Pertev Naili Boratav – Az Gittik Uz Gittik

Bu kitaptaki 39 masal ile bir tekerleme daha önce Batı dillerinde yayımlanmıştı. Onların Türkçe asıllarının yayımlanmadan, anadilimin tadını tattırarak okunmadan kalmasına gönlüm razı olmadı. Bu kitap o 40 metne 8 yeni metnin eklenmesiyle meydana geldi. Kitaptaki masalların arşiv dosyasını ve numarasını, daha önce yabancı bir dile çevrilmiş olanların yayımlandıkları yerler üzerine bilgileri, okuyucu hemen metinlerden sonra gelen bölümlerde; her masalın kim tarafından, ne zaman, nerede derlendiği, varyantları, yayılışı vb. üzerine bilgilerle metinlerin içinden geçen ve okuyucuyu yadırgatabilecek kelime ve deyimlerin açıklanmalarını da ondan sonraki bölümde bulacaktır. En sona da “Türk Masalı Üzerine” başlıklı bir bölüm eklenmiştir. Bu, Türk masalının tarihi üzerine bir denemedir; burada, en eski çağ9 lardan başlayarak yazılı edebiyatımızda masalın yeri, başka türlerle alışveriş, ünlü yazarların masaldan ve ona yakın türlerden nasıl yararlandıkları, bugün için edinebildiğimiz bilgiler ölçüsünde, incelenmiştir. Burada bir araya getirilen metinlerin 13 tanesi 1938 ile 1948 arasında Ankara Üniversitesi’ndeki öğrencilerimin, 3 tanesi 1945’te Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü öğrencilerinin benim için derledikleri masallardır; 1 metin dostların derlemelerinden armağandır. Kitabımın açıklamalar bölümünde derleyicilerin adlarını belirttim; hepsini burada bir kez daha sevgiyle, saygıyla anmak benim için bir mutluluktur. Sözü geçen derleyicilere bu masalları anlatan, yazdıran masalcıları ben yüz yüze gelip tanımak olanağını bulamadım; çoğu, umarım ki bugün de çocuklara -ve büyüklere- tatlı masallarını anlatmaktadırlar; hepsine, uzaktan uzağa, selamlar olsun. İçlerinden -ninem Fıtriye Türegün gibi- bu arada dünyamızdan göçüp gidenler de olmuştur belki; onların hatıralarını saygı ile anarım. Kitaptaki 19 masal annemin bana 1928 ile 1962 arasında anlattıkları ve yazdırdıklarıdır. Onlar, çocukluğumu anma vesilesi vermekle birlikte benim için ayrı bir değer taşırlar. Annem, masal dünyasının büyülü perdesini bana aralayan ilk insan oldu. Yıllar sonra, halkımın geleneklerini öğrenmeye ve incelemeye girişince, derlemelerim için ilk başvurduğum kişi de yine o olmuştur.


Arada geçen uzun süre içinde o, toplumumuzdaki hayat şartları bir hayli değiştiği için belki, masallarının birçoğunu, anlatma fırsatı bulamayıp unutmuştu; ama dağarcığında ne kaldıysa bize hepsini bağışladı. Böylece ondan Türk masalı hâzinesine 30 kadar masal kalacaktır; bunlar, bugün seksen beşine yaklaşan bir Türk hanımının, babası ve kocası ile dolaştığı, kimisi şimdi Türkiye’nin sınırları dışında kalmış çeşitli ülkelerden bize ulaştırdığı ve en az yüz yıllık -bazılarına daha fazla- bir yaş verebileceğimiz belgelerdir. 10 Bu kez yayımladıklarımla birlikte benim Türk okuyucularına armağan ettiğim Türk masallarının sayısı 113’ü bulmuş oluyor. Seksen yıl öncesinden Türk masalının değerini anlayıp Türk aydınlarını da onlar üzerinde çalışmaya çağırmış olan Macar Türkoloğu Kunos’un aşağı yukarı 130 masallık yayını ile eriştiği sayıdan, ben kendi hesabıma, henüz geride kalıyorum. Bu bilgin’in hatırasına en yerinde saygı gösterisi, başardığı işlerde onu kat kat aşmakla olacaktır. Derleme çalışmalarında bile, yurdumuzdaki süratli değişmeler ve bu ülkenin masal incelemeleri bakımından büyük önemi hesaba katılacak olursa, yapılan iş, yapılması gerekene bakınca, çok cılız kalır. 2500’e yaklaşık masal tipini kavrayan milletlerarası katalogda Türk katalogunda incelenmiş tiplerin sayısı olan 378 ile yukarıdaki 2500 rakamı karşılaştırılınca aradaki büyük fark anlaşılır. Halk edebiyatımızın belli başlı anlatı türlerinden hayvan masalları ile “fıkra-latife” çeşitlerinden yapılmış derlemeler çok yetersizdir. Gerek sözlü gelenekten derlemelerle, gerek yazılı edebiyatımızda bu çeşitten ürünleri kapsayan zengin kaynakların titiz ve sistemli bir taranmasıyla, milletlerarası katalogun daha yüzlerce Türk örnekleriyle zenginleştirilip tamamlanacağına inanıyorum; böylece, Türk halkbilimi, karşılaştırmalı masal incelemelerinde dünya bilimine çok önemli bir katkıda bulunacaktır. Milletlerin, en eski çağlardan beri kültür alışverişleri ve her milletin kendine özgü kültür yaratmaları sorunları üzerindeki araştırmalarında bizim masallarımızdan bilim dünyasının da yararlanmasını sağlamak ve Türk halk kültürünün başka kültürler içindeki gerçek değerini belirtmek, yakın bir gelecekte sayısının hızla çoğalmasını dilediğim Türk halkbilimi emekçilerine düşen şerefli bir vazife olacaktır. Ivry, 4 Aralık 1968 Pertev Naili Boratav ıı Tekerleme Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde… Eşek dellal iken, deve berber iken… Bir varmış, bir yokmuş Allahın kulu darıdan çokmuş… Çok demesi günahmış. Var varanın, sür sürenin… Destursuz bağa girenin sopa yemesi çokmuş. Zamanında, ben üç yüz bir yaşında iken iki arkadaşım vardı: Biri kör, biri çıplak. Çakmaksız, namlısız, kundaksız tüfekle bitmedik çalı dibinde doğmadık tavşan avına gittik. Çıktık tepenin başına, seyrettik toprağına taşma.

Gördük bir göl, ördekler yüzüyor. Çakmaksız, namlısız, kundaksız tüfekle ‘gel ha!’ eyledik. Ördekler zombala devrildi. Kör aradı buldu, çıplak koynuna koydu. Sapsız, namtısız, ceciksiz bıçakla kanırdık, boğazladık. Ördekleri pişirip yemek için bir kazan aradık. Bir cadı karısı rastgeldi: Lildirim likli, burnu ilikli, kazan başlı, kurbağa dişli, ölü kurbağa gözlü, dağarcık yüzlü, küp karınlı, patlıcan burunlu, şipirdiğini takıştırmış, könçeciğini çekiştirmiş, pabucundan boşanan kıyraklar, haniya o bizim çakmaksız, namlısız, kundaksız tüfeğin saçması mı? Vızıldayıp geliyor… “Ebe karı, bize bir kazan! dedik, ördekleri pişirmek için.” 13 Bir kazan verdi: Ağzı var, dibi yok. Sırıkladık, mırıkladık; üç ocak taşı çattık, kazanı kurduk, altına odunu vurduk. Kazan kaynıyor, ördekler oynayor… Ocak taşlarının biri bir tarafa çekiyor kazanı, biri bir tarafa. “Bre ocağı batasıcalar! Kazana mı bölüşeceksiniz?” dedim. Bunlara birer eskayla vurdum. Ocak taşı diye çattığım meğer tosbağaymış. Çıplak ve kör arkadaşlarımla beraber ördeği yedik; karnım doymadı, yüzüm gülmedi; bıyığımın ucu vız demedi, kulağımın dibi çat demedi… Bakıversem ki bir koz ağacı var: “Yemeğin üstüne çerez olarak yiyeyim” diye kozun başına bir tezek salladım. Bir de baksam ki Kırımoğlu’nun çiftliği gibi bir yazı olmuş kozun başında.

Bu çiftliği sürmek için bir çift öküz arama telaşesine düştüm. Aradımsa da bulamadım. Öküz çalmak için bir köye gittim. Bokluk deliğinden ahıra girdim. Bokluk deliğinden öküzü çıkarmak için çalıştım: Öküzü kaldırdım, bokluk deliğinden kafasını dış yüze doğru soktum, göğdesi sığmadı, salındı kaldı. Umudu kestim. Bir ala kedi, bir kara kedi buldum. “Öküz olaraktan bu bize kâfi,” diyerek koz ağacının altına geldim. Sabanı boyunduruğa düzenledim, ala kediyle kara kediyi koştum. Boyunduruk altında, koşum halinde koz ağacının başına çıkarmak istediysem de bir türlü çıkaramadım. Çavdar ağacından merdiven çatmak telaşesinde iken ben, bizim Mehmet Ağanın çobanı gibi kalleş, kuyruğu gücük bir sarı it peyda oldu: Tek kulaklı, kuyruğu üç ulaklı… Ala kediyle kara kediyi sabanın altında görünce hücum eyledi. Kediler itten korkularından sabanla koz ağacının başına çıktılar. “Ek bre bideri, sür bre çifti… Ek bre bideri, sür bre çifti!…” Az sürdüm, uz sürdüm… Dere, tepe, düz sürdüm… Altı ay, bir güz sürdüm… Geri döndüm baktım ki arkadan ekin gövermiş, geçmiş… Bir orak aldım, yanaştım ekine. Biraz biçtikten sonra belim ağrıdı. Dineliverdim yorgunluk alametiyle.

O yanıma, bu yanıma bir tanıyıversem ki tilki14 nin biri çekirge kovalayıp geziyor ekinin içinde. “Bre ocağı batasıca! Benim zati belim ağrıyor, biçemiyorum ekini,” dedim, orağı tilkiye doğru kürelediydim, orağın sapı tilkinin karnına kaçtı: Tilki kaçtı, orak biçti; tilki kaçtı, orak biçti. Ekin tükendi, ben beriden bakakaldım… Vardım yattım bir gölgeye. “Nasıl toplarım? Nasıl toplarım?” derken bir kasırga geldi, sapı topladı, harman gibi kıvırakodu. “Bir cığara molası daha alak,” dedik. Çakmağı çakıversem ki, cığaranın keyfinden haberlenmemişim, kavın kebebi mazı közümü gibi düşmüş; bir de baksam ki bizim harmanın üstüne bir kara duman çökmüş. “Ulan! Yağmur mu yağıcı?” diye bir kara kaygıya düştüm. Bir de baksam ki, top güllesi gibi bir kara yalım patladı. “Amanın! Bu da mı gelecekti başıma?” diye telaşlandım. Su aramaya başladım. Meğer o yalım hakkımızda hayırlıymış. Sap yandı, kırmızı buğday çeç oldu. Bu buğdayı kuyulamak için beni bir kaygı aldı. Ala kediyle kara kediye sordum: “Amanın! Ben şaştım. Buğdayı kuyulamak için bir çare bulun,” dedim.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir