Marcel Proust – Kayıp Zamanın İzinde #6 – Albertine Kayıp

“Mademoiselle Albertine gitti!” Istırap, insan psikolojisine, psikoloji biliminden çok daha derinlemesine nüfuz eder. Daha bir dakika önce, hislerimi tahlil ederken, Albertine’le son bir kez görüşmeden, bu şekilde ayrılmanın, en çok istediğim şey olduğuna kanaat getirmiş, Albertine’in bana verdiği hazların vasatlığıyla beni mahrum ettiği hazların bolluğunu karşılaştırıp kendimi çok zeki bulmuş, onu artık görmek istemediğim, sevmediğim sonucuna varmıştım. Oysa, “Mademoiselle Albertine gitti” sözleri, kalbime öyle bir acı saplamıştı ki, bu acıya pek uzun süre dayanamayacağımı hissediyordum. Benim nazarımda bir hiç olduğunu zannettiğim şey, demek ki aslında bütün hayatım, her şeyimdi. İnsan kendini ne kadar az tanıyor! Bu acıya derhal bir son vermem lazımdı; annemin, ölüm döşeğindeki büyükanneme gösterdiği şefkati, ben de şimdi kendime gösteriyor, sevdiklerimizin acı çekmesini önlemekte gösterdiğimiz kararlılıkla, “Azıcık sabret, bir çaresini bulacağız, merak etme, böyle acı çekmene izin vermeyeceğiz,” diyordum kendi kendime. Korunma içgüdüm, bu tür düşüncelerin arasında, açık yarama sürülebilecek ilk merhemleri arıyordu: “Bütün bunların hiç önemi yok, çünkü onu derhal geri getirteceğim. Çözüm yollarını araştıracağım, ama her halükârda bu akşam dönmüş olacak. Dolayısıyla, kaygılanmama gerek yok.” Kendi kendime, “Bütün bunların hiç önemi yok,” demekle yetinmemiş, çektiğim acıyı belli etmeyerek Françoise’da da bu izlenimi uyandırmaya çalışmıştım; çünkü böylesine şiddetli bir acı çekerken bile, aşkım, özellikle Albertine’i sevmeyen ve samimiyetinden daima şüphe etmiş olan Françoise’m nazarında, mutlu bir aşk gibi, karşılıklı bir aşk gibi görünmenin önemini unutmuyordu. Evet, az önce, Françoise gelmeden önce, Albertine’i artık sevmediğime hükmetmiş, kusursuz bir tahlil yaptığımı, her şeyi hesaba kattığımı düşünmüştüm; kalbimin derinliklerini gayet iyi bildiğimi zannetmiştim. Ama zekâmız ne kadar keskin olursa olsun, kalbimizde yer alan tek tek duyguları algılayamaz; çoğu zaman uçucu halde var olan duygularımız, onları ayrıştırabilecek bir olgu tarafından katılaştırılmadıkları sürece, kendilerini belli etmezler. Kendi kalbimin içini açıkça görebildiğimi zannederken yanılmıştım. Ne var ki, zihnin en keskin algılarının bana sağlayamadığı bilgi, şimdi acının ani tepkisiyle, billurlaşmış bir tuz gibi sert, parlak ve tuhaf bir görünümde, karşımda belirmişti. Albertine’in yanımdaki varlığından hiç kuşku duymazken, ansızın Alışkanlığın yeni bir çehresini görmekteydim. O güne kadar, Alışkanlığı her şeyden çok, algılamanın özgünlüğünü, hattâ algılama bilincini ortadan kaldıran, yok edici bir güç gibi görmüştüm hep; şimdiyse, korkunç bir tanrıça gibi görüyordum onu; bu tanrıça bize sımsıkı bağlıdır, anlamsız çehresi kalbimize öylesine gömülüdür ki, neredeyse farkına bile varmadığımız bu tanrıça, bizden kopmaya, uzaklaşmaya kalktığında, akla gelebilecek en dayanılmaz acıları yaşatır bize, ölüm kadar acımasız olur.


Albertine’i geri getirmenin bir yolunu bulmak istediğime göre, her şeyden önce, yazdığı mektubu okumam gerekiyordu. Onu geri getirebileceğimi düşünüyordum, çünkü gelecek, henüz sadece bizim düşüncemizde var olan bir şeydir ve dolayısıyla, irademizin son andaki bir müdahalesiyle, onu değiştirebileceğimizi düşünürüz. Ama aynı zamanda, geleceği benim dışımdaki güçlerin de etkilediğini hatırlıyordum; daha fazla vaktim olsaydı bile, bu güçlerin karşısında etkisiz kalırdım. Olacakları değiştiremeyeceksek eğer, vaktinin henüz gelmemiş olması ne işe yarar? Albertine evdeyken, ayrılık inisiyatifini elimde tutmaya çok kararlıydım. Sonra Albertine gidivermişti. Mektubunu açtım. Şunları yazmıştı: Sevgili arkadaşım, bu yazdıklarımı size yüz yüze söylemeye cesaret edemediğim için beni affedin, ama korkaklığım yüzünden, sizin karşınızda hep korkuya kapıldığım için, kendimi zorladığım halde, bunu yapacak cesareti toplayamadım. Size söyleyeceğim şey şuydu: Birlikte yaşamamıza artık imkân kalmadı; zaten geçen akşamki münakaşa sırasında da, ilişkimizde bir şeylerin değiştiğini fark etmiş olmalısınız. O gece düzelttiğimiz şeyler, birkaç gün sonra düzeltilmez hale gelecekti. Barışma şansını elde ettiğimize göre, dostça ayrılmamız daha iyi olacak; işte bu yüzden, sevgilim, size bu mektubu yazıyor ve sizi birazcık üzdüysem, benim muazzam kederimi düşünerek, beni affetmenizi rica ediyorum. Canım sevgilim, sizin düşmanınız olmak istemiyorum, zamanla, hattâ pek yakında, bana karşı kayıtsız olacağınızı bilmek bile, benim için yeterince üzücü; yani, kararım kesin, bu mektubu size verilmek üzere Françoise’a teslim etmeden önce, bavullarımı hazırlamış olacağım. Elveda, varlığımın en olumlu kısmını size bırakıyorum. Albertine. “Bütün bu sözlerin hiçbir anlamı yok,” diye düşündüm; “hattâ durum zannettiğimden daha iyi; Albertine bu sözlerin hiçbirine inanmadığına göre, sırf beni korkutmak amacıyla, ağır bir darbe indirmek için yazmış olmalı. Onun akşama dönmesi için acilen bir yol bulmalıyım.

Bontemps’ların, benden para koparmak uğruna yeğenlerini kullanan, namussuz insanlar olması çok acı. Ama ne fark eder? Albertine bu akşam dönsün diye servetimin yarısını Mme Bontemps’a vermem gerekse bile, ikimize, rahatça yaşamaya yetecek kadar para kalır geriye.” Aynı zamanda, sabah gidip Albertine’in istediği yatla Rolls Royce’u sipariş etmeye vaktim olup olmadığını hesaplıyor, bütün tereddütlerim silindiğinden, ona bir yatla bir otomobil hediye etmeyi pek akıllıca bulmadığımı da hatırlamıyordum. “Mme Bontemps’ın onayı yeterli olmasa bile, Albertine teyzesine itaat etmese ve dönüş şartı olarak, bundan böyle tam bağımsızlık talep etse bile, ne yapalım, benim için ne kadar üzücü olsa da, ona bağımsızlık tanırım; keyfince, tek başına dışarı çıkar; insan en çok istediği şey uğruna, acı da verse, fedakârlığa razı olmalı; benim en çok istediğim şey ise, sabahki ayrıntılı ve saçma çözümlemelerimden çıkan sonuca rağmen, Albertine’in burada yaşaması.” Zaten ona özgürlük tanımanın bana gerçekten acı vereceğini söyleyebilir miydim? Yalan olurdu. Yapacağını benden uzakta yapması için Albertine’i serbest bırakmanın vereceği acının, benim yanımda, benim evimde sıkıldığını hissettiğim zamanlar içimi kaplayan kedere kıyasla, belki de daha az olacağını birçok kere sezmiştim. Hiç şüphesiz, Albertine bir yere gitmek için benden izin istediği esnada, orada mutlaka sefahat âlemleri düzenlendiğini düşüneceğime göre, istediği izni vermek işkence olurdu. Ama ona, “Yatı alın veya trene binin ve benim bilmediğim, yaptıklarınızdan haberdar olmayacağım filanca yere gidip, bir ay geçirin,” demenin hoş olacağını sık sık düşünmüştüm, çünkü benden uzaktayken, kıyaslamalar sonucu beni tercih edecek ve dönüşte mutlu olacaktı. “Ayrıca, onun istediği de muhtemelen bu; kendisi böyle bir özgürlük talep etmiyor katiyen; üstelik ona her gün yeni zevkler sunarak, bu özgürlüğü azar azar sınırlamam da mümkün. Hayır, onun istediği, ona artık kötü davranmamam ve daha da önemlisi, –bir zamanlar Odette’in Swann’dan istediği şey–, onunla evlenmeye karar vermem. Bir kez evlendik mi, bağımsızlığını bu kadar önemsemeyecek, ikimiz burada oturup mutlu olacağız.” Hiç kuşkusuz, bu, Venedik’ten vazgeçmek demekti. Fakat bir başkasına, ondan kopamayacak kadar bağlıysak, kalplerimiz arasında böyle sancılı bir bağ varsa eğer, Venedik gibi en çok arzuladığımız kentler –ve gayet tabii, en hoş ev sahibeleriyle eğlenceler, yani Venedik’ten de çok, Guermantes Düşesi ve tiyatro–, solgun, anlamsız, ölü kentlere dönüşürler. “Ayrıca, Albertine evlilik konusunda kesinlikle haklı. Annem bile bu kadar ertelenmesini gülünç buluyordu.

Onunla çoktan evlenmem gerekirdi, şimdi yapmam gereken de bu, tek kelimesi bile doğru olmayan o mektubu yazmasının sebebi de bu; sırf bunu başarabilmek için, birkaç saatliğine, onun da benim kadar istediği şeyden, yani buraya dönmekten vazgeçti. Evet, istediği buydu, davranışının ardındaki güdü buydu,” diyordu merhametli aklım; ama bunu söylerken, aklımın, başından beri benimsediği varsayıma göre konuştuğunu hissediyordum. Oysa ben, sürekli öteki varsayımın doğrulandığının farkındaydım. Şüphesiz, bu ikinci varsayım, Albertine’in Mlle Vinteuil’le ve hanım arkadaşıyla ilişkisi olduğunu açıkça ifade edecek kadar cüretkâr olamazdı asla. Bununla birlikte, Incarville garına girdiğimiz esnada, bu korkunç bilgi beni yere yıktığında, ikinci varsayım doğrulanmıştı. Bu varsayım, Albertine’in böyle kendiliğinden, önceden haber vermeden, onu engellememe zaman tanımadan beni bırakabileceğini hiçbir zaman ifade etmemişti. Her şeye rağmen, hayatın bana attırdığı dev adımla karşıma çıkan gerçek, bir cinayetin veya devrimin içyüzü konusunda, sorgu yargıcının veya tarihçinin araştırmaları sonucu ya da bir fizikçinin keşfi sonucu ortaya çıkan gerçek kadar yeniydi; öte yandan, bu gerçek, ikinci varsayımımın cılız tahminlerini aşmakla birlikte, onları doğruluyordu da. İkinci varsayım, aklın varsayımı değildi; Albertine’in beni öpmediği akşam, pencere sesini duyduğum gece kapıldığım panik halindeki korkular da akla dayalı değildi. Ne var ki, –sonraki bölümlerde açıkça göreceğimiz ve çeşitli olayların daha önce işaret ettiği gibi–, aklın, gerçeği kavramak için en uygun, en güçlü, en keskin araç olmaması, işe bilinçdışı bir sezgicilikle, önsezilere körü körüne bir inançla değil de, akılla başlamak için, fazladan bir sebep teşkil eder.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

Yorum Ekle