtiyardı. Elindeki bastona rağmen dinç olduğu fark ediliyordu, gözlerinin içi gülüyor ama aynı zamanda güçlü bir karakterin karizması da hissediliyordu. Eğer bu gizemli kulüpte bir yöneticilik söz konusuysa, başkan bu adam olmalıydı… Dikkatleri üzerinde toplaması için abartılı hareketler yapmasına gerek yoktu. Bastonunu koltuk altına kıstınp, bir eliyle piposunu çıkanrken, öbür elindeki kediyle, kendisine ayrıldığı belli olan, şöminenin yanındaki bir koltuğa ilerledi. Arkasından Gökhan’ında içeri süzüldüğünü gördüm, belki de ikisi bir başka odada özel bir görüşme yapmışlardı. Beyaz sakallı ihtiyar, izleyeni büyüleyen bir zerafetle piposunu temizleyip yakmaya koyulurken tüm kulüp hareketlenmiş, insanlar ya minderlerini, ya da koltuklarını, şöminenin çevresinde yarım ay olacak şekilde yerleştirmeye başlamışlardı. Ben de acele ederek, koltuğumu Gökhan’ın yanına çektim. Kayıp arkadaşımın koluna dokundum.

Kafasını çevirdiğinde, büyük bir şaşkınlık oluştu bakışlarında; “Atilla!. Sen nasıl?!…” dedi, sonra bu soruların yanıtlarının o an için önemi yokmuş gibi kısık sesle “Neyse dışarı çıkınca konuşuruz bunları. Ağzını açma, sadece dinle.” diye ekledi. Nihayet kımıldanmalar bitmiş, ihtiyar piposunu yakıp, çayını yudumlamaya başlamıştı. Kedi kucağında bazı yerlerinde ipliği çıkmış hır-kasıyla oynuyordu. Bir sessizlik anından sonra yumuşak bir ses tonuyla konuştu, “Nitimur in Vetitum kutsamasıyla, öykü celsemizi açıyorum. Bu gece Yakub’u dinleyecektik hatırladığım kadarıyla…” Solumdaki koltuktan cevap gelince bir an irkilip sıçradım, “Evet Sinbad. Galiba bugün her şeyin başlangıcındaki öyküyü anlatmanın vakti geldi.” (Đhtiyarın adını ilk kez o an duydum) 10 Konuşan adam, pos bıyıklı, dudakları hep gülümser gibi yukarıya doğru kıvrık, ilk bakışta bir bekçi veya kapıcıyı andıran bir adamdı. Daha sonradan bu tahminimde bir ölçüde haklı olduğumu anlayacaktım. Onun muhteşem öykülerinin ilkiyle o gece tanıştım… Bazılarının dediği gibi hayat şaşırtıcı olaylarla doludur. Ve bazen şans benim gibi, hangi işe el atsa başarayamayan bir serserinin yüzüne bile gülebilir. Yolun yarısına gelmiş; (acı acı itiraf etmek zorundayım ki) geriye baktığında, tek bir olumlu faaliyeti olmamış biriydim. Ufak tefek sahtekarlıklarla geçinmeye çalışıyor, onda bile başarısız olduğum için, ancak tanıdıklarımdan geriye ödeyemeyeceğim borçlar alarak, köhne bir meyhanenin ikinci katında yaşıyordum.

Yumurta kafa, belki de hayatımın en değişmesi gereken zamanında karşıma çıktı. Yine terso vaziyetlerde meyhaneye geri dönmüştüm. Sıkıntılıydım, çünkü parasız kaldığım zamanlarda Abdi Amca’nm müşterilerinin yağlı bulaşıklarını yıkamak zorunda kalıyordum. Abdi Amca daha içeri girdiğimde vaziyeti anlamış, bulaşık bezini suratıma atmıştı. Ama mutfağa buyur etmeden önce, kısık sesiyle bir ziyaretçim olduğunu da belirtti. Beni genelde hayırlı bir iş için aramazlar, bu nedenle tedbirli davranması doğaldı. Adamın tam arkamdaki masada oturduğunu bakışlarının yönünden anladığımda, başımı çevirmemek için zor tuttum kendimi. Herif durumdan kuşku-lanabilirdi. “Sence polis mi?” diye sordum. Abdi Amca gerçek bir insan sarrafıydı, “Yok canım. Tam bir sünepe. Ya avukattır, ya da muhasebeci…” Artık iyice meraklanmıştım. Adama doğru dönünce, o da yayı kurulmuş oyuncak gibi yerinden fırlayıverdi. “Yakub Bey?…” Elindeki eski çantayı, sanki kaçırırlar korkusuyla kucaklamış bana doğru ilerliyordu. Abdi Amca’nm gözlemleri isabetliydi.

Te11 peşi açılmış kafasının yanındaki birkaç tel saç özenle taranmış, düğme burnunun üzerine oturtulmuş tel çerçeveli gözlüğüyle bu yumurta kafa ancak bir avukat olabilirdi. Ben cevap vermeden, cebinden çıkardığı kâğıdı uzatınca hemen tepkimi verdim; “Hop dedik. O elindeki ne menem bir şey bilmem ama mahkeme celbi filansa, yediririm ona göre.” Herif tavuk gibi irkiliverdi; “Aman efendim, ben dedenizin avukatıyım. Miras konusu için gelmiştim.” der demez ben az daha şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. Dedem Đskender Efendi ha!. Anamın babasını hiç tanımamıştım. Adam sert biriymiş ve haklı olarak; benim çilekeş anam, babam gibi yeri yurdu belli olmayan bir serseriye kaçtığı zaman evlatlıktan reddedivermiş. Uzun sözün kısası; yumurta kafa bana dedemin vefat ettiğini ve ondan bana bir depo ile bir evin miras kaldığını haber vermeye gelmiş. Ondan sonrası rüya gibi gelişti. Beni nasıl bulabildiğine ilişkin bir bilgi vermeden, elime mirasla ilgili elli sayfalık bir dosyayı tutuşturup, bir taksiyle depoyu göstermeye götürüverdi. Ev ve depo Galata’da ara sokaklardan birisine saklanmış gibiydi. Đkisi de köhne ve hemen yıkılıverecekmiş gibi duruyordu. Birilerinin burayı bulup da depoya mal bırakması inanılacak şey değildi.

“Bunları hemen satabilirim değil mi?” dediğimde avukatm yüzü kıpkırmızı kesiliverdi. “Buna imkân yok Yakub Bey. Dedenizin miras şartları kesin ve değiştirilemez. Bu iki gayrimenkul kesinlikle satılamaz. Mirasın geri kalan kısmını kullanabilmeniz bu depoyu sürekli işletmenize bağlıdır.” Đlk defa ilgimi çeken bir konuyu açıyordu; “Neymiş o geri kalan kısım?” diye sordum. Yine de depoyu sürekli işletme zorunluluğu hapis hayatı dayatması gibi gelmişti bana. Avukat hakim olduğu alanlara girildiğinde dikleşiyor, ağzından kelimeler daha hızlı çıkıyordu. “Đsviçre’de bir banka hesabına müşterileriniz düzenli olarak depodaki malların kiralarını yatırırlar. Bazen aylık, bazen yıllık, hatta yarım asırlık… Sizin bu hesaptan yararlanabilmeniz, ancak deponun işletmeciliğini devam ettirmeniz halinde mümkün olacaktır. Bu konuda denetleyici ben tayin edildim.” dedikten

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle
  1. bu kitaplara yapacağım yorum yazarın dedikleri tek tek çıkmakta bizim bu topraklarda huzur içinde yaşamamız çok zor görülüyor. o kadar karmaşık işler oluyorki anlatamam. baksanıza yüz yıldan sonra bi anda gaz buluyoru akıllı uçaklar yapıyoruz birilerine kafa tutuyoruz. bunun anlamı yüzyıl sonra yavaş yavaş tekrarmı uyanıyoruz acaba diyorum
    not
    bukitabı indiremiyoruz sanırım