Pratchett Terry – Kucuk Tanrilar

Kaplumbağa ile kartalı düşünün. Kaplumbağa yerde yaşayan bir hayvandır. Yerin altına girmeden yere daha yakın yaşamak imkânsızdır. Gördüğü ufuklar birkaç santim uzaktadır. Ancak bir marul yaprağını avlamaya yetecek hıza sahiptir. Evrimin geri kalanı akıp geçerken kaplumbağa, sonuçta, kimse için tehdit oluşturmayan, yenilmesi güç bir hayvan olarak hayatta kalmıştır. Sonra bir de kartal vardır. Gördüğü ufuklar ta dünyanın kenarına kadar uzanan, gökyüzünün ve yüksek yerlerin yaratığı. Bir kilometre uzaktan, küçük ve ciyaklayan bir yaratığın kıpırtısını görebilecek kadar keskin gözler. Sırf güç ve sırf kontrol. Kanatlı ani ölüm. Kendinden küçük her şeyi bir öğüne dönüştürebilecek, kendinden büyük herhangi bir yaratıktan en azından aceleyle bir ısırık alıp kaçmasını sağlayabilecek pençeler ve tırnaklar. Kartal saatler boyunca bir sarp kayalığın üzerinde oturur ve dünyanın krallıklarını inceler, ta ki uzakta bir hareket sezene kadar, sonra odaklanır, odaklanır, odaklanır ve çöldeki çalıların arasında sallana sallana yürüyen küçük bir kabuk görür. Ve atlar… Ve bir dakika sonra kaplumbağa altındaki dünyanın gittikçe uzaklaşmakta olduğunu fark eder. Dünyayı ilk defa görür, hem de yalnızca yerin iki santim üzerinden değil, yüz elli metre yüksekten, ve düşünür: kartal ne kadar da iyi bir dost.


Ve sonra kartal onu bırakır. Ve hemen her seferinde kaplumbağa düşerek ölür. Kaplumbağanın bunu neden yaptığını herkes bilir. Yerçekimi, kurtulması zor bir alışkanlıktır. Kartalın bunu neden yaptığını kimse bilmez. Kaplumbağa eti tatlıdır, ama harcanması gereken çaba düşünülünce, başka hemen her şeyin eti daha tatlı gelir. Bunun sebebi, basitçe, kartalın kaplumbağalara eziyet etmekten hoşlanmasıdır. Ama elbette, kartal doğal seleksiyonun çok kaba bir biçiminde rol almakta olduğunun farkında değildir. Bir gün kaplumbağa uçmayı öğrenecektir. Hikâye çöllerde, kızıl-kahve ve turuncu tonları arasında geçmektedir. Ne zaman başlayıp bittiği sorunludur, ama başlangıçlarının en azından biri binlerce kilometre uzakta, Merkez’i çevreleyen dağlarda, karların başladığı yerin yukarısında gerçekleşmiştir. [1] Sık sık sorulan felsefi sorulardan biri şudur: “Eğer işitecek kimse yoksa, bir ormanda yıkılan ağaç ses çıkarır mı?” Ki bu da filozofların doğası hakkında bir şeyler söyler, çünkü ormanda her zaman birileri vardır. Bu yalnızca o çatırtının ne olduğunu merak eden bir porsuk ya da manzaranın yukarı doğru kaymasına şaşan bir sincap olabilir, ama biri her zaman vardır. En azından, eğer yeterince derin bir ormansa, milyonlarca küçük tanrı onu işitmiştir. Olaylar öylesine, peş peşe oluşur.

Kimin bildiğine aldırmazlar. Ama tarih… ah, tarih farklıdır. Tarihin gözlemlenmesi gerekir. Yoksa tarih olmaz. Yalnızca… eh, peş peşe oluşan olaylar olarak kalır. Ve elbette, tarihin kontrol altına alınması gerekir. Yoksa her şeye dönüşebilir. Çünkü çok sevilen teorilerin aksine, tarih anlatımı gerçekten de krallar, tarihler ve savaşlardan ibarettir. Ve bu şeylerin doğru zamanda olması gerekir. Bu zordur. Kargaşa dolu bir evrende, yanlış giden çok fazla şey vardır. Bir generalin atının nalını düşürmesi ya da birinin bir emri yanlış işitmesi ya da hayati bir mesaj taşıyan birinin sopaları ve nakit sorunu olan bazı adamlarca yolunun kesilmesi çok kolaydır. Sonra bir de vahşi hikâyeler vardır, bunlar tarih ağacının üzerinde büyüyen, onu kendine göre bükmeye çalışan parazitler. Bu yüzden tarihin bakıcıları vardır. Yaşadıkları yer… eh, olayların akışı içinde nereye gönderilmişlerse orada yaşarlar, ama tinsel evleri Diskdünya’nın yüksek Koçbaşı dağlarında, tarih kitaplarının saklandığı gizli bir vadidir.

Bunlar geçmişin olaylarının, tıpkı mantar panoya iğnelenen kelebekler gibi mıhlanmış olduğu kitaplar değildir. Bunlar tarihe kaynak olan kitaplardır. Yirmi binden fazla kitap vardır; her biri üç metre yüksekliğindedir, kurşunla ciltlenmiştir ve harfler o kadar küçüktür ki, büyüteçle okunması gerekir. İnsanlar ‘…tarihçelerde yazılı olduğu gibi…’ derken, burada yazılı olduklarını kasteder. Dünya üzerinde, insanların sandığından daha az mecazi anlatım vardır. Başkeşiş ve iki kıdemli keşiş her ay kitapların saklandığı mağaraya gider. Eskiden bu yalnızca başkeşişin göreviydi, ama 59. Başkeşiş’in karıştığı, diğer keşişler yakalayana kadar adamın küçük bahislerden bir milyon lira kazandığı talihsiz olaydan sonra, iki güvenilir keşiş daha dahil edildi. Dahası, içeri yalnız girmek tehlikelidir. Tarih’in, ses çıkarmadan dünyaya yağmakta olan salt yoğunluğu ezici olabilir. Zaman bir uyuşturucudur. Fazlası sizi öldürür. 493. Başkeşiş kırışık ellerini kavuşturdu ve en kıdemli keşişlerden biri olan Lu-Tze’ye hitaben konuştu. Gizli vadinin temiz havası ve huzurlu hayatı sayesinde bütün keşişler kıdemliydi; dahası, her gün Zaman’la çalışıyorsanız, bir kısmının size bulaşması doğaldı.

“Mekân, Omnia,” dedi başkeşiş, “Klatch kıyısında.” “Hatırlıyorum,” dedi Lu-Tze. “Orada Ossory diye bir genç vardı, değil mi?” “Olaylar… dikkatle gözlemlenmeli,” dedi başkeşiş. “Baskılar var. Özgür irade, kader… simgelerin gücü… bir dönüş noktası… bütün bunları biliyorsun.” “Kaç zamandır, ah, yedi yüz yıldır filan, Omnia’ya gitmedim,” dedi Lu-Tze. “Kurak bir yer. O koca ülkeden bir ton iyi toprak çıkmaz bana göre.” “Git madem,” dedi başkeşiş. “Dağlarımı da yanımda götüreceğim,” dedi Lu-Tze. “İklim onlara iyi gelir.” Süpürgesini ve yatak olarak kullandığı hasırı da aldı. Tarih keşişleri mal mülk edinmezdi. Çoğu eşyanın bir iki yüzyılda aşındığını öğrenmişlerdi. Lu-Tze’nin Omnia’ya varması dört sene aldı.

Yolda iki savaş ve bir suikast gözlemlemesi gerekti, aksi halde bunlar gelişigüzel olaylar olarak kalacaklardı. Farazi Yılan Senesi’ydi ya da Abyss Peygamber’in Gelişi’nden iki yüz sene sonrası. Bu da, 8. Peygamber’in gelişi yakın demekti. Büyük Tanrı Om Kilisesi bu açıdan güvenilirdi. Peygamberleri hep tam zamanında gelirdi. Onlara bakarak takviminizi ayarlayabilirdiniz. Eğer yeterince büyük bir takviminiz varsa. Ve, peygamber beklenen her dönemde olduğu gibi, Kilise kutsal olma çabalarını iki katına çıkarmıştı. Her büyük şirkette müfettiş beklenirken gözlenen koşturmacaya çok benzeyen bu durum, kilisede, inancı yetersiz olduğundan kuşkulanılan insanları yakalamak ve onları yüz ayrı dâhiyane yöntemle öldürmek biçimini alıyordu. Gerçekten popüler olan çoğu dinde, insanın dindarlığını ölçmek için güvenilir bir yöntem sayılıyordu bu. Dindarlık konusunda, ulusal kızak yarışmasında görülenden daha fazla düşüş olduğu ilan edilirdi; sapkınlığın kökü ve dalıyla, hattâ kolu, bacağı, gözü ve diliyle sökülmesi, temiz bir sayfa açılması gerektiğine inanılırdı. Sayfayı temizlemek için en etkili aracın kan olduğu düşünülürdü. Ve gün geldi Büyük Tanrı Om, Seçilmiş Kişi olan Brutha ile konuştu: “Pısst!” Brutha çapalama işinin ortasında durdu ve Tapınak bahçesinde çevresine bakındı. “Efendim?” dedi.

Küçük Bahar’ın başlarında güzel bir gündü. Dua değirmenleri dağ rüzgarlarında neşeyle dönmekteydi. Arılar fasulye çiçeklerinin içinde aylaklık ediyordu, ama çok çalışıyormuş izlenimi vermek için hızla uğuldamaktaydılar. Çok yükseklerde, yalnız bir kartal halkalar çiziyordu. Brutha omuzlarını silkti ve kavunlara geri döndü. Evet, Büyük Tanrı Om, Seçilmiş Kişi Brutha ile bir kez daba konuştu: “Pısst!” Brutha duraksadı. Kesinlikle yokluğun içinden biri onunla konuşmuştu. Belki de bir iblisti. Çömezlerin üstadı Nhumrod Birader iblisleri dilinden düşürmezdi. Kirli düşünceler ve iblisler. Birbirlerini beslerdi. Brutha’nın içinde, bir iblis edinmek üzere olduğu gibi huzursuz edici bir his vardı. Yapılacak şey kararlı olmak ve Dokuz Temel İlke’yi tekrarlamaktı. Büyük Tanrı Om, Seçilmiş Kişi Brutha ile bir daha konuştu: “Sağır mısın, çocuk?” Çapa, sıcaktan pişmiş toprağa çarptı. Brutha hızla döndü.

Arıları, kartalı ve bahçenin uzak ucunda, bir gübre yığınını dalgın dalgın tırmıklamakta olan Lu-Tze Birader’i gördü. Dua değirmenleri duvarlarda güven verici bir biçimde dönmekteydi. Brutha, Ishkible Peygamber’in cin çıkarırken yaptığı el kol hareketlerini yaptı. “Arkama geç, iblis,” diye mırıldandı. “Arkandayım zaten.” Brutha yavaşça döndü. Bahçe hâlâ boştu. Bunun üzerine Brutha kaçtı. Pek çok hikâye aslında başlangıçlarından uzun zaman önce başlar ve Brutha’nın hikâyesi doğumundan binlerce sene önce başlamıştı. Dünyada milyarlarca tanrı vardır. Ringa yumurtaları kadar kalabalıktırlar. Çoğu görülemeyecek kadar küçüktür ve kimse onlara tapınmaz, en azından bakteriden daha büyük olan kimseler ki onlar da asla dualarını etmezler ve pek fazla mucize talep etmezler. Onlar küçük tanrılardır —iki karınca patikasının kesiştiği kavşakların ruhları, çimen köklerinin arasındaki mikro-iklimlerin tanrıları. Ve çoğu o şekilde kalır. Çünkü inançtan yana fakirdirler.

Ama bir avuç tanrı daha büyük şeylere dönüşür. Bunu her şey tetikleyebilir. Kayıp kuzusunu arayan bir çoban onu dikenli çalıların arasında bulur ve bir iki dakikasını ayırarak, orada ne tür bir ruh varsa, ona teşekkür etmek için küçük bir taş yığını oluşturur. Ya da tuhaf şekilli bir ağaç bir hastalığın tedavisi ile bağdaştırılır. Ya da biri ıssız bir yerdeki kayanın üzerine bir sarmal deseni oyar. Çünkü tanrılar inanca ihtiyaç duyar ve insanlar da tanrı ister. Genelde iş burada kalır. Ama bazen daha ileri gider. Daha fazla taş eklenir, daha fazla kaya dikilir, eskiden ağacın durduğu yere bir tapınak inşa edilir. Tanrının gücü artar, tapınanların inancı onu bin ton roket yakıtı gibi gökyüzüne yükseltir. Birkaçı için sınır gökyüzüdür. Bazen o bile değildir. Nhumrod Birader çıplak hücresinin mahremiyetinde kirli düşüncelerle güreşirken, çömez yatakhanesinden gelen hararetli sesi duydu. Brutha denen çocuk yıldırım suretindeki Om heykelinin önüne kapanmış, titreyerek, bölük pörçük dua ediyordu. O çocukta ürkütücü bir şeyler var, diye düşündü Nhumrod.

Konuştuğunuz sırada size bakma tarzında bir şeyler vardı, sanki sizi dinliyormuş gibiydi. Dışarı çıktı ve bastonunun ucuyla yerdeki delikanlıyı dürtükledi. “Ayağa kalk çocuk! Gün ortasında yatakhanede ne işin var? Hı?” Brutha yerde upuzun yatarken döndü ve rahibin ayak bileklerini yakaladı. “Ses! Bir ses! Benimle konuştu!” diye feryat etti. Nhumrod iç geçirdi. Ah. Bu bildiği bir alandı. Sesler tam da Nhumrod’un uzmanlığına giriyordu. O her zaman sesler duyardı. “Ayağa kalk çocuğum,” dedi biraz daha şefkatli bir sesle. Brutha ayağa kalktı. Nhumrod’un daha önce de yakındığı gibi, bu çocuk doğru düzgün çömez olabilmek için fazla büyüktü. Yaklaşık on sene daha büyük. Bana yedi yaşından küçük bir çocuk verin, derdi Nhumrod her zaman. Ama Brutha çömez olarak ölecekti.

Kuralları belirlediklerinde, Brutha gibi bir şeye asla izin vermemişlerdi. Delikanlının kırmızı, ablak yüzü çömezlerin üstadına bakıyordu. “Yatağına otur Brutha,” dedi Nhumrod. Brutha hemen itaat etti. Delikanlı itaatsizlik sözcüğünün anlamını bilmezdi, ki bu anlamını bilmediği bir sürü sözcükten yalnızca bir tanesiydi. Nhumrod onun yanına oturdu. “Şimdi, Brutha,” dedi, “doğruyu söylemeyen insanlara ne olur biliyorsun, değil mi?” Brutha kızararak başını salladı. “Pekala. Şimdi bana bu seslerden bahset.” Brutha cüppesinin ucunu kıvırdı. “Tek bir ses gibiydi üstad,” dedi. “… tek bir ses gibi,” dedi Nhumrod Birader. “Peki bu ses ne dedi? Hı?” Brutha duraksadı. Şimdi düşününce, ses pek bir şey söylememişti. Yalnızca konuşmuştu.

Zaten Nhumrod Birader’le konuşmak zordu. Adamın gözlerini kısıp konuşanın dudaklarına bakmak ve ona söylenenlerin son birkaç kelimesini hemen hemen konuşan ile aynı anda söylemek gibi sinir bozucu bir alışkanlığı vardı. Bir de, tutunmazsa evrenin kaybolacağından korkarmış gibi, devamlı bir şeylere dokunurdu —duvarlara, mobilyalara, insanlara. Ve o kadar çok tiki vardı ki, sıraya girmeleri gerekiyordu. Nhumrod Birader, Kale’de elli sene hayatta kalmış biri için tamamen normaldi. “Şey…” diye başladı Brutha. Nhumrod Birader sıska elini kaldırdı. Brutha adamın elindeki açık mavi damarları görebiliyordu. “Ruhani insanların işittiği iki tür ses olduğunu da biliyorsundur, eminim,” dedi çömezler üstadı. Tek kaşı seyirmeye başladı. “Evet, üstad. Murduck Birader anlatmıştı,” dedi Brutha uysallıkla. “… anlatmıştı. Evet. Bazen, sonsuz bilgeliği uygun gördüğü zaman, Tanrı seçtiği bir kişiyle konuşur ve o kişi büyük bir peygamber olur,” dedi Nhumrod.

“Şimdi, senin kendini o kişilerden biri saymadığından eminim? Hı?” “Hayır, üstad,” “… üstad. Ama başka sesler de var,” dedi Nhumrod Birader ve şimdi sesi hafifçe titriyordu, “baştan çıkarıcı, tatlı dilli, ikna edici sesler, değil mi? Her zaman bizi hazırlıksız yakalamak için bekleyen sesler?” Brutha rahatladı. Bu tanıdık bir konuydu. Bütün çömezler o türden sesleri bilirdi. Ama normalde oldukça doğrudan konuşurlardı, örneğin gece faaliyetlerinin zevkleri ve kızların çekiciliğinden bahsederlerdi. Bu da, mesele sesler olduğunda, hepsinin çömez olduğunu gösteriyordu. Nhumrod Birader, onlarla karşılaştırıldığında, eksiksiz bir oratoryo olan türden sesler duyuyordu. Bazı cüretkar çömezler Nhumrod Birader’i sesler hakkında konuşturmaktan hoşlanırdı. Adamla konuşmanın tam bir eğitim olduğunu söylüyorlardı. Özellikle de ağzının köşelerinde beyaz tükürükler belirdiğinde. Brutha dinledi. Nhumrod Birader çömezlerin üstadıydı, ama çömezlerin tek üstadı değildi. O yalnızca, Brutha’nın dahil olduğu grubun üstadıydı. Başkaları da vardı. Kale’de kaç tane olduklarını bilen birileri vardı muhtemelen.

Bir yerlerde, işi her şeyi bilmek olan biri olmalıydı. Kale, Klatch çölleri ile Howondaland’ın ovaları ve ormanları arasındaki topraklarda bulunan Kom şehrinin kalbindeydi. Kilometrelerce uzanıyordu ve tapınakları, kiliseleri, okulları, yurtları, bahçeleri ve kuleleri —akla tümseklerini aynı anda yapmaya çalışan bir milyon termiti getiren bir şekilde— birbirlerinin içinde ve etrafında büyüyordu. Güneş doğarken merkezi Tapınak’ın kapıları ateş gibi parlardı. Tunçtan yapılmışlardı ve otuz metre yüksekliğindeydiler. Üstlerine, kurşuna kakılmış altından harflerle, Emirler yazılmıştı. Şimdiye dek beş yüz on iki emir yazılmıştı ve bir sonraki peygamber de kendi emirlerini ekleyecekti kuşkusuz. Güneşten yansıyan parıltı aşağıda, Büyük Tanrı Om’un ihtişamı için emek veren on binlerce imanlıyı aydınlatıyordu. Muhtemelen, Kale’de kaç kişi olduğunu kimse bilmiyordu. Bazı şeylerin gerekli miktara ulaşmak gibi bir eğilimi vardı. Tarikatın en tepesinde tek bir Kenobi [2] olduğu kesindi ve ona Yüksek Iam deniyordu. Ve altı Başrahip vardı. Otuz da alt Iam. Ve yüzlerce piskopos, diyakoz, yardımcı diyakoz ve rahip. Ve tahıl ambarındaki sıçanlar kadar çok çömez.

Ve zanaatkarlar, boğa üreticileri, işkenceciler, Tapınak Bakireleri… Ne yeteneğe sahip olursanız olun, Kale’de size yer vardı. Ve eğer yeteneğiniz yanlış türden sorular sormak ve erdemli savaşları kaybetmekse, yeriniz arındırma fırınları ve Gizisyon’un adalet çukurları olurdu. Herkese bir yer. Ve herkes kendi yerinde.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir