Pierre Bourdieu – Sanatın Kuralları

Çalışmamın temel amaçlarından birisi, yazın ve sanat bilimlerinde, “dış okuma” ile “iç okuma” arasındaki son derece tehlikeli karşıtlığın ortadan kaldırılması oldu. Bu ayrımı, Sâussure’ün Gene/ Di/âi/im Ders/ez/’nde dış dilbilim ile iç dilbilim arasında yaptığı karşıtlığı kendi alanıma aktararak oluşturuyorum. Saussure, konu olarak dili alıp, her biri başka dallarca geçerli incelemelerin konusunu oluşturabilen, coğrafi, tarihsel ve toplumsal koşullardan bağımsız bir biçimde tasarladığı bir iç dilbilimin temellerini atmayı amaçlamıştır. 60’lı yıllardan bu yana Fransa’da göstergebilim adına ortaya konulan ve yapıtları tarihsel bağlama yapılacak her türlü gönderimin dışında salt kendi içinde ele alan bütün çalışmalar iç inceleme olarak nitelendirilebilir. Dış inceleme, yapıtları, içlerinde bu yapıtlarla bunları üretenlerin ortaya çıktığı ekonomik ve toplumsal koşullara bağlar. Son derece yıkıcı bu karşıtlıkla başa çıkmak güçtür. Benim toplumbilimci olmam bile bu karşıtlığı yeniden canlandırmaya yeter, ve söyleyeceğim her şey, dış inceleme gibi anlaşılma sakıncasını içermektedir. Ama, bu karşıtlığı yadsımak da yetmez; bu karşıtlığın nasıl aşılacağını göstermek gerekir. İç çözümleme, her zaman kendi küllerinden yeniden doğar. Deyim yerindeyse bu çözümleme “insanın yakasını kolay kolay bırakmaz.” Neden? Çünkü yazın öğretmeninin uğraşma yer etmiştir. Ortaçağ’da, Guillaume de la Porree adlı felsefeci /ee/ores ile, okumayla uğraşan kişlerle auctores, yazarlar, ilk ağızdan yaratıcılar arasında ayrım yapmaktaydı. Öğretmenler, meslekleri gereği metinlerin okurları ve 9 yorumlayıcılarıdırlar; ve okuma eylemiyle yakın ilişki içindedirler. Sözgelimi yazınsal göstergebilim, bir bütün olarak öğretmenin uğraşı içinde yer alan örtük bir felsefeyi içinde barındırır. Aynı durumun felsefe için de geçerli olması gerekirdi.


Felsefe öğretmenleri büyük ölçüde /ectoresp/ıi/osop/ıiae, bir başka deyişle gündeme getirmedikleri, felsefe metinlerinin okur-yorumcularının uygulamaları içinde kendini gösteren felsefe üzerine bir felsefeye sahip olan kişilerdir. Lectorkonumuna içkin olan okumanın bu örtük felsefesinin ne denli yok edilemez olduğunu göstermek için uç bir örnek olan “yapı ayrıştırma”yı alabilirdim. Görünürde tüm yapı ayrıştırmacı gelenek bu felsefeden bir kopuşla dikkat çekmekteyse de ve tutkulu bir biçimde felsefenin okunmasına yönelik örtük felsefeyi açıklamayı amaçlasa da, aslında yapı ayrıştırmacıların her şeyden önce metinlerin yapısını ayrıştırmayı amaçlayan kişiler olmaları nedeniyle, bu gelenek okumaya ilişkin sıradan önvarsayımlara yer verir. Ve metin dışında hiçbir çıkış yolu bulunmaz! Belki bu yaklaşım geliştirilebilir, ama ben bununla yetiniyorum. Öğretmenin toplumsal konumu içinde yer alan bütün özellikler, belli bir dünya görüşü, varoluş anlayışı, vd. bu konuma yerleşmiş insanların yazına, okudukları metne, okumanın ne olduğuna, vd. ilişkin olarak geliştirdikleri gösterim içinde ortaya çıkar. Daha açık bir anlatımla, gerçek yapı ayrıştırma, Derrida’cı yapı ayrıştırmanın bittiği yerde, bir başka deyişle yapı ayrıştırmacının kendini ayrıştırdığı sırada, kendini, kimi toplumsal üretim koşulları, vd.’nin ürünü olan bir kuruma katılmış toplumsal bir kişi olarak düşündüğü sırada başlar. D em ek oluyor ki, iç okuma, kimi toplumsal konumlar içinde yer alınmasıyla ve bu toplumsal konumların bir biçimde sürekliliğinin sağlanmasıyla elverişli bir duruma ulaşır. Örneğin Sanatın Kura/Zan’nda iç okumaya ilişkin Ingiliz, Amerikan, Fransız kökenli bütün önemli gelenekleri inceleme çabasına giriştim: Fransızlar, Amerikalılardan tümüyle habersiz, onların da Fransızlardan tümüyle habersiz olan Ingilizlerdan hiçbir biçimde haberi bile yok ve bu durum karşılıklı olarak geçerli. Oysa gerçekten hoş olanı da, her ulus içinde /ectores’in, son derece küçük birkaç ayrıntı dışında, tümüyle özgün olduklarını sana­ rak (kitabımda yer alan notlara gönderiyorum sizi) aynı okuma felsefesini yeniden bulgulamış olması. Metnin, metin olarak iç okumasına, “katıksız metine” bir “katıksız okuma” yapılması gereğine yönelik tüm bu kuramlar, birbirlerini göz önünde bulundurmadıklarından, kendi başlarına, birbirlerine gönderme yapmadan kendiliğinden ortaya çıkarlar: /ector’un içinde çalıştığı toplumsal koşullardan doğarlar. Oysa, bunların /ector!ın “katıksız” kafasından çıktığı sanılır. ‘ Dış okuma, ister toplumsal sanat tarihi, ister toplumsal yazın tarihi, ister toplumsal felsefe tarihi (bu, neredeyse yok gibidir), isterse toplumsal hukuk tarihi (bu da hemen hemen yoktur) söz konusu olsun, kültürel yapıtların bütün boyutlarında örselenmiştir.

Kültürel yapıtları toplumsal üretim koşullarına bağlamayı göze alanlar her yerde hor görülmüş ve bu biraz el yordamıyla yollarını bulmaya çalışan kişilere yukarıdan bakan visio acac/em/ca tarafından kınanmışlardır. Önemli bir resim tarihçisi ve Rönesans resmi üstüne materyalist esin taşıyan son derece güzel kitapların yazarı olan Frédéric Antal, Floransa resim yapıtlarını, bunları finanse edenlerle ilintilendirmeyi denemesi nedeniyle iç incelemeci meslektaşlarının kendisine yönelttiği küçümsemeye değindiği dokunaklı metinler yazar. D emek ki, dış inceleme yapan kişiler küçümsenmektedir; bu da onları benim gözümde ilginç kılmaktadır, ama ne yazık ki onların bu küçümsemeyi haklı çıkaracak kanıtları ortaya koydukları da bir gerçektir. Onlar kaba materyalistlik yapmaktalar, ve benim “kısa devre” olarak adlandırdığım ve yapıtları dönemin toplumsal koşullarıyla doğrudan ilintilendirmeye dayanan yanlışa genellikle düşmektedirler. Söz gelimi, Sanat/n Kura//arr’nda, içinde Fauré müziğiyle aynı döneme denk düşen Anzin grevlerini dolaysız bir ilişki içine soktuğu 19. yy. müzisyenleri üzerine bir kitap yazan son derece nazik bir delikanlının örneğine değinmekteyim. Kabaca, bu müzik içinde “es/opiznFin, daha açık bir söyleyişle bir tür gerçeklik dışına kaçışın bir biçimini görür: Fauré, Anzin grevlerini unutmak için barkarol ve balada sığınır. Gerçek anlamda indirgemeci olan, yazını (veya müziği) özgüllüğü içinde yıkan, özgül yapıları göz ardı eden bu dış okumanın yetkin bir örneğidir bu durum. Ve iç incelemeci­ lerin, yazının indirgenemez özgül yapılar, özgül soyağaçları içerdiğini söylemekte haklı gerekçeleri vardır. İşbirlikçi rakipler arasındaki kalıplaşmış ve sonu gelmez alışverişten nasıl çıkmalı? İşte, “alan” kavramı tam burada devreye girer. İç incelemecilerle dış incelemecilerin ortak noktası, aynı yanlışa düşmeleridir: Yazınsal dünyanın bizzat kendisi olan bir toplumsal gerçekliği unuturlar. Anzin grevleri, Yen’in tırmanışı ve Frank’ın düşüşü ile yazın arasında, benim “yazınsal alan” olarak adlandırdığım kaçınılmaz bir aracı vardır: Bir yazarlar toplumuna indirgenemeyen bu toplumsal dünya, yazınla ilgisi olan, yazından bir çıkar bekleyen, yazma ilgi duyan insanlar bütünü: yayıncılar, dergi yönetmenleri, kuşkusuz yazarlar, ama aynı zamanda öğretmenler, yorumcular, eleştirmenler, vd. arasında nesnel bir bağıntılar uzamıdır. Kendi aralarında, örneğin türlere göre bölünmüş olan bu insanların bütünü, nesnel, bireylere aşkın bağlarla bir araya gelmiştir.

Sözgelimi, sembolist ozanların en kötüsü bile kendini Zola’nın üstünde görür: türler arasındaki ilişkiler, bugün dallar arasındaki ilişkileri andıran kastlar arası ilişkilerdir: Fransa’nın en sıradan felsefecisi, kendini en başarılı toplumbilimcinin üstünde görür. Sembolist ozanların en başarısızı, Zola hakkında ileri geri konuşabilir (bunun için Huret’yi okumak yeterlidir; her sayfasında bu durumla karşılışılır). Sonuçta, kast ilişkileri, parya dallar, parya türler vardır. Nasıl bir sunum içinde olurlarsa olsunlar, taraflar arasında kendini belli eden bu hiyerarşiye ilişkin nesnel belirtiler bulunmaktadır. Başka bir deyişle, benim “alan” olarak adlandırdığım şey, istatistik toplumbilim yapanların sandığı gibi basit bir bireyler topluluğu, bir bireyler bütünü değildir, örneğin, Escarpit, hatta Viala gibi (toplumbilim deyince, akla, sayı, nicellik, istatistik gelir). D em ek ki, bir bireyler topluluğu değil, toplumsal bir yapı, kendini bireylere dayatan bir ilişkiler uzamı söz konusudur. Bunun en yetkin örneği de türler arasındaki hiyerarşidir. Böylece, bütünsel bir toplumsal uzam ve bu uzam içinde belli bir konumda bulunan bir alt-uzam, “yazınsal alan” düşünülebilir. Bu uzamın bir yapısı vardır. Egemen olanlar ve olunanlar bulunur ve, sözgelimi, belli bir karmaşık istatistik yön­ tem aracılığıyla kavranabilen çift boyutlu bir yapıyla karşılaşılır. Bir yapı vardır ve ben üretim uzamının yapısıyla ürünlerin uzamının yapısı arasında bir türdeşlik bulunduğu varsayımını ileri sürüyorum. “Alan” bakımından düşünüldüğünde, bilimsel incelemenin gerçek konusunun artık bir birey, bir yazar olamayacağı açıktır. Yazınsal üretimin öznesi, üretim alanı içinde bir konumda bulunması ölçüsünde ve benim “olasılar uzamı” diye adlandırdığım şey aracılığıyla üretim uzamının bütününe gönderme yapması ölçüsünde, yazardır; bu “olasılar uzamı” da bir üreticinin üretim uzamı içinde ortaya çıktığı anda mevcut ürünler uzamından oluşur. Konuyu somutluk düzlemine aktarmak için, Beckett’in sıradışı “katıksız” bir yazar, ebedi yaratıcı fantazmının somutlaştığı saf örnek, kendi kendinin yaratıcısı, yok edilemez olduğunu düşünelim. Oysa Beckett’in Irlandalı olduğu, yıllar boyu Joyce’un asistanlığını yaptığı, kafasında İrlanda olasılarının uzamını, daha açık bir anlatımla olasılar yazınını yapma biçimlerine ilişkin bir harita taşıdığı bir gerçektir.

O denli ki, sorun şöyle biçimlenir: “Hayran olunan Joyce’un ardından gelindiğinde, her şey yapıldığında, her şey bittiğinde geriye yapacak ne kalır?” Çalışmasına değindiğim incelemecinin yaptığı gibi, kafamızda bu düşünceyle Beckett’i okuduğumuzda, yapıtlarına yansıtılan bütün fızikötesi patAos’im* yokoluşuna tanık oluruz. Böylece, içinde her üreticinin, üretim uzamının belli bir anında yer alan olasılar uzamıyla sürdürdüğü bağıntı aracılığıyla, bir anlamda yapıtıyla ilişkiye girecek biçimde (kendisi de toplumsal uzam içinde bulunan) içinde konumlandığı (uyguladığı tür, vd. aracılığıyla) bir uzama sahip olunur. Tüm bu söylediklerim bir toplumbilimci için ya da bir felsefeci veya bir tarihçi için gerçek olabilirdi. Özellikle yazarların gençlik dönemlerine ilişkin biyografiler veya yazışmalar okunduğunda, yaratıcıların, gerek -izm’lerden gerekse özel adlardan oluşan önemli başvuru kaynaklarına gönderme yaparak kendilerini ne derecede yarattıklarına tanık olunur: Daha önceden yapılmış şeyler * Yunanca “duygu.” (Ç.N.) vardır, artık yapılmayacak şeyler vardır. Dolayısıyla bu olasılar uzamı, bir yaratıcıyı tarihe katan aracı işlevini üstlenir. Özellikle bir yazının ulusal niteliği bu olasılar uzamı aracılığıyla kendini dayatır. Bu uzam içinde güç dengeleriyle karşılaşılır: Egemen olanlar ve olunanlar, güçlü türler ve zayıf türler (sembolistler ve natüralistleri örnek verebiliriz) vardır. Ve güç dengelerini değiştirmek için verilen savaşımlar söz konusudur. Bu da, sözgelimi yeni katılanların, yeni gelmiş olanların, gençlerin her zaman yıkıcı tutkularla ortaya çıkması demektir. Dinsel alanda olduğu gibi yazın alanında da en yaygın strateji, eski egemenlerin karşısına, adına egemenliklerini kabul ettirdikleri ilkelere başvurarak çıkmaya: en radikallerden daha radikal, katıksızlardan daha katıksız olmaya dayanır. Serbest dize adına aleksandren yok edilir ve açık artırma mantığı içinde daha ötelere gidilir.

Bir an için geriye gidiyorum. Rus biçimciler yapıtlar uzamının olduğu gibi oluşturulmasını varsayan metinlerarası ilişki kavramıyla, benim önerdiğim şeyi sezgilemişlerdi. Ama, metinler uzamını, metin üreticileri uzamıyla ilintilendiremediler. Benim getirdiğim ve iç incelemeyle dış inceleme arasındaki karşıtlığı ortadan kaldırmayı denediğim varsayım, Rus biçimcilerin amaç olarak aldıkları (Jakobson ve Levi-Strauss’ta olduğu gibi ne Baudelaire’in bir şiiri ya da sonesi ne de Baudelaire’in yapıtlarının bütününü değil de) çağdaş metinler uzamıyla metin üreticileri uzamı arasında türdeşlik olduğu varsayımıdır. Üretim uzamının belli bir konumuna, ürünler uzamı içinde uygun ürünlerin belli bir konumu denk düşer. Bir başka şey daha: Üreticiler, uzam içindeki konumlarıyla, ama aynı zamanda nitelikleriyle kendilerini tanıtırlar. Sanatın toplumbilimi ele alındığında, ilk önce yapıtların toplumsal alanla dolaysız bir ilişki içine sokulması (bu, “kısa-devre”dir) ve daha sonra, yapıtın, üreticilerin toplumsal nitelikleriyle dolaysız bir biçimde ilişkilendirilmesi akla gelir: Toplumsal kökenden, üreticiyle dile getirmeyi ya da seslenmeyi savladığı bir sınıf arasındaki ayrıcalıklı bağın bir göstergesi gibi yararlanılır; üretici, gerek toplumsal bir sınıfı dile getirir gerek ona seslenir gerekse dile getirdiği için ona seslenir. T üm bunların üzerine bir sünger çekmekte yarar var. Üreticinin toplumsal niteliklerinin önemini koruduğunu da belirtelim. “Habitus” olarak adlandırdığım değişkeni, toplumsal bakımdan oluşturulmuş bu kesintisiz eğilimi incelemeye katmanın gerekçesi ne olabilir? Bu uzama girme biçimini anlamada gereklidir. Fizikten alınan alan kavramını kullanıyorum. Bir güç alanı ve bu alana giren bir parçacık, birey düşünülebilir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir