Terry Pratchett – Fantastik Işık

Güneş, tüm bu çabaya değdiğinden emin değilmişcesine, ağır ağır yükseldi. Bir Diskdünya günü daha doğdu aheste aheste ve nedeni de şuydu. Işık güçlü bir büyü alanıyla karşılaştığında, tüm aceleciliğini yitirir. Hemen hızını keser. Diskdünya üzerinde de büyü mahcup edecek kadar güçlüydü, yani seher vaktinin yumuşak sarı ışığı uykudaki toprağın üzerine zarif bir âşığın okşayışı gibi, ya da bazılarının diyeceği üzere, altın bir şurup gibi aktı. Vadileri doldurmak için bekledi. Dağ sıralarının önünde yığıştı. Disk’in merkezini işaretleyen ve Disk’in tanrılarının yurdu olan, gri taşla yeşil buzdan, on millik kule külahı Cori Celesti’ye ulaştığında, öte taraftaki karanlık topraklar üzerinde, en sonunda kadife kadar sessiz olan büyük, tembel bir tsunamiyle patlak verinceye dek yığınlar halinde birikti. ‘ Başka hiçbir dünyada görülemeyecek bir manzaraydı. Elbette ki başka hiçbir dünya, dev bir kaplumbağanın kabuğu üzerine kondurulmuş dört dev filin sırtında taşınmıyordu yıldızlı sonsuzluğun içinde. Kaplumbağanın -bir düşünce ekolüne göre erkek, bir diğerine göre dişiydi- adı Büyük A’Tuin’di; kaplumbağamız aşağıdaki olaylarda merkezi bir rol almayacak, fakat Disk’i anlayabilmek için onun orada, maden ocakları ve deniz balçıklarının, arkeologları çileden çıkarmak ve onlara aptalca fikirler vermekten daha iyi yapacak bir işi olmayan bir Yaratıcı tarafından oraya konmuş sahte fosil kemiklerinin altında olduğunu bilmek zaruridir. O Büyük A’Tuin ki, yıldız kaplumbağasıdır; kabuğu donmuş metan gazıyla buzlanmış, meteor kraterleriyle çopurlanmış ve asteroit tozuyla ovalanmıştır. O Büyük A’Tuin ki, eski denizler kadar büyük gözleri vardır ve düşüncelerin küçük, ışıl ışıl buzullar gibi hareket ettiği kıta büyüklüğünde bir beyni. O Büyük A’Tuin ki, kocaman, yavaş, çamur rengi balık kanatlan ve yıldızların cilaladığı kabuğu vardır, galaktik gecede Disk’in ağırlığı altında zorlukla emeklemektedir. Gezegenler kadar büyük, zaman kadar yaşlı, bir tuğla kadar sabırlıdır.


Aslında, filozoflar her şeyi yanlış anlamışlardır. Büyük A’Tuin gerçekte çok iyi vakit geçirmektedir. Elbette ki filozoflar yıllarca Büyük A’Tuin’in nereye gidiyor olabileceği konusunda tartıştılar ve sık sık bunu asla keşfedemeyeceklerinden endişe ettiklerini söylediler. Aşağı yukarı iki ay içinde keşfedecekler. İşte o zaman gerçekten endişelenecekler… Disk üzerindeki hayal gücü daha gelişmiş filozofları uzun süre endişelendiren bir başka şey de Büyük A’Tuin’in cinsiyeti sorunuydu; bunu bir an önce ve sonsuza dek çözebilmek için bir hayli zaman ve emek harcandı. Aslında, koyu renkli, kocaman şekil bitimsiz bir kaplumbağa kabuğu fırçası gibi ilerledikçe, son gayretin sonuçları yeni yeni su yüzüne çıkmaya başlamaktadır. Tamamen kontrolden çıkmış şekilde teker meker yuvarlanan şey ise Güçlü Gezgin’in kabuğudur. Güçlü Gezgin, münasip biçimde dünyanın kenarına konuşlandırılmış olan ve, insanlar ne derse desin, serbest fırlatma diye bir şeyin olduğunu kanıtlayan Krull’un astronom rahiplerince yapılmış ve kenardan itilmiş bir tür cilalı taş devri uzay gemisidir. Geminin içindekiyse İkiçiçek’tir, Disk’in ilk turisti. En son Disk’i gezmek için birkaç ay harcamıştı ve şu anda, oldukça karmaşık, ama Krull’dan kaçma girişimiyle de bir ilgisi olan nedenlerden ötürü hızla onu terk etmektedir. Sözü edilen girişim yüzde bin oranında başarılı olmuştur. Fakat Disk’in aynı zamanda son turisti olabileceği yönündeki bütün kanıtlara rağmen, manzaranın tadını çıkarmaktadır. Onun iki mil kadar yukarısında çivileme düşen de, Disk’te uzay giysisi yerine geçen şeyleri giymiş olan sihirbaz Rincewind’dir. Bu uzay giysisini, hiç deniz görmemiş insanların tasarımladığı dalma giysileri olarak gözünüzün önüne getirin. Altı ay önce, kusursuz bir alelade sınıfta kalmış sihirbazdı.

Sonra İkiçiçek’e rastladı, onun tarafından fahiş bir ücretle rehberi olarak işe alındı ve o günden bu yana zamanının çoğunu vurularak, korkutularak, kovalanarak ve yüksek yerlerde hiçbir kurtuluş umudu olmadan sallandırılarak, ya da, tıpkı şimdi olduğu gibi, yüksek yerlerden düşerek geçirdi. Manzaraya bakmıyor, çünkü geçmiş yaşamı gözlerinin önünden geçiyor ve manzarayı kapatıyor. Uzay giysisi giydiğinde başlığını unutmamanın neden hayati bir önem taşıdığını öğreniyor. Bu ikisinin neden dünyanın kenarından düştüklerini ve son olarak yüzlerce küçük bacağıyla sahibini takip etmeye çalışırken görülen İkiçiçek’in Sandık’ının neden alelade bir sandık olmadığını açıklamak için daha pek çok şey söylenebilir, fakat bu tür somlar zaman alır ve değdiklerinden daha fazla derde yol açabilirler. Sözgelimi, rivayet odur ki ünlü filozof Ly Tin Weedle’a bir toplantıda “Niçin buradasın?” diye sormuşlar ve cevabı üç yıl sürmüş. Çok daha önemli olan ise, A’Tuin’in, fillerin ve hızla ömrü tükenen sihirbazın tam tepesinde meydana gelen bir olaydır. Zaman ve mekânın kumaşı çamaşır merdanesine konulmak üzeredir. Hava büyünün farklı hissiyle, kaygan; akıllı bir adamın tam kaynağını sormayacağı siyah balmumundan yapılma mumların dumanıyla kekremsiydi. Disk’teki önde gelen büyü yüksek okulu olan Görünmez Üniversite’nin bodrumundaki bu odada çok tuhaf bir şey vardı. Bir kere, tam olarak görülemeyen, göz eriminin hemen dışında takılan bir sürü boyut vardı. Duvarlar okült simgelerle kaplanmıştı ve zeminin çoğunu da büyü çevrelerinde iyi nişanlanmış bir yarım tuğlanın tüm durdurma gücüne sahip olduğunda genel fikir birliği olan Sekizkatlı Stasis Mührü kaplıyordu. Odadaki tek mobilya bir kuş şeklinde -aslında, açık konuşmak gerekirse, belki de en iyisi çok yakından incelememek olan kanatlı bir şey şeklinde- oyulmuş, koyu renkli ağaçlan bir kitap kürsüsüydü ve kürsünün üzerinde asma kilitlerle kaplı ağır bir zincirle kürsüye bağlanmış bir kitap vardı. Büyük, ama pek de etkileyici olmayan bir kitap. Üniversite’nin kütüphanelerindeki diğer kitapların nadide mücevherler ve büyüleyici ağaç hakkedilmiş veya ejder derisiyle kaplanmış ciltleri vardı. Bununki hayli pejmürde bir deriydi.

Kütüphane kataloglarında “hafiften kurt yemiş” diye tarif edilen kitaplara benziyordu, gerçi aynı zamanda porsuk, tilki ve belki ayı da yemiş gibi göründüğünü itiraf etmek daha dürüstçe olurdu. Metal tokalar kitabı kapalı tutuyordu. Tokalar süslü değildi, sadece çok ağırdılar -tıpkı kitabı saracak kadar ona değmeyen zincir gibi. Kafasında besbelli bir amacı olan bir adamın işi gibi görünüyorlardı, ömrünün büyük kısmını filler için terbiye koşumları yaparak geçirmiş bir adamın işi gibi. Hava ağırlaştı ve bir anafor koptu. Kitabın sayfaları çok korku verici, önceden düşünülmüş bir şekilde çırpışmaya başladı; mavi bir ışık döküldü sayfaların arasından. Odadaki sessizlik, ağır ağır sıkılan bir yumruk gibi derişti. Gecelik entarileri içinde yarım düzine büyücü, sırayla kapıdaki küçük parmaklıktan içeri bakıyorlardı. Böyle bir şey olup biterken hiçbir büyücü uyuyamazdı -ham büyü birikintisi Üniversite’den bir dalga gibi ağıyordu. “Evet,” dedi bir ses. “Neler oluyor? Neden ben çağrılmadım?” Galder Havamumu, Gümüş Yıldız Tarikatı’nın Yüce Baş Sihirbazı, Kutsal Personelin Ulu Efendisi, Sekizinci Derece Hazretleri ve Görünmez Üniversite’nin 304. Rektörü, elle işlenmiş mistik runları olan kırmızı geceliği içinde bile, ponponlu başlığıyla bile, elinde Wee Willie Winkie {1} şamdanıyla bile görkemli bir manzara arz etmiyordu. Yumuşak tüylü, ponponlu terlikleriyle bunu başarmaya ramak kalmıştı. Korkmuş altı sima ona döndü. “Eem, çağrıldınız, efendim,” dedi ast büyücülerden biri.

“O yüzden buradasınız,” diye ekledi yardımseverlikle. “Yani niye daha önce çağrılmadım?” diye kestirip attı Galder, kapıdaki parmaklığa doğru yolunu açarken. “Eem, kimden önce, efendimiz?” dedi büyücü. Galder adama dik dik baktı ve parmaklıktan içeri çabucak bir bakış fırlatmayı gözü kesti. Odadaki hava şimdi, ham büyünün akışıyla toz zerreleri tutuştukça, kıvılcımlarla menevişleniyordu. Stasis Mührü kenarlarda kabarcıklanmaya ve kıvamlanmaya başlıyordu. Söz konusu kitaba Sekizlik denirdi ve alelade bir kitap olmadığı besbelliydi. Elbette ki pek çok meşhur büyü kitabı var. Kimileri antik kertenkele derisinden yapılma sayfalarıyla Necrotelicomnicon’dan söz edecektir; kimileri gizemli ve oldukça tembel bir Llamaik tarikatınca yazılmış Onbirimsi Çevresinde İleri Gitme Kitabı’na değinecektir; kimileri rivayete göre Lebaleb Eğlence Sihirleri Kitabı’nın evrende kalan tek orijinal şakayı kapsadığını hatırlayacaktır. Fakat bunların hepsi, Sekizlik’le, rivayet odur ki Evren’in Yaratıcısı’nın büyük eserini tamamladıktan kısa bir süre sonra -karakteristik dalgınlığıylageride bıraktığı kitapla kıyaslandığında, ancak birer kitapçıktır. Sayfalarına hapsedilmiş sekiz sihir kendilerine özgü, gizli ve karmaşık bir hayat sürmüş ve yaygın inanışa göre… Alt üst olan odaya bakınca Galder’ın kaşları çatıldı. Tabii artık sadece yedi sihir vardı. Budala bir büyücülük öğrencisi bir gün kitaba kaçamak bir bakış fırlatmış ve sihirlerden biri kaçıp onun zihnine çöreklenmişti. Kimse bunun nasıl olduğuna akıl sır erdirememişti. Sahi adı neydi? Winswand mı? Kitabın sırt kısmında mor ve sekizinci renk kıvılcımlar çaktı.

İnce bir duman kıvrımı yükselmeye başladı kürsüden, ve kitabı kapalı tutan ağır metal tokalar belirgin biçimde zorlanmaya başladı. “Sihirler neden böyle huzursuz?’’ diye sordu genç büyücülerden biri. Galder omuz silkti. Tabii ki belli edemezdi, ama cidden kaygılanmaya başlamıştı. Yetenekli bir sekizinci dereceden büyücü olarak, titreşen havada dil döküp işmar ederek bir an için görünen yarı hayali şekilleri görebiliyordu. Tıpkı şiddetli fırtınalardan önce tatarcıklar göründüğü gibi, gerçekten güçlü büyü birikintileri her zaman için karma karışık Zindan Boyutları’ndan bir şeyler -insanların dünyasına sızmak için hep bir delik arayan pis şeyler, yanlış yerleştirilmiş tüm salya ve organlarıçeker. {2} Bunu durdurmak gerek idi. “Bana bir gönüllü lazım,” dedi sertçe. Ani bir sessizlik oldu. Tek ses kapının arkasından geldi. Gerilim altında kopan metalin küçük, pis gürültüsüydü. “Pekâlâ,” dedi. “Bu durumda bana bir gümüş cımbız, yaklaşık bir litre kedi kanı, küçük bir kırbaç ve bir sandalye lazım…” Gürültünün karşıtının sessizlik olduğu söylenir. Bu doğru değildir. Sessizlik sadece gürültünün yokluğudur.

Büyücüleri patlayan bir karahindiba saatinin gücüyle çarpan, ani, yumuşak gürültüsüzlük patlamasıyla kıyaslandığında berbat bir patırtı gibi kalırdı sessizlik. Şiş gibi delip geçen kalın bir ışık sütunu kitaptan fırladı, bir alev zifosuyla tavana çarpıp kayboldu. Galder, sakalındaki tutuşmuş kısımlara aldırış etmeden yukarıdaki deliğe baktı. Acı acı gösterdi. “Üst katlara!” diye feryat edip taş basamaklara yöneldi. Şıpıdık terlikleri ve uçuşan gecelik entarileriyle öbür büyücüler Galder’ı takip ettiler; en sonuncu olma isteğiyle birbirlerinin üzerine düşüyorlardı. Yine de hepsi okült gizilgücünün ateş topunun üst kattaki odanın tavanında gözden kayboluşunu görmek için tam zamanında gelmişlerdi. “Iğh,” dedi en genç büyücü ve zemini gösterdi. Büyü, yolunun üzerindeki her şeyin olanaklı partiküllerini şiddetle bir araya getirerek delip geçmeden önce, oda kütüphanenin bir parçasıydı. Bu yüzden küçük, mor kelerlerin zeminin parçası olduğunu ve ananas kremasının bir zamanların kimi kitapları olabileceğini varsaymak akla yakındı. Sonraları büyücülerden birkaçı, bütün bunların ortasında oturan küçük, toprak rengindeki orangutanın baş kütüphaneciye çok benzediğine yemin edecekti. Galder yukarı baktı. “Mutfağa!” diye böğürdü, merdivenlere doğru kremanın içinde yolunu aralarken. Kimse büyük, dökme demirden tencerelerin neye dönüştüğünü göremedi, çünkü gözü dönmüş büyücülerin dağınık grubu odaya doluşmadan önce, bir duvarı çökertmiş, kaçmayı başarmıştı. Sebze aşçısı çok sonraları çorba kazanına saklanmış ve “Parmak boğumları! Korkunç parmak boğumları!” gibi yararsız şeyler sabuklarken bulundu.

Biraz daha hız kesmiş olan son büyü bukleleri tavanda kayboluyordu. “Büyük Salon’a!” Burada merdivenler daha geniş ve daha iyi ışıklandırılmıştı. Nefes nefese olan ananas aromalı, antrenmanlı büyücüler en üst kata, tam da ateş topu Üniversite’nin ana salonu olan büyük, havadar odanın ortasına eriştiğinde vardılar. Yüzeyindeki eğim yapan, cızırdayan bir iki küçük çıkıntı dışında ateş topu hareketsiz asılı kaldı. Herkesin bildiği gibi büyücüler sigara içerler. Bu, durumu değerlendirip saklanacak bir delik arasam mı diye düşünen Galder’ın arkasında infilak eden tabutluk öksürükler ve testere misali hırıltılar korosunu açıklamaktaydı muhtemelen. Galder korkmuş bir öğrenciyi yakaladı. “Bana kâhinleri, uzgörürleri, kristal küreleri ve içgörürleri getir!” diye havladı. “Bunun incelenmesini istiyorum!” Ateş topunun içinde bir şey şekilleniyordu. Galder eliyle gözlerini gölgeleyip karşısında oluşan şekle baktı. Yanlış anlamaya mahal yoktu. Bu, evrendi. Bundan adı gibi emindi, çünkü odasında evrenin bir modeli bulunuyordu ve genel olarak, gerçeğinden çok daha etkileyici olduğunda fikir birliği vardı. Gümüş telkâri ve inci tohumların sunduğu olasılıklarla karşı karşıya kalmış olduğundan, Yaratıcı tam bir şaşkınlık içindeydi. Fakat ateş topunun içindeki minicik evren gizemli biçimde -ee- gerçekti.

Eksik olan tek şey renkti. Baştan ayağa yarı şeffaf, puslu beyazdı. Büyük A’Tuin oradaydı, dört filler ve bizzat Disk oradaydı. Bu açıdan Galder yüzeyi pek iyi göremiyordu, ama bal gibi biliyordu ki, tam anlamıyla kusursuz şekillendirilmişti. Gerçek Cori Celesti’nin minyatür bir kopyasını az çok seçebiliyordu; o Cori Celesti ki, zirvesinde dünyanın kavgacı ve, nasıl demeli, biraz burjuva tanrıları Dunmanifestin demeyi seçtikleri, mermerden, kaymaktaşından ve kesintisiz döşemelik kumaşlı üç parçalık süitlerden yapılma bir sarayda yaşarlardı. Kişiyi yücelten sanatsal deneyimden anladıkları müzikli bir kapı zili olan tanrılar tarafından yönetilmek, kültürlü geçinen her Disk yurttaşı için enikonu can sıkıcı bir şeydi daima. Cenin halindeki küçük evren ağır ağır kımıldamaya, eğilmeye başladı… Galder bağırmaya çalıştı, fakat sesi dışarı çıkmayı reddetti. Şekil yavaş yavaş, fakat bir patlamanın önü alınmaz kuvvetiyle genişledi. Bir düşünce kadar hafif biçimde kendisinin içinden geçerken, Galder önce korku, sonra şaşkınlıkla izledi. Elini uzattı ve kaya tabakalarının soluk renkli hayaletlerinin, parmakları arasından meşgul bir sessizlik içinde akışını seyretti. Büyük A’Tuin zemin seviyesinin aşağısına çoktan sükûnet içinde çökmüştü; bir evden daha büyüktü. Galder’ın arkasındaki büyücüler bellerine kadar denize gömülmüşlerdi. Yüksükten küçük bir kayık, izdiham onu duvarlardan geçirip uzaklaştırmadan önce, bir an için Galder’ın gözüne ilişti. “Çatıya!” diyebildi, titreyen bir parmakla gökleri göstererek. Hâlâ keçileri kaçırmamış ve koşacak nefesi olan büyücüler, katı taşın içinden düzgün bir biçimde sulu sepken gibi yağan kıtaların arasından koşarak onu takip ettiler.

Şafak vaadiyle alacalanmış durgun bir geceydi. Hilal biçimindeki bir ay yeni yeni batıyordu. Çember Deniz’in çevresindeki topraklarda bulunan en büyük şehir Ankh-Morpork uykudaydı. Bu yargı aslında doğru değil. Bir yandan, şehrin, sözgelimi, sebze satmak, at nallamak, küçük, zarif yeşim süsler oymak, para bozmak ve masa yapmakla ilgilenen kısmı bütünüyle uykudaydı. Tabii uykusuzluk gibi bir rahatsızlıkları yoksa. Ya da gecenin bir yarısında, olur a, tuvalete gitmek için uyanmamışlarsa. Öte yandan, yasalara daha az uyan yurttaşların pek çoğu ayaktaydı ve sözün gelişi, kendilerinin olmayan pencerelere tırmanıyor, boğaz kesiyor, birbirlerini soyuyor, dumanlı bodrumlarda yüksek sesli müzik dinliyor ve genel olarak daha çok eğleniyorlardı. Fakat hayvanların çoğu uykudaydı, sıçanlar hariç. Ve tabii ki yarasalar da hariç. Böceklere gelince… Mesele şu: Betimleyici yazı çok nadiren bütünüyle doğrudur ve II. Olaf Quimby’nin Ankh Patriçisi olarak hükümdarlığı zamanında, bu tür şeylere bir son verme ve aktarıma dürüstlük getirmeye kararlı bir girişim olarak bir yasa çıkmıştı. Böylece, eğer bir efsane bir kahraman hakkında “yiğitliği herkesin dilindeydi,” diyecek olsa, hayatına değer veren her ozan aceleyle, “Onun bir yalancı olduğunu düşünen köylerindeki birkaç kişi ve onun namını hiç duymamış başka bir sürü kişi hariç,” diye eklerdi. Şiirsel benzetme, “Güçlü aygırı hayli durgun bir günün rüzgârı kadar çevikti, diyelim ki Üç kuvvetinde” gibi yargılarla sınırlanmıştı katı bir biçimde, ve sevgili hakkında “Onun öyle bir yüzü var ki, bin bir gemi kalkar” yollu bol keseden bir söz, arzu nesnesinin aslında bir şampanya şişesine benzediği yolundaki bir kanıtla desteklenmeliydi. En sonunda Quimby, “Kalem kılıçtan keskindir” atasözünün tartışmalı doğruluğunu kanıtlamak üzere sarayda gerçekleştirilen bir deney esnasında illallah demiş bir şair tarafından öldürüldü ve atasözü hafızasında eklenen şu sözle düzeltilmişti, “ancak ve ancak kılıç çok küçükse ve kalem çok keskinse.

” Bu yüzden. Şehrin yaklaşık yüzde altmış yedisi, belki de altmış sekizi uykudaydı. Bu demek değil ki, genel olarak kanunsuz işlerine sinsi sinsi koyulmuş diğer yurttaşlar sokaklardan akan soluk renkli dalgalan fark ettiler. Yalnızca görülemeyeni görmeye alışık olan büyücüler, uzak bölgelerde dalgaların köpüklenişini seyrettiler. Düz olduğu için Disk’te gerçek bir ufuk yoktur, yumurta ve portakallara bakarak garip fikirler peydah eden ve dünyanın öbür ucuna varmak için yola çıkan maceraperest denizciler kısa zamanda anladılar ki, uzaktaki gemilerin bazen dünyanın kenarında gözden kayboluyormuş gibi görünmelerinin nedeni, dünyanın kenarında gerçekten gözden kaybolmalarıydı. Yine de pus anaforlarının olduğu, toz dolu havada Galder’ın görüşü için bile bir sınır vardı. Yukarı baktı. Üniversite’nin üzerinde beliren şey haşin ve eski Sanat Kulesi’ydi, sekiz bin sekiz yüz seksen sekiz basamaklı meşhur sarmal merdivenleriyle Disk üzerindeki en eski bina olduğu söylenirdi. Kuzgunların ve kaygı verecek denli tetikte aslanağızlarının yuvası olan mazgallı çatısından, bir büyücü Disk’in kenarına bakabilirdi. Tabii on dakika kadar ölesiye öksürdükten sonra. “Hastir,” diye ağzının içinde geveledi. “Ne yararı var büyücü olmanın o zaman? Ayvento, thessalous! Uçacaktım! Bana gelin havanın ve karanlığın ruhları!” Çarpık bir el uzattı ileri ve ufalanan bir çit duvarı gösterdi. Sekizinci renk ateş nikotinle kirlenmiş tırnaklarının altından uç verdi ve çok yukarıdaki çürüyen taşın önünde patladı. Taş düştü. İyi hesaplanmış bir hız değiş tokuşuyla Galder havalandı, gecelik entarisi kemikli bacaklarının çevresinde çırpınıyordu.

Yükseldikçe yükseldi, soluk ışığın içinde tıpkı, tıpkı bir – pekâlâ, tıpkı evrenin terazisinde uzmanlıkla ayarlanmış bir başparmak tarafından yukarılara itilmiş yaşlı, ama güçlü bir- büyücü gibi hızla fırladı. Bir eski kuş yuvaları çöplüğüne kondu, dengesini buldu ve aşağıdaki baş döndürücü Disk şafağını seyretti. Uzun yılın bu zamanında Çember Deniz Cori Celesti’nin gün batımı yakasındaydı neredeyse ve gün ışığı Ankh-Morpork civarındaki topraklara, sis içinden geçip ulaştıkça, dağın gölgesi Tanrı’nın güneş saatinin ibresi gibi toprakları tırpanla biçti. Fakat gece tarafında, acelesiz ışıkla dünyanın kenarına doğru yarışırcasına bir beyaz pus çizgisi dalga dalga ilerledi. Kuru dal çatırtısı geldi arkasından. Dönüp Ymper Trymon’ı gördü, Tarikat’ ın ikinci önderini, kendisinden sonra sürdürebilecek tek büyücüydü. Bir an için onu görmezden geldi Galder, sadece taşa sıkıca tutunmaya ve kişisel korunma sihirlerini güçlendirmeye baktı. Geleneksel olarak uzun ömür bahşeden bir meslekte terfi yavaş olurdu; genç büyücülerin sık sık ölmüş adamların yerine geçerek ilerlemenin bir yolunu aradıkları kabul edilir, tabii önce onların yerlerini boşaltmış olurlar. Ayrıca genç Trymon’da rahatsız edici bir şey vardı. Sigara içmez, yalnızca kaynatılmış su içerdi ve Galder’da onun zeki biri olduğu yolunda pis bir kuşku vardı. Yeterince gülümsemezdi; rakamları ve bir sürü karenin oklarla öbür kareleri gösterdiği organizasyon tabloları türünden şeyleri severdi. Uzun lafın kısası, “personel” sözcüğünü kullanabilecek ve tam da onu kastedebilecek biriydi. Şimdi Disk’in görülebilen kısmının tamamı, cuk oturmuş, titrek, beyaz bir deriyle kaplıydı. Galder başını eğip ellerine baktı ve onların her devinimi izleyen parıltılı ipliklerin ördüğü solgun bir ağla kaplı olduğunu gördü. Bu büyü türünü tanıdı.

Kendisi de kullanmıştı. Fakat onunki küçüktü, çok daha küçük. “Bu bir Değişim büyüsü,” dedi Trymon. “Bütün dünya değiştiriliyor.” Bazı insanların, diye düşündü Galder keyfi kaçmış bir halde, böyle bir cümlenin sonuna ünlem işareti koyacak bir terbiyesi vardı eskiden. Arı seslerin en belli belirsizi duyuldu, bir farenin kalbinin kırılışı gibi yüksek ve inceydi. “Bu da neydi?” dedi. Trymon başını eğdi. “İnce do, galiba,” dedi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir