Paullina Simons – Onbir Saat

Didi Wood arabadan inip alışveriş merkezine doğru yürürken, gebe karnının giderek gerildiğini hissetti; şimdi göbeği bir basket topu kadar gergindi. Öylesine rahatsızdı ki, iyice yavaşladı, neredeyse durdu; şu son kasılma gerçekten güçlüydü. Sırtını bir minibüse yasladı, bir eliyle göbeğini ovalarken öteki eliyle alnını kuruladı. Belki de alışveriş merkezine girmemeliydi. Ama birkaç gün önce Amanda’ya tahta alfabe küplerinden almaya söz vermişti, sözünü tutmak istiyordu. Aynca, kendisinin de yeni bir yüz kremine gereksinimi vardı. Didi havalandırma aygıtının sağlayacağı rahatlığı düşünüp, bugünün alışveriş için çok uygun bir gün olduğu sonucuna varmıştı. Geçici bir sıcak dalgası Dallas’ı kasıp kavuruyordu. Buna yaz deniyordu. Bir an arabayı doğruca Rich’in işyerine sürmeyi, öğle yemeğine çıkıncaya kadar onun o küçük divanında dinlenmeyi tasarlamış, ama sonra vazgeçmişti. Sorun çıkmayacaktı. Zaten buluşmalanna yalnızca bir saat kalmıştı. İçeriye girmek için sabırsızlanıyordu. Daha önce, doktor randevusuna yetişmek için evden çıkarken bile, ısı çoktan otuz dereceyi aşmıştı. Radyo insanlan sıcağa karşı uyanyordu -yaşlıları, küçük çocukları ve Didi’nin durumundaki kadınları.


Ter içindeydi, huzursuzdu; NorthPark’a doğru paytak paytak yürüdü. Onu Dillard’da Estee Lauder’ın bir armağanı bekliyordu. Yeni makyaj malzemelerine kesinlikle ihtiyacı yoktu, ama büyük bir mağazadan gelen küçük bir armağanı kim geri çevire- — 5 — bilirdi ki? Nemlendiricili, siyah bir rimel, renginden çok da hoşlanmadığı iki dudak boyası, bir parfüm numunesi, bir cep fırçası, küçük bir el kremi ve bir makyaj çantası. Didi’nin peşinde olduğu şey de, işte bu makyaj çantasıydı. 17.50 dolarlık alışveriş karşılığında, bedava. Estee Lauder’in tek bir ürününe bile 17.50 dolarlık etiket koymaması, gerçekten şaşırtıcıydı. Alı, evet, 15 dolarlık bir sürü şey vardı elbette; çeşitli rujlar, göz kalemleri, rimeller. 30, 50 ve 72 dolarlık mallar da boldu. Ama 17.50 dolara alınabilecek tek bir ürün bile yoktu. Didi bedava armağanı alabilmek için KDV hariç 108.75 dolar harcadı: Bir kutu Fruition yüz kremi, temmuzda olmalari-na karşın, ilkbahara uygun, pembe bir ruj, kahverengi gözleri için koyu kahve bir göz kalemi. Parasını ödemek için beklerken, Göbeğin bir kez daha gerildiğini hissetti.

Tezgâha tutundu. “Alı,” dedi tezgâhın arkasındaki kız. “Fazla kalmadı galiba?” Didi başını olumlu anlamda sallamayı becerdi. “Doğum ne zamaa?” Sancı geçti, Didi saatine baktı. “İki saat içinde,” dedi, muzipçe. Satıcı kızın güzel yüzündeki korkuyu görünce, ekledi: “Şaka yapıyordum. Hiç doğurmadığınız belli. Daha iki haftam var.” Kız rahatlayarak soluğunu bıraktı, gülümsedi. “Hey,” dedi, “haklısınız. Çocuğum yok. Henüz, yani.” Sonra, küçük, gergin bir kahkahayla, sordu: “Yoksa sancılar başladı mı?” “Yo, hayır,” dedi Didi; yüzü gülüyordu ama içten içe acele etmesi için kıza yalvanyordu. Buradan çıkıp FAO Schwarz’a gidecekti. Sözünü sürdürdü: “Arada böyle küçük, yanıltıcı sancılar geliyor.

Bunlara Braxton Hıçkırıkları diyorlar. İnsanın canını yakıyor, ama ciddi bir şey değil. İnanın bana, gerçek sancıyla kıyas-lanamaz bile.” Kız kıkırdadı. “Ah, Tannm. Ben hiç doğurmayacağım. Butbunlar öyle ürkütücü ki – doğum, gebelik filan.” Didi’ye makbuzu uzattı. “O kadar da kötü sayılmaz,” dedi Didi, imzalarken. “Evet, sandığınız kadar kötü değil. İnsan hemen unutuyor.” “Hiç sanmam,” dedi kız. “Ama öyle,” dedi Didi, “unutmak zorundasın. Aksi halde kimse ikinci çocuğunu doğurmazdı.” “Galiba haklısınız,” dedi kız Didi’nin yüzüne bakarak.

“Cildiniz çok güzel. Fondöten kullanıyor musunuz?” Didi imzaladığı makbuzu kıza doğru itti, kızın hâlâ vermediği makyaj paketine uzandı. “Burada işim bitti. Yine de teşekkür ederim. Paketimi alabilir miyim lütfen?” “Alı, elbette- elbette,” dedi kız, torbayı uzatarak. “Size iyi şanslar.” Didi gülümsedi. “İyi günler.” FAO Schwarz’da, tezgâhın arkasındaki anaç kadın Didi’nin kolsuz, san, yazlık elbisesini övdü. “Banana Republic,” diye yanıtladı Didi. “Oh, hamile giysisi sattıklarım bilmiyordum,” dedi satıcı kadın. “Satmıyorlar,” dedi Didi, “bu en büyük beden.” ‘En büyük beden’ demekten nefret ediyordu, ama bedeninden utanmak da istemiyordu. Kadın ona paketlerini uzattı, sonra sordu: “Bunları taşıyabilecek misiniz? Oldukça*ağır.” “Merak etmeyin,” dedi Didi, “birkaç yere daha uğrayacağım, o kadar.

” NorthPark’ın cumartesi günleri olduğu kadar kalabalık olmadığına memnundu. Çantalarla ve Göbekle kalabalığı yarmaktan lıiç hoşlanmıyordu. Coach’a girdi, kendine yeni, deri bir çanta aldı. Orta boy, kahverengi bir çantaydı ve indirimdeydi; 120 dolardan 60’a inmişti. 60 dolar tasarruf ettiğini görünce, bir tane de cüzdan satın aldı. -7- “Doğum ne zaman?” diye sordu, satıcı kadın. “İki hafta sonra,” diye yanıtladı, Göbeği tutarak. Oturması gerekiyordu. Yerçekimi bebeği aşağıya doğru çekiyordu. Di di ise onun iki hafta daha olduğu yerde kalmasını istiyordu. Rich ile ikisi gelecek haftasonu Oklahoma’daki Texoma Gölü’ne kaçmayı tasarlıyorlardı. “Cinsiyetini öğrendiniz mi?” Didi başını salladı. “Sürpriz olmasını istiyoruz.” “Çok hoş,” dedi kadın, “ben bunu yapmadım. İki çocuğumu da önceden öğrenmek istedim.

İki oğlum var.” Didi gülümsedi, American Express makbuzunu imzaladı. “Ne güzel. Bizim iki kızımız var. Oğlan olduklarına memnun musunuz?” “Ah, evet,” dedi kadın. Didi’nin bir şey söylemesine kalmadan ekledi: “Gerçi başa çıkmakta çok zorlanıyoruz, ama… Her şeye karşın, kız için bir daha denemek istedim, ama kocam yeter dedi. Ya habire oğlan olursa, dedi. İki tane yeter de artar-mış. Eh, tartışacak halim yok. Faturaları ödeyen o. Ben yalnızca tatiller için biraz para kazanıyorum, hepsi bu.” Didi gülümsedi, başını anlayışla salladı. “Aslında bir oğlan istiyoruz,” diye itiraf etti. “Ama yine de fark etmez. Kız ya da erkek; bu sonuncu olacak.

” “Ne demek istediğinizi anlıyorum,” dedi satıcı kadın. Didi güldü. “Eminim oğullarınız harikadır,” dedi. “Ah, sormayın; bir çift haydut,” dedi kadın. “Biri beş, biri yedi. İkisi de tam bir canavar.” Coach’dan çıkarken Didi’nin burnuna tatlı ve hoş bir koku geldi. Saatine baktı. 12.20. Richie ile buluşacağı öğle yemeğine daha kırk dakika vardı. Dün geceki kavgayı anımsadı, içini çekti. Hayır. Rich ile kırk dakika sonra buluşacaktı, ama bu kırk dakika sonra karnını doyuracağı anlamına gelmiyordu, zira yemekler ısmarlanmadan ve masaya getirilmeden önce tartışmalar, karşılıklı suçlamalar ve af dilemeler olacaktı. Didi, yemeği önümde görene kadar aradan bir, bir buçuk saat bile geçebilir, diye düşündü.

Bu beklenemeyecek kadar uzun bir sü- -8- reydi. Midesi epeydir kazınıyordu; bir şeyler atıştırmak iyi gelecekti. Tatlı, gevrek bir çörek işini gayet iyi görürdü. Didi aynı zamanda simit, halka filan da satan Freshens Yoğurt tezgâhına doğru ilerledi. Yalnızca iki vitesi olduğunun farkındaydı-yavaş ve çok yavaş. Bebeğin yuvasıyla birlikte on üç kiloya ulaşan ağırlığına Dillard’ın, FAO Schwarz ve Coach’un alışveriş torbaları da eklenince, yürümek gerçekten zorlaşmıştı. Duran bir bedenin içinde olmak isterdi. “Bademli bir çörek alabilir miyim, lütfen?” diye sordu, tezgâhın arkasındaki delikanlıya. Sözcükler, kısa soluklann arasından usulca çıkıyordu. “Elbette. Üzerine krema ister misiniz?” diye sordu delikanlı. “Hayır, teşekkür ederim. Yalnızca bir çörek.” Bir saniye sonra, ekledi: “İki olsun. Biraz da su, lütfen.

” “Bir tane size, bir tane de bebeğe,” dedi, hemen yanındaki bir ses. Didi başını sağa çevirince, genç bir erkeğin yüzüyle karşılaştı. Adamın yüzünde geniş, dostça bir gülümseme vardı. Didi de ona gülümsedi, ama -adamın yüzündeki bir şey Didi’nin gülümseyişini solduruverdi. Kamında minik bir delik açıldı. Bu duygu ona, sevimli biriyle karşılaştığında yüreğinin göğsüne doğru azıcık yuvarlandığı lise günlerini anımsatmış-tı. Ama bu seferki yuvarlanışın nedeni, karşısındaki erkeğin sevimli olması değildi; yüreği de heyecandan sıkışmamıştı. Yüreği sıçramıştı, zira erkek ona tanıdığını belirten, sıcacık bir gülümsemeyle bakıyordu; onu yıllardır tanıyan birinin tebessü-müyle. Didi onunla hiç karşılaşmadığına emindi. Erkekte tuhaf, Didi’nin tam olarak parmak basamadığı bir şey daha vardı. Duraksayarak karşılık verdi. “Pek sayılmaz. Biri benim için, biri de kocam için. Bebek zaten gereğinden çok yiyor.” “Bazı bebekler gerçekten de inanılmayacak kadar iştahlı olabiliyor,” dedi adam.

“Karım da bir süre önce bir oğlan doğurdu.” -9 “Ne güzel,” dedi Didi, yüzünü öteki yana çevirirken. “Tebrikler.” “Sizinki kız mı olacak erkek mi? Biliyor musunuz?” diye sordu tezgâhın ardındaki delikanlı, içinde iki çörek bulunan beyaz kese kâğıdını Didi’ye uzatırken. “Hayır. Bizim için fark etmiyor,” dedi Didi baştan savarcasına. “Ah, herkes önemli olmadığını söyler,” dedi yanındaki konuşkan erkek. “Oysa bal gibi önemlidir. Hepimiz bir şeyler isteriz.” “Yo, gerçekten öyle,” dedi Didi; adamın konuşmayı kesmesini diledi. “Yeter ki sağlıklı olsun.” Adamı şöyle bir süzdü. Otuzuna yakındı, güzelce tıraş olmuş, temiz pak giyinmişti; zayıf, orta boyluydu. Açık kahverengi saçlan tam kulaklarının üstünden özenle kesilmişti. Gözleri mavi ya da yeşildi; dükkândaki yapay ışıklar yüzünden emin olamıyor ama adama daha yakından bakmak da istemiyordu.

Lacivert naylon ceketinin altına beyaz bir gömlek giymişti. Çirkin bir erkek değildi. “Kocanızın erkek çocuk istediğine bahse girerim,” dedi. Bir kocam olduğunu nereden biliyor, diye sordu Didi içinden, ama çöreklerden birinin kocası için olduğunu kendisi söylemişti. Birden kendine kızdı. Ona neden bu kadar sert davranıyorum ki? Sert ve kabayım. “Kocanızın erkek istediğine eminim,” diye yineledi adam, kayıtsızca. “İstiyorsa bile, söylemiyor,” dedi Didi çabucak. Cüzdanından üç dolar çıkardı, çöreklerin parasını ödedi. Suyundan bir yudum aldı, karton bardağı atması için satıcı çocuğa geri verdi. Suyu taşıyacak boş eli yoktu. Bozuklukları çantasına attı, cana yakın bir sesle, “Eh, size iyi günler,” dedi. “Size de,” dedi tezgâhın arkasındaki genç. Didi döndü, dükkândan çıktı; adam da onu izledi. Didi hızlanmaya çalıştı, aynı anda da bunun olanaksız olduğunu anladı.

Adam yanına geldi, sordu: “Hey, şu torbalar için yardım is- -10- ter misin? Epeyce ağır olduklan belli.” Didi bir kez daha hızlanmayı denedi. Bayılmak üzere gibi mi görünüyordu? “Yo, o kadar da ağır sayılmaz,” dedi. “Yine de teşekkür ederim. Size iyi günler, tamam mı?” “Emin misin? Yardıma hazırım. Şu anda yapacak bir işim de yok zaten. Gerçekten.” Didi ona bakmamaya çalıştı. Yüreğine bir sıkıntı çöreklenmişti- hayır, diye düşündü; aptalca davranıyordu. Tam o sırada Warner Bros’un dükkânını gördü. “Ben iyiyim; gerçekten,” dedi adamdan uzaklaşarak. “Çok teşekkür ederim.” Hiç arkasına bakmadan dükkâna girdi, ama göğsündeki ağırlık hâlâ kalkmamıştı. Didi doğruca çocuk bölümüne yöneldi, çevresine bakındı, elindeki paketleri yere koydu ve bademli çöreğinden birkaç ısırık aldı. Ansızın açlığının geçtiğini hissetti; alışveriş etme isteği de kalmamıştı.

Rich’i aramaya karar verdi, çantasındaki cep telefonunu çıkardı. Telefondaki yedi rakamı eksikti; küçük Re-enie, Texoma Gölü’ne yaptıkları haftasonu gezilerinden birinde o tuşu yemişti. Yeni bir telefon almanın zamanı gelmişti. Şu geniş tebessümünün dışında adamda yadırgatıcı olan neydi? Didi’yi tanıyormuş gibi davranması mı? Hayır, garip olan bu değildi. Başka bir şey. Didi’nin içinden haç çıkarmak geldi. Senin neyin var, Didi, diye fısıldadı, üzerinde Tasmanyalı Şey-tanlar’ın bulunduğu tişörtleri dikkaüe incelerken. Neden bu kadar hoşgörüsüz davranıyorsun? Adam yalnızca yardım etmeye çalışıyor. Kocası telefona cevap vermiyordu. Doğrusu buna hiç şaşır-madı. Devreye tele-sekreter girdi. “Benim,” dedi Didi, sinyal sesini duyunca. “Alışveriş merkezinden arıyorum; biraz daha erken buluşabilir miyiz, diye soracaktım.” Durdu, içinden dönüp arkasına bakmak geçti. “Neyse, önemli değil.

Saat birde görüşürüz. Hoşça kal.” , Kızları için birkaç tişört seçti, kasaya doğru ilerledi. Aynı an- -11- da onu gördü. Tweety Bird çoraplannın yakınındaydı. Kadını bütünüyle unutmuş gibiydi. Didi işlemleri hızlandırmak için nakit para çıkardı. “Linda, bak!” diye bağırdı satıcı kız, başka bir kıza. Sonra Didi’ye döndü: “Hey, gerçekten hamilesiniz.” “Doğru,” dedi Didi, elinden geldiğince kibar bir gülümsemeyle. “Aynı zamanda, çok da acelem var, lütfen…” İki adet yirmiliği tezgâhın üzerine koydu, ama para satıcı kızları hiç mi hiç etkilemedi. “Doğum ne zaman?” diye sordu Linda, sevecen gözlerle ona bakarak. “Birkaç hafta kaldı,” dedi Didi, dudağını ısırarak. Kız tişörtlerin etiketlerini neredeyse kasıtlı bir yavaşlıkla kopardı. Didi bir an çekip gitmeyi düşündü, ama adamın onun huzursuz olduğunu ya da acele ettiğini düşünmesini istemiyordu.

Didi’nin de onu bütünüyle unuttuğunu düşünmeliydi. “Bebeğin cinsiyetini biliyor musunuz?” diye sordu unda. “Hayır, hiçbir fikrim yok.” “Öğrenmek istemediniz mi?” “Hayır,” diye yanıtladı Didi. Tırnaklanyla tezgâhın üzerine hafif hafif vurmaya başladı. Tırnaklan kısaydı, darbeler yeterince etkileyici değildi. “Alı, ben olsam mutlaka öğrenmek isterdim,” dedi Linda. Didi yirmilik banknotlan tezgâhın ucuna doğru öyle bir hızla itekledi ki, paralar yere düştü. Tezgâhtar olanı, “Ah, paranız,” dedi. Paralann yere saçılmasını nedense pek eğlenceli bulup güldü. Linda da onunla birlikte kıkırdadı. Didi gülümsemeye çalıştı. Birden, hemen arkasında birinin durduğunu hissetti ve korktu. Kendini zorlayarak arkasına döndü. Takım elbiseli, yaşlıca, kır saçlı bir erkek başıyla onu kibarca selamladı.

Cekeüi adam-sa hâlâ Tweety Bird’lerin yakınındaydı. Didi aynı anda hem rahatladı hem de kendini budala gibi hissetti. Linda yaşlı adama hizmet etmek için uzaklaşmıştı, Didi ile — 12 — ilgilenen kız ise tişörtleri koymak için bir torba aranıyordu. “Toplam yirmi sekiz dolar, on yedi,” dedi neşeyle. “Siz bana bir tane yirmilik mi vermiştiniz?” “İki adet yirmilikti,” diye yanıtladı Didi. “Kusura bakmayın, yere düştü. Bakın, eğer sorun olacaksa-” “Yo, yo, sorun değil.” Kız eğildi, yerdeki banknotlan aldı. Kasanın tuşlarına bastı: kırk dolar. “İşte, üstü. On bir seksen üç.” Kasanın çekmecesinden aldığı parayı Didi’ye uzattı. Bir yandan da sayıyordu: “Yirmi dokuz, otuz… ve iki beşlik, eder kırk.” Didi kendini tutamadı, parayı kızın elinden kaptı. “Teşekkür ederim,” dedi, “iyi günler.

” “Size de,” dedi kız, sonra arkasından bağırdı: “Doğumda iyi şanslar!” Didi karşılık vermedi. Warner Bros’tan çıkınca, bir an kararsız kaldı. Arkasına bir gözattı. Adam görünürlerde yoktu. Arabasına mı gitseydi? Evet, evet, en iyisi buydu. Hayır, dur. Victoria’s Secret mağazasına çabucak bir uğramak istiyordu. Adamın onu izleyip izlemediğini görmek için omzunun üzerinden arkaya baktı. Bu çok saçma, diye düşündü. Gayet düzgün birine benziyor. Birkaç gün önce arkadaşı Penny ile birlikte Collin Creek alışveriş merkezindeydiler; biraz bu adama benzeyen bir erkek Didi’nin paketlerini arabaya kadar taşımayı önermişti. Aslında önermemişti bile. Uzanmış, “Bırakın da yardım edeyim,” diyerek torbaları almış ve taşımaya başlamıştı. Didi ona teşekkür etmiş, arabasına binmiş, Penny ile birlikte sinemaya gitmişti. Yağmur yağıyordu; Penny yardım eden adam için ‘ne kadar da kibar’ demişti.

Bu olayı anımsamak Didi’nin yüreğine su serpti. Victoria’s Secret’a girdi. Çekici, incecik bir kız Didi’ye doğru yürüdü: “Selam. Yardım edebilir miyim?” Didi gebeyken çevresinde hep zayıf kadınlar görürdü. Özellikle bu tür yerlerde. Bir gecelik ya da iç- – 13- çamaşınn ‘en büyük’ bedenini isterken sıkılır, utanırdı. Kızlar Didi’nin istediği bedeni bulmak için hep dükkânın arka tarafına giderlerdi. Bazen de görevi yüksek sesle bir başkasına devrederlerdi: “Janice, gidip arkaya bir bakar mısın; kırmızı saten külotun en büyük bedeni kalmış mı?” Bu öğleden sonra dükkânın boş olmasına sevinen Didi, hastanede giymek için ipekli, seksi bir şey aradığını belirtti. “Elimde tam size göre bir şey var,” dedi satıcı kız. “Doğum ne zamaa?” “Pazartesi,” dedi Didi. “Ama bugün pazartesi.” Kızın gözleri açılıverdi. “Umanm bu pazartesi değildir,” dedi Didi tatlılıkla. “Bebeğimi bir pazartesi günü doğurmak istiyorum da.” “Pazartesi uğurlu gününüz filan mı?” Didi başıyla doğruladı, “Galiba öyle.

Ben pazartesi doğmuşum. İkinci kızım pazartesi doğdu, üstelik çok kolay bir doğum oldu. Birincisinden çok daha kolaydı. İlki-cumartesiydi.” “Belki de kolay olmasının nedeni, ikinci doğum olmasıydı,” dedi satıcı kız. “Haklısın,” dedi Didi. “Yine de, pazartesi benim uğurlu günüm.” “Eh, dua edelim de bugün olmasın,” dedi kız. “Durun da size, sizin için düşündüğüm şeyi göstereyim.” Kızın çok güzel, kızıl saçları vardı. Didi gerçek rengi olup olmadığını merak etti. Didi saçlarını hiç boyatmamış olmakla ovunurdu. Bir sürü makyaj malzemesi almasına karşın, fazlaca boyanmazdı da. Didi kendi teninden hoşnut biri olduğunu düşünmekten hoşlanırdı. Satıcı kız onun saçlanna baktığını görmüş olmalı ki, gülümsedi, saçına dokundu, “Parayla alınabilecek en iyi renk,” dedi.

“Beğendiniz mi?” Duyduklanndan hoşlanan Didi gülümsedi: “Bayıldım. Ne kadar da doğal duruyor.” “Ben de sizinkini beğendim,” dedi satıcı kız. “Peki ama, bu -14- uzun saçlar sizin için zor olmuyor mu… bu sıcakta, üstelik gebeyken?” Didi saçlannı elledi, kızı yanıtladı: “O kadar da kötü değil. Neyse ki çok düz, dolayısıyla uğraşmam gerekmiyor. Ama istesem de kesemem. Kocam uzun saçı sever.” Kız Didi’nin bedenine uygun, bordo rengi, ipek bir sabahlıkla aynı renk gecelik, külot ve sutyen takımı çıkardı. Gecelik biraz dar gelse de, takım Didi’nin üzerinde hârika durdu. Ellerindeki en büyük bedendi; Didi, Göbek sonsuza kadar böyle kalmayacak nasılsa, diye düşündü. “Alıyorum,” dedi, giyinme odasından çıkarken. Dükkanın içinden dışarıyı, alışveriş merkezini gözleriyle şöyle bir taradı. Bir erkeğin sırtını seçer gibi olunca, yürek atışlan hızlanıverdi. Uzun, bol yapraklı bitkiler tahta sırada oturan kişiyi daha iyi görmesini engelliyordu; o adam olup olmadığını kestirmek güçtü. Didi kasaya gitti.

“Özür dilerim, ne sormuştun?” dedi, dalgın dalgın. “Kız mı, oğlan mı?” Didi gülümsedi. “Aslında bir oğlan istiyoruz,” diye kabullendi. “Ama bilmiyoruz.” “Hey, şansınız yüzde elli elli, öyle değil mi?” “Kocama kalırsa, değil,” dedi Didi tatlılıkla, “kırmızı çoraplarını haftalardır çıkarmadı ayağından. Bunun şansımızı yüzde yetmiş beşe çıkaracağına inanıyor.” “Kırmızı çoraplar mı?” Satıcı kız Didi’ye bir deliye bakar gibi bakıyordu. “Hey, deli olan ben değilim,” dedi Didi. “Kocam, Kovboy-lar’ın her maçında aynı çoraplan giyer. Bir keresinde, ayağında kırmızı çorabı varken, Kovboylar Süper Kupa’yı kazanmış; ondan sonra, her pazar o çoraplan giymeye başladı. O günden sonra onları yıkamamı bile engellemeye çalıştı.” “Aman Tanrım,” dedi kız, imzalaması için makbuzu uzatırken. “Pazar günleri kocanıza fazla yaklaşmadığınızı umanm.” “Ben bir futbol duluyum,” dedi Didi; oysa bu doğru değildi. Sırf kulağa hoş geldiği için söylemişti.

Futbola bayılırdı. Fır- – 15- sat buldukça maçları Rich ile birlikte izlerdi. Öte yandan, kırmızı çorap kısmı doğruydu. Rich, Kovboylar kaybetse bile çorapların uğuruna inanırdı. “Çoraplar ayağımda olmasaydı, yenilgileri çok daha büyük olurdu,” derdi, çorapların uğurundan kuşkuya düşen karısına. Didi’nin, Rich’in bu tuhaf mantığına verilecek yanıtı yoktu. “İyi şanslar,” dedi kız, kızıl saçlarını geriye savurarak. “Kolay bir doğum olmasını ve oğlunuza kavuşmanızı dilerim.” Didi gülümseyerek teşekkür etti. “Hey, dışanya fazla çıkmayın,” diye seslendi kız, onun arkasından. “Dışarısı çok acımasız.” “Merak etmeyin,” dedi Didi. Dükkândan çıktı, saatine baktı. Bire beş var. Rich’le buluşma zamanı.

Şansı yaver giderse, on, bilemeden on beş dakikalık bir gecikmeyle orada olabilirdi. Koridoru bir uçtan ötekine şöyle bir süzdü. Yalnızca birkaç alışverişçi. Tanrı beni affetsin, diye düşündü; doğumu yaklaşan herkes bu kadar evhamlı oluyor mu acaba? Bakalım, anlatınca Rich ne diyecek? Eli kolu paketlerle dolu bir halde Dillard’ın önünden geçti, Freshens Yoğurt bölümünde sola, sonra da sağa döndü, alışveriş merkezinin kapısından dışarıya çıktı. Dışansı dayanılmazdı. Güneş kızgın kırbacını Didi’ye indirdi. On beş-yirmi adım sonra Didi başının döndüğünü hissetti. Arabaya kadar bayılmadan gidebilsem bari, diye düşündü. Elindeki torbalan beton zemine bıraktı, çevresine bakındı; arabasını nereye bırakmıştı? İrice torbalardan birinde duran çörek paketini yavaşça çıkardı, çöreklerin birinden bir parça kopardı. Çiğnedi, yuttu. Saatine bakınca, biri on geçtiğini gördü ve acele etmeye çalıştı. Üç torbayı bir eline, üç torbayı öteki eline aldı (çantası omzundaydı), çörek paketini de parmaklarının arasına kıstırdı, iki yana sallanarak yürümeye koyuldu. FAO Schwarz’dan şu tahta küpleri almak zorunda mıydı yani? Durdu, torbalan yeniden yere bıraktı, alnındaki teri silerken, keşke saçlarımı toplasaydım, diye düşündü. Didi birkaç metre daha ilerledi, ama Town&Country marka -16- küçük minibüsünü bir türlü göremiyordu. Torbalan bıraktı, kendini daha iyi hissetmek için becerebildiği kadar derin bir soluk aldı, çantasını karıştırdı.

Anahtarlığını buldu, arabanın alarm zili ötsün diye alarm düğmesine bastı, ama alarm çalışmadı. Onun yerine, bir kapı kilidinin açılırken çıkardığı o boğuk çıtırtıyı duydu, sağ yanına bakınca beyaz minibüsünü gördü. Yanlış düğmeye basmıştı. Tann’ya şükürler olsun. Rahatlayarak anahtarlığı yeniden çantasına attı, torbaları almak için öne eğildi. Arkasından gelen bir ses, “Biliyor musun, o ağır paketleri kesinlikle kaldırmamaksın,” dedi. “Bebek için çok zararlı.” -. 12.58 Richard Wood, Pontiac Bonneville marka arabasını Laredo Grill lokantasının araba parkında durdurdu, Didi’nin küçük minibüsüne bakındı. Minibüs orada değildi. Kol saatine bir göza-tınca, bire birkaç dakika kaldığını gördü; erken gelmişti. Zararı yoktu. Arabada oyalanıp Bad Company’nin kasetini dinleyecekti. Didi kocasının yetmişli yıllara saplanıp kaldığını söylerdi; Rich’e göre bu bir iltifattı.

Arabanın saati 13.17’yi gösterince, lokantaya girip bir bakmayı kararlaştırdı. Belki de Didi minibüsü başka bir yere park etmişti. Rich hızla lokantaya seğirtti. Didi’nin arabayı bazen bitişikteki Olive Garden’in parkına bıraktığını nasıl da unutmuştu; orası eve giden otoyolun girişine biraz daha yakındı. -17- 13-20 Didi konuşmak isteyince, göğsünü dövüp vurup duran yüreği yüzünden dilinin tutulduğunu fark etti. Dönüp arkasına bakması gerekmiyordu. Erkeğin sesini tanımıştı. Bu, o ceketli adamdı. Midesinin hafifçe bulandığını hissetti. “Beni duydun mu, bayan?” dedi ses. “O ağır çantaları taşımamalısın. Bebek için hiç iyi değil.” Didi arkasına döndü. Adam tam karşısında duruyordu; elleri ceketinin ceplerin-deydi.

Hava sıcaklığı en az kırk dereceydi ve beyaz gömleğinin üzerine bir ceket giymişti. İnsan ceketin gereksizliğini serin alışveriş merkezinde algılayamıyordu, ama şu anda göze alabildiğine uygunsuz görünüyordu. Didi doğruca onun gözlerinin içine baktı. Adamın kalkık burnu ona sinirli, titiz bir görünüm veriyordu; otobüsün gelmesini çok uzun zamandır bekleyen biri gibi. Dudaklarının uçları da yukarıya dönüktü, bir gülümsemeyi çağrıştırıyordu. Yüzünü buruşturmuş, ince dudaklarını yukarıya, gülümsemeyen gözlerine doğru germişti sanki. Gözleri mavi ve soğuktu; Didi bu gözlerin çok önemli bir şeyden yoksun olduklarını görebiliyordu. Gözlerdeki anlam, tıpkı ceket gibi, bu sıcak yaz gününde bu büyük alışveriş merkezinin otoparkına hiç mi hiç yakışmıyordu. Didi paketlerini kucaklamış, adamla bakışıyordu. Daha iyi görebilmek için gözlerini kıstı, ancak görebildiği tek şey, adamın yüzü yerine siyah noktalar oldu. Dur, bekle, dedi kendi kendine, görüş açısını biraz daha daraltarak. Düşün! O kadar da kötü değil. Belki de gerçekten paketler için kaygılanıyor. Unuttun mu? Aynı şeyi mağazada da söylemişti. Ama erkeğin sesinde gergin bir tını vardı; Didi’yi yargılar gi-biydi.

Didi bu suçlayıcı ses tonunu çok iyi tanırdı. Kaynanası (Tanrı onu korusun) ne zaman ziyarete gelse, Didi’ye bakar, şöyle derdi: “Yeterince beslenmiyorsun, Didi.” İşte, aynı ses to- – 18- nuydu; iyi ama, Barbara onun kocasının annesiydi, bu aciamsa onu takip eden bir yabancı. Dur bir dakika. Onun seni izlediğini nereden çıkardın? Belki de izlemiyordu. Belki arabasını buralara bir yere bırakmıştı; arabasına binip evine gidecekti. Didi’nin suskunluğu çok uzun sürmüştü. Yutkunmayı denedi; boğazı kupkuruydu, yüreğiyse hâlâ çok hızlı atıyordu. “Bana yardım etmenize gerek yok. Arabam hemen…” Durdu, ağzından çıkmak üzere olan sözcükler için çoktan pişman olmuştu. Sussana, aptal, kes sesini. Arabanın hemen önünde durduğunuzu ona çaktırman şart mı? Adam, “Aslında sana benim arabaya kadar yardım etmeyi düşünüyordum,” dedi. Didi soluğunu yitirdi, ağzını açtı. “Bu pek doğru olmaz sanırım,” dedi, çatlak bir sesle. “Kocam beni bekliyor.

Öğle yemeğinde buluşacağız da.” Dizleri titremeye başladı. Toparlanmak için sırtını minibüse yasladı. Adamın dudakları iki yana doğru gerildi, dişleri göründü. “Bana kalırsa, bugün yemeğini yalnız yiyecek,” dedi. Didi çocuklu bir anne, yaşlıca bir çift, kansına armağan almaya gelmiş bir koca görme umuduyla, gözlerini araba parkında hızla gezdirdi. Ne zaman iççamaşınnı düzeltmek ya da sutyeninin askısını çekiştirmek istese, insanla kaynayan araba parkında, neden şimdi, birisine en çok ihtiyaç duyduğu şu an tek bir canlı bile yoktu? Neden? Allah kahretsin. Aklına Richie ile dün yaptıklan kavga gelince, evet, bu karma, diye düşündü. İnsanın daha önceki yaşamında yaptığı iyiliklerin ve kötülüklerin şimdiki yazgısını belirlemesi. Evet, bu o. Benim yazgım da bu mu, diye sordu kendi kendine. Karşımda duran, belirsizliği ve gözleriyle beni tehdit eden şu genç adam mı? Konuşmaya başladı, ama adam onun sözünü kesti. “Şişşt,” dedi. “Kaygılanma. Yalnızca arabayla biraz gezece- -19- giz, o kadar.

” Didi başını iki yana salladı: “Yapamam.” “Evet, yapabilirsin,” dedi erkek. “Lütfen.” Sonra, ekledi: “Israr etmek zorundayım.” Arabaların arasında, birbirlerine çok yakın duruyorlardı. Kadının özel sahasına tecavüz ediyordu; Didi’nin dizlerindeki titreme arttı. Bir sağa bir sola baktı. Biri gelsin, lütfen Tannm, biri arabasından insin. Birileri bizi görsün. Lütfen. 13.25 Didi lokantada değildi. Rich geciken karısını bekleyen bir adamdan daha açması bir görüntü olmadıkını düşündü. Utanmıştı, boyunbağını düzeltti, garson kıza kibarca gülümsedi. Sonunda işyerini arayıp tele-sekreterindeki mesajları dinlemeye karar verdi ve Didi’nin 12.

30’da bıraktığı, onunla daha erken buluşmak istediğini belirten mesajı dinledi. Karısının sesinde lıiç hoşuna gitmeyen, anlayamadığı bir şey vardı. Belli belirsiz bir sinirlilik; her zamankinden biraz daha tiz bir tını. Üstelik, iliç alışılmadık bir telefondu. Rich ile Didi on yıldır birlikteydiler. Rich Wood karısının alışverişi kesip onu aramasına ve randevulannı erkene almak istemesine bugüne kadar hiç tanık olmamıştı. Ertelemek istemesine, evet. Tatlım, biraz gecikeceğim. Sevgilim, trafikte sıkışıp kaldım. Tatlım, uğramak istediğim son bir yer daha var. -20- Evet, tamam, peki. Ama, tatlım, daha erken buluşabilir miyiz? Didi’yi Laredo Grill’de bulsaydı, ona bu konuda biraz takılacaktı. Ama Didi orada yoktu. Rich alışveriş merkeziyle lokanta arasında Didi’nin aklını çelecek pek çok yer olduğunu biliyordu. Kitapçıya ya da müzik dükkânına uğramış olabilirdi.

Ya da eczaneye. Ofisini bir kez daha aramadan önce, bir süre bekledi. Di-di’den yeni bir haber yoktu. Bir yerlere uğramış olsaydı, mutlaka arayıp haber verirdi. Didi genellikle geciken biri olmasına karşın, geç kalma konusunda duyarlıydı. Bir buçukta, saatine bir kez daha bakarken içine bir kurt düştü, boş midesindeki açlığın yerini aldı. Otuz dakika trafikte sıkışmak, bir yere takılmak için çok uzun bir süreydi. Didi’nin cep telefonunun numarasını çevirdi. Zil tam yedi kez çaldıktan sonra, itici bir erkek sesi duyuldu: Aradığı numaraya şu anda ulaşılamıyordu. Yoksa Didi dünkü kavganın öcünü mü alıyordu? Azıcık bir gecikmeyle, kocasını nasıl kolayca endişelendirebildiğini kanıtlamaya mı çalışıyordu? Bedel ödeme zamanı, diye düşündü öfkeyle; otuz saniyede bir saatine bakmaya başlamıştı. Rich boğazının sıkıştığını hissetti. Hamileliğinin son günlerindeki bir kadın olarak, bu kadar geç kalması haksızlıktı. Böyle bir durumda Rich’in aklına gelen ilk şey, doğumun başladığı olmaz mıydı? Ya da başına bir kaza geldiği?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir