Panait Istrati – Nerrantsula (Sokak Kızı)

İşte serseri yaradılışlı bir Romen’in başyapıtları yeniden gün ışığına çıkıyor. 193 5 ‘deki erken ölümü, yapıtlarım yayımlayan yayınevinin ortadan yitmesi ve sonunda savaş dolayısıyla o, çeyrek yüzyıl boyunca kitapları bulunamayan yazarlar arasında, belirsiz bir konumda kaldı. Bugün elli yaşını aşmamış olanlardan kimler onun yapıtlarının adlarını ya da o yapıtların yazarının adını anımsar? Kuşkusuz burada, bu büyük boşluğu doldurmak için, Panaıt Istrati’nin romanesk uzun öykülerine ışık tutan bir inceleme yapıp onların kaynaklarını belirlemek, o yapıtlara egemen eşsiz havayı açıklamak; onları, yayımlandıklarında hem Fransız yazımnda, hem de çeviriler aracılığıyla dünyada kazandıkları, hayranlık uyandıran saygın konuma yeniden kavuşturmak gerekirdi. Istrati’nin yaşamöyküsünü, o dönemin ortamını, yaşadığı yerlerin ve çevrenin etkisini özetlemek okuyucuya yardım ve kolaylık sağlayabilirdi. Bunu yapmaya çalıştım. Ve elimden geldiğince. Dürüstçe. İnatla. Hatta acı çekerek. Boşuna. Bir türlü olmu9 yor derler ya, işte benim de Panait Istrati üstüne yazdığım hiçbir satır bir türlü olmuyordu. Yine de, sürekli sonuçsuz kalan bu çabaya dört elle sarıldığım bir akşam, çok eski günlerin bir anısı ansızın durdurdu beni. * * * 1924’deydi, yılbaşına doğru… Blanche Alam ile Pigalle Alanı arasında… îki adam, bir alandan ötekine, gerçekten hiç bilincinde olmadan gidip geliyorlardı. Konuşuyorlardı aynı zamanda, karanlığın sallandığı, aydınlığın duraksadığı belirsiz saatlerdi; kalabalığın, aylakların, sokak serserilerinin, akşamdan kalmaların, pezevenklerin, Montmartre kızlarının hareketlerini görmüyor, işitmiyor gibiydiler. Ünlü bir eşcinselin işlettiği bir gece kulübünün tabelasıyla elektrik ışıklan altında parıldayan koca kırmızı kavanozların bulunduğu bir eczane vitrini arasında birdenbire durdular.


Aç kurtlan andıran uzun yüzlü olan daha yaşlısı haykırdı: – Aynı yolun yolcusuyuz biz! – Yıldızlarımız aynı! diye bağırdı daha genç olanı. – O zaman., dedi birincisi. Ceketinin cebinden bir çakı çıkardı, ağzını açtı, sol bileğine bir çizik attı, yanmdakinin elini yakaladı, onun bileğini de aynı yerden çizerek yardı ve her iki kesik ağız ağıza gelecek biçimde kendi bileğini onunkinin üstüne koydu. Ve yabancı vurgusundan kaynaklanan canlı, ezgili bir sesle: – Bizim oralarda, dedi, serseri yaradılışlı iki kişi birbirlerini kardeş bildikleri zaman bunu kanlanyla imzalar. Çevrede hiç kimse ne heyecanlanmış, ne de şaşırmış10 tı. Montmartre şafaklarında dökülen kanların daha tehlikelisine alışık olmalıydılar. Çakısı olan adam Panait Istrati’ydi. Çakının ağzını kapadı, bileğindeki kesiğin üstüne bir mendil sardı ve elini omzuma koydu; mutluluk içinde yine dolaşmaya koyulduk. Birbirimizi, çok çok bir haftadır tanıyorduk. Sonraları bu sahneyi çok sık düşündüm. Panait Istrati ile ilişkilerimde benim için en değerli andı. Ama bu kez bir esin kaynağı etkisi yapıyordu üstümde: Anlatım biçimimi, yaklaşımımı tümüyle değiştirmek zorundaydım, yoksa bu önsözden vazgeçmem gerekecekti. Tasarladığımı ilk düşündüğüm biçimde güzel bir sonuca götürmek için asal, birincil bir koşul eksikti: Bir kişiyle, o kişiyi betimlemeye girişen arasında varolması gereken uzaklık. Zihinsel bir uzaklık söz konusu burada.

Düşünceye doğru bir bakış açısı sağlamak için gereken aralık, yeterli uzaklık. Kısacası, Istrati’yi içimden çekip çıkarmam, dışarıda bir yere koymam gerekiyordu. İşte asıl bu, aradan geçen uzun zamana karşın benim için olanaksızdı. Onun kadar sevdiğim, onun gibi belleğimde yaşamayı sürdüren dostlarım oldu. Jean Mermoz.; Henri Torres… Henri Mondory… Ama onlar benden farklı bir iş yapıyorlardı. Onların doğası, onların özellikleri, onların güçsüz yanlan tıpatıp benimkilerle aynı değildi. Bir özdeşlik yoktu. Oysa Istrati… Köken, yetişme biçimi, öğrenim, yaş (o zamanlar on beş yaş çok sayılıyordu) bakımından farklıydık; bununla birlikte duygularımız, düşüncelerimiz, beğenilerimiz, sezgilerimiz, tepldlerimiz, düşlerimiz sanki tek ve aynı insanın gibiydi. Tanışmamızdan önce hem bedence, hem ruhça bir 11 uyumla, bu tür bir kaynaşmayla hiç karşılaşmamışı im. O zamandan beri de bir- daha hiç başıma gelmedi. Montmartre şafağmda kanlarm karışması bir simgenin ötesindeydi. Dolayısıyla benim için tek çıkar yol Panait Istrati’yi niçin böylesine ve bugüne değin sevdiğimi söylemek oluyor. Belki bu sayede zaman engelini aşarak serseri yaradılışlıların prensinin vaktiyle adım adım geçtiği krallara yaraşır yolu aydınlatmayı, günümüze getirmeyi başarabilirim. Ne de olsa en iyi önsöz bu olurdu.

* * * Ben Istrati’yi kökenleri yüzünden sevdim. Tüm Balkan uluslarının ve Yakındoğu serserilerinin birbirine karıştığı Tuna limanı Ibrail’de doğmuştu. Anesiyle babası nikâhsız yaşayan bir çiftti. Annesi çamaşıra, temizliğe giden genç bir Romen kadınıydı. Babası Rum’du, kaçakçıydı. Istrati daha geçmişin anımsandığı yaşa erişmeden, kıyı koruma görevlilerince öldürülmüştü. Ben Istrati’yi yetiştiği yerler yüzünden sevdim. Küçük Baldovinesti köyünde büyümüştü o; buradaki çiftçilerin, balıkçıların, zanaatçıların içi Osmanlı egemenliğinin anılarıyla, büyük ırmağı, büyük başkaldırıları anlatan öykülerle, söylencelerle, şarkılarla doluydu. Soma, insanın – özellikle bir çocuğun – itilip kakıldığı, kandırıldığı Ibrail’in en iğrenç, en tehlikeli ara sokaklarında yaşamıştı; bu sokaklardaki insan kalabalığının kendi iç deviniminde yoksullukla Doğulu özellikler, seyyar satıcıların bağrrtılanyla çarşıların uğultusu, enginlerin çağrısıyla ayak takımının ahlaksızlığı bir arada yoğrulmaktaydı. Ben Istrati’yi ilk edindiği dostlar yüzünden sevdim. Çocuk değillerdi onlar. Istrati oyunlardan ve yaşıtı çocuklardan uzak dururdu. 12 Yedi yaşındayken Baldovinesti’de gönlü yüce forsa KodinTe aralarında bir sevgi bağı kuruldu; bu sevgi, Kodin’in korkunç bir acuze olan annesinin iki litre kaynar yağı uykudayken ağzına dökerek oğlunu öldürdüğü güne dek sürdü. Bir süre sonra Ibraü’de kaptan Mavromati karşısına çıktı. Eskiden bir yük gemisinin sahibi olan ve geminin süvariliğini yapan bu adam ardı ardına uğradığı yıkımlar nedeniyle yoksulluğa düşmüş, küçük bir Rum meyhanesinin kuytu bir köşesinde gün dolduruyordu.

Okul çıkışında orada garsonluk yapan Istrati, meyhanenin en karanlık.köşesinde, sarhoşların, kötü çocukların, mahalledeki sözde kabadayıların horlamasına sessizce katlanan bu adamı keşfetti. Herkesin yüklendiği bu adama bağlandı. Forsanın yabanıl bir iyiliği vardı. Eski deniz kurdunun çekingenlik dolu minneti, uzun uzadıya anlattıkları. Sonunda Mikhaîl ortaya çıktı. Bir sıranın üstüne oturmuş bir adam, kitap okuyordu. Üstündeki yırtık pırtık giysiler tiksinti vericiydi. Saçları kirden birbirine yapışmıştı. Giysinin lime lime olmuş yakasında kocaman bir bit yavaş yavaş ilerliyordu. Istrati sıraya yaklaştı. Durdu. Çünkü kitabı görmüştü. Çocukluğundan beri bir okuma tutkusu, çılgınca bir okuma isteği taşıyordu içinde. Ne olursa olsun, nerede olursa olsun, nasıl olursa olsun.

Basılı nesneye duyduğu derin saygı etkileyiciydi, olağanüstüydü; öğrenmeye susamış, ancak durumları gereği, bu susuzluğu değişen koşullara göre, gelişigüzel, parça parça, raslantıya göre dindirmek zorundaki çocukların duyduğu derin bir saygıydı bu. Adamın omzu üzerine eğildi. Ve adamın üstündeki paçavraların bitlerle, 13 pirelerle dolu, elindeki kitabmsa Fransızca olduğunu aynmsadı. Böylesi bir yoksullukla, Romanya’da en üst düzeyde kültür anlamına gelen bir dili bilmek arasındaki karşıtlık… Bu zavallı için, elindeki kitabın dünyanın tüm zenginliklerinden daha üstün olması… Elinde taşıdığı, kendi kendineyeterli, dışa kapalı, büyülü dünya… Istrati sürüklenip gitmişti, usun, içgüdünün ve yazgının en yeğin kuvvetlerinin bir arada bulunduğu bir güç çağırmıştı onu. Bu adama mutlak bir gereksinimi, bu adamın da kendisine mutlak bir gereksinimi olduğunu duyumsadı. Sonunda birbirlerini bulmuşlardı. Onları yalnızca Mikhaîl’in ölümü ayırdı. * * # Ben Mikhai’Pde Istrati’yi, Istrati’de MikhaiVi sevdim. Mikhaîl’in büyük bir gizi vardı: Yaşamının ilk bölümü. Soylu ve varlıklı bir Rus ailesindendi. Üstündeki yırtık pırtık giysilere karşın davranışları ve kültürü bunu açığa vuruyordu. Ama yıllar boyu can yoldaşı, tıpatıp benzeri olan Istrati’ye bu geçmişe ilişkin en ufak bir açıklama olsun yapmadı. Doğu Akdeniz’in topraklarında ve sularında durmamacasına, amaçsızca dolaşmaya başladığında sanki dünyaya yeniden – ama bu kez gerçekten – gelmiş gibiydi. Yalnızca yoksullar arasında yaşamak hoşuna gidiyor, onların arasında en yoksul kendi olsun istiyordu. İç acısı duymadan soluk almak, düşüncelere dalmak için böylesi gerekliydi ona.

Raslantılann ardı sıra. Limandan limana. Yok yoksul bir dam altından barınacak başka damların altına. Istrati bu çılgın, bu büyüleyici oyuna katıldı. * * * 14 Onun ilk gençlik günlerini düşüncelerimde canlandırmak tümüyle yetse bile, Istrati ‘yi sevmek için başka nedenlerim olmayacak mıydı? O yolculuklar yapmış, amaçsızca dolaşmış, yollara düşmüş, oradan oraya sürüklenmişti; hem güneşin, hem yıldızların altında, hem yollarda, hem gemi ambarlarında uyumuşta; karnı aç olsa da gözleri gülmüştü hep; çünkü o ekmekten çok, yeni dünyalar bulmaya, şaşırtılarla karşılaşmaya, serüvene, yeni ilişkilere gereksinim duyuyordu. Ve bu isteğini tümüyle elde etti. Mısır. Yunanistan. Lübnan. Napoli. • Tek serveti: Karşısına çıkacak fırsatlardı. Tek pusulası: Şanstı, insanların sevecenliğiydi. Az mı kaçak bindi gemilere! Ay ışığında az mı uyudu! Ne işler yapmadı ki: Otel katipliği, rehberlik, badanacılık, gece bekçiliği, yol bakım işçiliği, seyyar kahvecilik. Kâh kendi adıyla, kâh takma bir ad kullanarak düzmece bir pasaportla. Kendisini koruyan, yiyecek içecek veren ne çok insanla tanıştı, dost oldu.

Romen, Rum, Yahudi göçmenlerle. Basit işlikleri, kendi halinde küçük dükkânları olan küçük insanlardı bunlar; oralardan geçerken neşeler, düşler dağıtan yolcuya yiyecek, yatacak yer ve – ellerinde kalana göre – cep harçlığı veriyorlardı. Yaşamlarını uygunsuz işlerle kazanan birçok başkası da ona yardımcı oldu: Otel fareleri, pezevenkler, kaçakçılar, gemi soyguncuları. Bükreş… Pire… İskenderiye… Beyrut… Vezüv… Aynaroz Dağı… Yarını düşünmeyi reddetmek, kendini yazgıya bırakmak, aldırmazlık, tutku ve yaşamın şaşılası armağanları sayesinde yaşanan tansıksı dönemler. Yüzyılın başında kentler, limanlar, çarşılar, pazarlar, Rum ezgileri, tekdüze Arap sarkılan ve özellikle gönüller arasmdan geçip kendi yoluna giden karnı aç, esin dolu, esrimiş ruh ser15 serisinin biçtiği eşsiz ekindi bu. En yoksulların, en düşkünlerin yanında dostluğu, altın başaklan buluyordu. *** Başka insanların, toplumun insana yüklediği acılara karşı Istrati’nin damarlannda her an atan örgensel başkaldınyı sevdim ben. Yoksulluğa, haksızlığa, sömürüye, açgözlülüğe, baskıya bedeni de katlanamıyordu onun. Hepsinin ötesinde insan onuruna, özgürlüğe dokunulması. Hükümetlerin, toprak samplerinin, işverenlerin halka dayattığı yükümlülükleri, zorlamalan, acımasız kurallan anımsadığı zaman uçsuz bucaksız bir tutukevinin parmaklıkları gözünün önüne geliyordu. Bir tutukevine konmuş gibi soluğu tıkamyordu. Feodal düzenden tam anlamıyla kurtulamamış bir ülkeyi sürekli sarsan grevler, gösteriler, ayaklanmalar dolayısıyla yaptığı iki yolculuk arasmda yayımladığı bu haklı öfkesi bomba gibi patladı. Sözlerinin gücünden ve ateşinden etkilenen; IbraiPin, Bükreş’in sosyalist gazetelerindeki arkadaşlan kendisinden yazmasını istediler. Ve Istrati o zaman yeteneğini, düşüncelerini ve duygulanm yazıyla dile getirmekten duyduğu mutluluğu keşfetti. Haksızlık karşısında duyduğu dehşeti, açlık çekene, güçsüze, aşağılanana duyduğu acımayı ateş saçarcasma, insanın yüreğine işleyen çığlıklar halinde dile getiriyordu.

Sosyalist arkadaşlan böyle bir yandaş kazanmanın sevinci içindeydiler. Yanılıyorlardı. Bir öğretinin formülleri, bir partinin düzenekleri, başkaldınsı içgüdüsünden gelen insan için tutukevi demirlerinin bir başka türüydü yalnızca. Dünyanın iyiler ve kötüler diye ikiye aynlmasını kabul etmesi olanaksızdı. Çok fazla ülke, çok fazla insan görmüştü. Bunun için, her yerde, her çevrede haklı ve haksız dav16 rananlar olduğunu; en iyide karanlık, en kötüde aydınık bir yanın her zaman bulunduğunu nasıl bilmezdi. Konuşmalar… Tartışmalar… Çatışmalar… Istrati çekip gitmişti bir kez daha. Bu da bir başkaldırıydı, bundan ötürü de sevdim onu, ötekinden ötürü sevdiğim oranda.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir