Panait Istrati – Angel Dayi

Nisan başlangıcında bir akşam karanlık basarken, İbrail’den beş kilometre kadar ötede olan Baldovineşti köyü İsa’nın dirilişi yortusunun ilk gününü kutluyordu. Köylüler, avlularında kuru saz demetleri tutuşturuyorlardı; insanların en iyisinin hatırasını anmak için Ortodoks köylü âdeti üzere her yanda neşeli silah patlamaları uğulduyordu. Dört kardeşin en büyüğü olan Zoitza ana ile biricik oğlu Adrian –on sekiz yaşında bir delikanlı–, üç günlük paskalya yortusunu geçirmek üzere şehirden gelerek ailenin en küçüğü Dimi Dayı’nın kulübesinde buluşmuşlardı. Zoitza ana, oğlunu dünyaya getirdikten birkaç ay sonra dul kalmış, elinin emeğiyle geçinerek bir daha evlenmemişti. Dimi’nin kulübesinde fazla yer yoktu. Biçare köylü, genç yaşında, şimdiden kalabalık bir aile sahibi olmuştu, ama halim-selim bir kadın olan ablası, odanın bir köşesiyle yetiniyor, değişikliklerden daima hoşlanan Adrian ise, aldırış etmeden dayısıyla ambardaki samanlıkta yatmaya, onun hikâyelerini dinlemeye ve ona şehir hikâyelerini anlatmaya gidiyordu. Bazen, Adrian bu yaşayış tarzına şaşardı: – Sen ambarda yatıyorsun, karın da çocuklarınla; buna yaşamak denmez!. – Ne yapalım, delikanlım; yoksa, deh, nasıl söyleyeyim sana? Çocuklar çabuk geliyorlar… – Amma da sebep! Peki ambardan inince ne yaparsın? — Saz biçmek için bataklığa giderim… – Ambara çıkarım… – Ya çocukların nereden gelirler? – Onları Allah gönderir… Borş, kuzu kızartması, kozanak ve «kırmızı yumurta»dan ibaret geleneksel akşam yemeği biter bitmez, Dimi, sat demetini tutuşturmak ve kuru sıkı tüfek atmak için avluya çıktı. Bütün yumurcaklar peşinden gittiler, hatta büyükler bile. Gece yıldızlıydı. Dimi, Galatz’a doğru giden trenin gürültüsünü dinledi de: – Dokuz ekspresi, dedi. Sazları tutuşturdu. Hemen dumanlı alevler, etrafında küçük kızıl şeytanlar gibi koşuşan bacaksızların baş döndürücü bağrışmaları arasında, dimdik göğe yükseldi. Sonra, her patlayışın ardından, dindar bir Ortodoks inancıyla: «İsa dirildi!» diyerek çiftesinin iki namlusunu havaya boşalttı.


O anda, Adrian’ın annesi, oğlunu kolundan tuttu, bir yana çekti, ona hâkim ve üzgün bir sesle emretti: – Komşumuz papaz Stefan’a koş, benim tarafımdan söyle, hemen buraya gelsin. Sonra, Angel Dayı’na kadar git, onu buraya getir. Adrian, annesi bir yılanı eliyle tutmasını söylemiş gibi, ürperdi: – İyi ama, anne, biliyorsun ki, Angel Dayı, bize dargın, artık kimseyi görmek istemiyor. – Zaten onun için gelmesi lazım ya; ona, seni ablan çağırıyor de. Çabuk koş! Karanlıkta kayboldu. * Angel Dayı bu yoksul ailenin ikinci evladıydı. Felaketli bir talihsizlik ona musallat olmuş, bu neşeli ve dindar adamı asık suratlı bir zındık yapmıştı. Derebeyinin topraklarına bağlı rençberler olan dört kız ve erkek kardeşin tek mülkleri baba kulübesinin direkleriyle yemiş ağaçları ve bağdı. Toprak onların değildi. Dul ananın yanında kalan küçük oğul müstesna, hepsi bir yana dağıldılar. İlk önce iki kız kardeş gidip meşru nikâhı umursamayan iki Rum’a kapatma oldular. Angel oğlan, dokuz yaşında iken, civardaki İbrail şehrinde bir şarap tacirinin yanına çırak girdi. Daha çocuk yaşta bile başkasının toprağında çalışmaktan derin bir tiksinti duyardı. Cömert bir adam olan, hizmetini bol bol ödeyen ustasının yanında on yıl kaldı. Köyüne dönünce oranın en güzel ve en fakir kızına çılgınca aşık oldu ve hemen onu aldı. Miyopluğu dolayısıyla askere alınmadı, biraz toprak satın alarak köy dışında Galatz’a giden büyük yol üzerinde bir meyhane açtı.

İşleri yolunda gitti. Türklerle yapılan 1877 savaşının elverişli neticeleri ona çok yardım etti. On yıl içinde, dükkânından beş yüz metre ötede bir başka arazi satın alacak kadar servet yaptı; oraya en iyi yemiş ağaçları, çok geçmeden meşhur olan bir bağ dikti, ahırı, cins inekleri, kümesi, mandası, domuz ağılı vs. ile köyün en güzel evini yaptı. Ama aile hayatında çok daha az mesut; hatta bedbaht oldu. Bir on yıl daha geçince kader ona bir felaket hazırladı. Karısı ahmak, hınzır, böyle bir evi idare etmekten aciz ve iğrenç derecede pisti. Çocuğu, yanında kazurat içinde yüzerken, içi sinekle dolu ağzı açık, saatlerce uyurdu. Hayvanlar susuzluktan kudururdu. Avluya, eve, ancak bir şey çalmak istemeyen kimse girerdi. Adrian, bir yaz günü, dayısının, evde sinek pislikleriyle sıvazlanarak gün ışığını geçirmez bir hale giren bütün camları kırdığını hatırladı. Kadın, bütün bu patırtı esnasında uyanmadı. Kocası yanından geçerken, horlayarak uyuyan karısına baktı, yüzüne okkalı bir balgam savurdu ve gitti. Kadın, uykusuna devam etti. Sert davranmakla kadının bu huyunu düzeltebileceğini sanarak sık sık karısını dövdü.

Ama onu daha çok ahmaklaştırmaktan başka bir şey yapamadı. O zaman bütün hayvanlarını sattı, çekip gitti; ancak ayda bir defa oraya uğruyordu. Kadının dünyaya getirdiği çocukları böyle bir ananın yanında yaşamaktan kurtarmak için, onları beş yaşına bastıkça birer birer elinden alıp ve Galatz’daki bir akrabasının yanına pansiyona verirdi, terbiyelerini yakından takip ederek, yılda beş altı kere kendilerini görmek için oraya giderdi. Bundan sonra, kendini karısına bağlayan son bağı, cinsel bağı da kopardı. Oraların en parlağı olması gereken ev, ancak en geniş insan ahırı oldu. Evlilik hayatındaki bu talihsizliğinden sonra, ilkin metresler tuttu, ama hiç arzu duymadan, sırf intikam almak için, karısını tahrik etmek, «uyandırmak» için. Kadın söylenenleri dinledi, gözleriyle gördü, hiç oralı olmadı. Uykusu daha tatlıydı. Artık elini yüzünü yıkamak zahmetine bile girmiyor, yemek yerken uyuyordu. Fakat, bu yorulmak bilmez, çalışkan adamın refahını kindar bir kıskançlıkla gören insanlar, aile hayatındaki bu ıstırapla tatmin olmadılar; kocanın bedbahtlığı onlara kâfi gelmedi. Bir gece, insanlıkla ilgisi olmayan eller, yakalanmak korkusu olmadan güzel eve ateş verdiler. Angel Dayı, dükkânının arkasındaki odanın pencerelerinden, damı galvanizli saclarla kaplı evini alevlerin sardığını gördü. Kendisini evini kurtarmaya çağıran insanların bağrışmalarına kulakları tıkalı kaldı; kendi kendine: “Tek o da birlikte yansın da!” diyordu. O yanmadı, yangından komşular tarafından kurtarılan güzelliklerinin ters yüzünü göstermek için bu kadını dünyaya getirmiş olan Yaradan, onu şiddetli bir zatürree ile canevinden vurarak Arafındaki tövbekârları korkutmak için yanına çağırıncaya kadar bu hal böylece devam etti. Angel Dayı, tuhaftır ama, onun beklenmedik ölümü karşısında duygusuz kalmadı.

On beşinci yaşına basarken, meraklı kitaplar okumak, “Evrenin kaynağı”nı veya “Dünyanın teşekkülü”nü anlatmak için sık sık onu ziyarete gelen ve adamcağızın hudutsuz bir muhabbetle sevdiği yeğeni Adrian, onun böyle duygulu anlarına sık sık şahit oldu. Nefis mehtaplı gecelerde, yangın yerinde birlikte gezerlerken, nice defalar dayısının, mendilini çıkarıp gözyaşlarını sildiğini görmüştü! Yıkılmış temel direkleri odalarda birikmiş yağmur suları içinde çürüyordu. Yanmış direklerin çapraşıklığı içinde eşya parçaları görünüyordu. Öte yanda, duvar parçalarından başka bir şey yoktu. Yangından kurtulan büyük ahır, pek çok kimsenin nazarına uğrayan bir davarı hüzünle anıyordu. Eski güzel avluda serbestçe boy atan sazlar, katırtırnakları, baldıranlar, adam boyuna çıkıyordu. Bedbaht adam, sesi acıdan kısılmış, “Görüyor musun, Adrian,” diyordu, “bu mezarlığı görüyor musun? Bunun yarısı insanların, yarısı da kaderin eseridir. Bu mülk bana babamdan miras kalmış olsaydı, başkalarının bana haset etmelerini ve derebeylerinin sarayları dururken evimi kundaklamalarını gene anlayacaktım. Ama bu ev, yirmi yıllık yorgunluktan sonra, benim alnımın terinden doğmuştu. Bir lüks değil, gerekli bir şey, karısıyla birlikte, akılsız bir hayvan gibi değil de insan gibi yaşamak için her adama gerekli olan bir şeydi. Beni hiçbir zaman cimrilikle de itham edemezler; aç olan, evimde daima açlığını giderecek bir şeyler bulurdu; büyük bayramlar geldiği zaman da etrafı çocuklarla çevrili himayesiz dulu düşünürdüm; ona paskalya yumurtaları, yağlı çörek ve Noel domuzunun yağıyla budunu götürmeye giderdim. Sadaka dağıtmıyor, sadece vazifemi yapıyordum. Allah bana vermişti. Ben de, benim için fazla olanı veriyordum ve bununla da övünmüyordum. Buna hakkım yoktu, çünkü iyilikte beni geçenleri de gördüm; bunlar, ekmeğini yolda rastladığı ilk aç insanla paylaşanlardı… “Beni zengin olmak için müşterilerimi soymuş olmakla da itham edemezler.

Ustamda görmüş olduğum dürüstlük örneğini takip ediyordum. Kârım büyük olduysa, sebebi, şarabımla rakımı, yerinde, dereler gibi aktığı zaman tedarik edişimdi. Fakat, kışın, bıyıklarından buz parçaları sarkarak kapımı açan arabacıya hiçbir zaman bir kardeşten başka bir gözle bakmadım. Onun donmuş ellerini sıkar ve ocağımın yanında ona yer verirdim. Onun hayvanları için bütün civarda eşi olmayan bir ahır yaptırmıştım; atların önüne attığım bir avuç saman için de asla para kabul etmek istemedim. Sattığım şarapla rakı, en iyi cinstendi ve herkesin yaptığı gibi çoğaltmak için bir damla su kattıysam iki gözüm önüme aksın. Bir adamın yeteri kadar içmiş olduğunu, hırsına kapılarak bunu geçmek, aklını içmek ve işinden geri kalmak istediğini gördü mü, ona kendi hesabıma bir kadeh doldurur ve yoluna devam etmesini tavsiye ederdim. Çok zaman, müşterime yolunu göstermek zorunda kaldım. Böylece, bir nevi uşaklığını ediyordum, öyle ya, şafaktan gece yarısına kadar onu bekleyerek vaktimi ayakta geçiriyordum. Dükkân kapandıktan sonra da biri kapımı çalarsa, bir hırsızla karşılaşabileceğimi unutur, yataktan kalkarak kapıyı açardım. “Ama iyilik örneği olmak pek de bir işe yaramıyor, yeryüzünde yalnız nankörler yaşamasa bile, fenalık, onu mahvetmek için, yüz faziletliye karşılık ancak tek bir kötünün eline muhtaçtır. Bu el, kafama inmeye hazır, karanlıkta beni gözlüyordu. Hal ve vaktimin yerinde olmasını affedemezdi. Onun gibi avuç açmak veya vurmak için yaratılmış uyuz bir elden başka bir şey olmama tahammül edemedi ve tepeme indi. Bu iş kolay oldu; karım uyuyordu!” “Ah Adrian! Burada kötü adamın eli, mahvetmek için, büsbütün kötü olan kaderin eline rastladı ve tahrip eserinin tamamlanması için ikisi birleştiler!.

Köyün en güzel kızını sevmek bir suç mu olmuştu? En çirkinini seven olur mu? Bilemem. Bugün bildiğim bir şey varsa; aşk beni körletmişti, yatağının altı süpürülmüş mü, kulaklarının ardı temiz mi, ayakları yıkanmış mı, bakmayı bilemedim. Adrian, yüreğin beni yakmış olan tanrısal ateşle tutuştuğu gün, sözlerimi hatırla ve kendini bütün benliğinle beşeri çirkefe teslim etmeden önce, benim yapmamış olduğumu yap: Yavuklunun yatağının altına bak, kulaklarının ardına ve cilalı kunduralar içinde saklı ayaklarına bak… Sözlerimi unutursan, burada gördüğüm mezarlığı hatırla, gözerini bu harabelere çevir, insanların kayıtsızlığına savrulmuş bir lanet gibi biten şu yabani otlara, hayvanlarına ağlayan şu ahıra, göklere ıstırabını haykıran şu yıkık duvarlara bak, insanın ışıktan korkan köstebek gibi değil de, refah ve temizlik içinde yaşamak hakkını ilan ederek bir kulübeler sürüsünün yukarısında vekarla yükselen bir damın üstünde evvelce bir ayna gibi parlayan şu paslanmış ve bükülmüş koca sac yığınlarına bak. Burada gördüğün tabloyu hatırla. Ve kanın seni memleketin en güzel kızının dizlerine sürüklemek isterse, karşı koy, şu harabeleri imdadına çağır, kendi kendine, de ki: “Angel Dayı köyün en güzel kızını körü körüne sevdiği, yatağının altına, kulaklarının ardına ve ayaklarının parmaklarına bakmadığı için hayatını mahvetti! “Ve merhametsiz kaderi kendinden uzaklaştır!.” Angel Dayı, karısının ölümünden sonra, birkaç yıl, bekçisiz binayı kendi haline bırakmakta devam etti. Çocuklar onu idare edecek vaziyete geldikleri gün, yine tekrar eski parlaklığını vermek niyetindeydi. Değerli nesi varsa, hepsini kaldırıp dükkânının etrafına yığdıktan sonra bir dindar, ama sattığı şaraba dilini daldırmak âdetini edinmiş bir dindar hayatı yaşamaya başladı. İri, sağlam ve adaleli bir adamdı; vakur edası, güzel sakalı, kıvırcık ve kırçıl güzel saçlarıyla herkesin üzerinde tesir yapardı. İçeriye gireni tanımak için yüzünü onun yüzüne doğru yaklaştıran miyopluğu bu tesiri arttırdı. Temiz yürekliydi, ama bütün şahsi gayreti sayesinde yükselmiş olanlar gibi kendisine fazla karşı gelinmesine tahammül etmezdi. Çocukları kendisine şeref verecek vaziyete geldikleri gün, söylediğine göre, “harabeleri saraya çevirmek” hedefine erişmek için gayretini on misline çıkardı. Böylece, felaketine rağmen, zengin bir adam olarak tanılıyordu. Ama gerçek serveti, saadeti, ümidi, üç çocuğundaydı: On yedi yaşında bir oğlanla, sekiz ve on yaşlarında iki kız. Oğlan ertesi yıl liseyi bitirecekti.

Adrian’ın annesine: “Sonra bakarız,” diyordu; “mektepten çıkar çıkmaz orduda bir yıllık hizmetini görecek. Askerliğe istidadı varsa, onu bir zabit, vatanı korumak için kuvvetli ve zeki bir kol yapmak isterim; yoksa, canının istediği mesleği seçsin.” Kızlarını yalnız “ev kadını” yapmak, çeyizlerini verip şehirde evlendirmek istiyordu. İnsan neler hayal eder… Müthiş bir kış günü, tek başına tasavvurlarına dalmışken, dükkâna dört kişi, tanımadığı dört adam girdi. Angel Dayı, âdeti üzere onları tanımak için başını uzattı; ama yüreği, tehlikeyle temasa gelen salyangozun boynuzları gibi büzüldü: Yüzleri hoşuna gitmemişti. Eli cebinden hiç eksik etmediği tabancasına sarılırken kendi kendine: “Eğer bunlar namuslu adamlarsa artık yüreğime inanmayacağım.” diyor. Adamlar: – Merhaba Angel! diyorlar, dükkânın sıcak! – Hoş geldiniz, yolcular! Hava kötü, ha? Ama içinden ilave ediyor: “Hapı yuttuk bu sesler katil sesi.” – Karnımız aç. Angel, hem içmek istiyoruz. Senin şarabın buzu eritirmiş diyorlar. – Olabilir, dostlarım. Ama onun eritemediği bir buz bilirim. – Hah, ha! Nekre adamsın be Angel. Peki nedir bu buz? – Vallahi, sizin bilmeniz lazım: Ona “köpek yüreği” derler, ama tabir yerinde değildir, çünkü gerçek dostlar olan o zavallı hayvanlara hakarettir.

Bunu söylerken yanından bir adım ayrılmayan iki büyük çoban köpeğini gösterdi. – Adam sen de! Kötü şeyler düşünüyorsun. Dünya o kadar fena değildir. – Belki; ama insan, benim gibi yol boyunca meyhaneci olunca, her çeşidini görür ve geceleri bir gözü açık uyur. Bu ihtar müşterileri kiminle alışverişleri olduğunu hissettirdi. Kendilerine yiyecek içecek verildi; domuz yağı, ekmek ve şarap. Kendine mülayim bir insan süsü vermeye çalışan biri dedi ki: – Angel, bize bodrumdan taze şarap getirmez misin? Dayı, acı acı güldü ve düşündü: “Ya, beni kapana tıkmak istiyorsunuz ha!” Cevap verdi: – Bir dakika önce beş litrelik bir çömlek çıkardım. Erbapsanız, kokusundan tanırsınız. Bu cevap biraz planlarını bozdu, ama böyle engellere aldıracak haydutlardan değildiler. Bir lahza sonra, içlerinden biri “su dökmek” için dışarı çıktı ve Dayı, bunun tecavüze geçmek için bir işaret olduğunu anladı: Herif dışarısını gözetleyecekti. Angel’in rengi attı ve hazırlandı. Bir an silahını çekerek: “Eller yukarı!” diye haykırmayı düşündü. Ama yanılmış olabileceğini düşündü. Birkaç dakika sonra bunu yapmadığına pişman oldu. Adamlar yüksek sesle muhayyel bir işten bahsediyorlardı.

Kibrit istediler. Dayı, kendi kendine: “Yandık!” dedi. Yüreği ve adımları metin, bir eli paltosunun cebindeki silahta, onlara doğru yürüdü. Sol eliyle kutuyu uzattı. Üç adamın en kuvvetlisi, dalgın bir tavırla konuşarak, kutuyu almak için ağır ağır elini uzattı; ama tam eli kutuya dokunacağı sırada bir sıçrayışta bileği bir mengene gibi kıstırdı; aynı saniyede, kurbanın cebinde patlayan silahla yıldırımla vurulmuş gibi yere devrildiyse de, ötekiler Dayı’ya silahını çıkaracak kadar vakit bırakmadılar. Kısa sopalarla kafa tasını kırdılar; zavallı adam yere yıkıldı. Bu esnada köpekler mütecavizlerin baldırlarını müthiş bir surette, fakat nafile yere paralıyorlardı. Köpekleri öldürdüler. Tezgâhta bulunan para, acele alındı ve haydutlar yerde hareketsiz yatan arkadaşlarını orada bırakarak kayboldular. Angel Dayı, canilerden birini yaralamış olması, bir de kurban verdiği iki köpek sayesinde hayatını kurtardı. Köpekler diğer iki haydudun bacaklarını o kadar hırpalamışlardı ki, bunlar biraz daha dururlarsa kaçamayacaklarından korkmuşlardı. Bir saat sonra oradan geçen arabacılar, kendi kanları içinde yatan Angel’le haydudu kaldırdılar. Birinin kafatası patlamış, öteki karnına bir kurşun yemişti, ikisi de henüz yaşıyorlardı; onları İbrail’e götürdüler ve orada her ikisi de kurtarıldı. Elli gün hastanede yattıktan sonra, Dayı zayıflamış, ama yalnız kanını kaybetmiş olarak çıktı. Altı ay sonra hayatından daha değerli bir şey kaybedecekti: Tuna üzerinde bir kazada iki kızcağızını kaybetti; bir kayık gezintisinde devrilen kayıklar yüzünden onlarla birlikte daha birçok kimseler boğulmuştu.

Angel Dayı, bu olayda merhametsiz kaderin elini yakından gördü. Ama kader bu adama, Allah adamın omuzlarına taşıyacağı kadar yüklemez! diyen bir Romen atasözünün ifade ettiği bütün korkunçluğu tanıtmaya ahdetmişti. Kuvvetli bir insan omuzlarında ne felaketler taşıyabiliyor! Mezarsız kalan iki kızın istirahatı için kilisede yaptırdığı bir ruhani ayinden dönüşte, dükkânına kapandı ve saatlerce elleri cebinde, dolaştı. Sonra kapıyı ardına kadar açtı, eşiğe çıktı, bir adamın yüzüne tükürür gibi önüne hızla tükürdü ve dedi ki: – Al sana, sefil talih! Sen belimi büküyorsun ama ben işte doğrulup senin yüzüne tükürüyorum. Al sana! Bir kere daha tükürdü. Geriye oğlu kalmıştı, acıların ve içkilerin hükmü altındaki beyninin gecesini aydınlatan son alev. Kader alevi üfledi ve söndürdü… Oğlunun bir süvari alayına girişinden on bir ya sonra ve alayda kalmak arzusunu bildiren mektubunun Angel‘in eline geçmesinden yirmi dört saat sonra, insanların en bedbahtı, henüz mesut olarak, dükkânını kapıyor ve harap arazisini imar etmek için şehirde ustalar tutmaya gitmek üzere atına biniyordu. Daha iki yüz metrelik yol almamıştı ki, atı bir postacı yolda karşısına çıktı ve kendisine bir telgraf verdi. Yüreği bir tahminde bulunmadı. Rahat bir tavırla kâğıdı açtı ve okudu: “Oğlunuz Aleksandr Angel, bir süvari hücumu esnasında atından düşmüş ve ölmüştür…” Kâğıt ellerinden düştü; üzengileri üstünde doğrularak var kuvvetiyle haykırdı ve yıkılan bir sütun gibi, atından yuvarlandı. Böylece Angel Dayı, kadehini sonuna kadar içmişti. Bu en büyük felaketin felaketlerin sonuncusu olacağı sanılabilirdi. Hiç de öyle olmadı. Kendisi için kurtuluş sayılabilecek olan ölüm gelmedi ve kimse bu adamın neden kendini öldürmemiş olduğunu bilemedi.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir