Stephen Baxter, Terry Pratchett – Uzun Dünya

Ormandaki bir açıklıkta: Er Percy kuş cıvılƨları arasında uyandı. Silahlar yüzünden kuş cıvılƨsı duymayalı uzun zaman olmuştu. Bir müddet huzur verici sessizlikte uzanmakla yetindi. Seyyar döşeği yerine nemli fakat hoş kokulu çimenlerde yaƨyor olması, beyin sarsınƨsı geçirdiği için onu biraz endişelendiriyordu. Az öncesine kadar bulunduğu yerde pek fazla hoş bir kokuya rastlamak mümkün değildi. Barut, kızgın yağ, yanık et ve yıkanmamış adamların leş kokusu: İşte Percy, bunlara alışkındı. Er Percy ölüp ölmediğini merak eƫ. Ne de olsa dehşet verici bir bombardımana maruz kalmıştı. Eh, öldüyse bile onca gürültünün, çığlığın ve çamurun ardından böyle bir cennete hiç iƟrazı yoktu. Hem cenneƩe olmasaydı, çavuşu ona tekmeyi basar, kolundan tutup ayağa kaldırır, üstünü başını kontrol eder ve bir fincan çay içip iki lokma bir şey yemesi için yemekhaneye yollardı. Fakat ortada ne çavuş ne de ağaçlardan gelen kuş cıvılƨları dışında herhangi bir ses vardı. Şafağın ilk ışıkları gökyüzüne karışırken Er Percy’nin aklından merakla şu düşünce geçƟ: “Ne ağacı?” Bombardımanlarla paramparça olmamış, yaprakları eksiksiz ağaçlar bir yana hayal meyal ağaca benzer bir ağaç görmeyeli ne kadar zaman geçmişƟ? Ama şimdi ağaçlarla, hem de bir orman dolusu ağaçla karşı karşıyaydı. PraƟk zekâlı ve sistemaƟk bir delikanlı olan Er Percy, sonunda bu rüyada kendisini asla öldürmeye kalkışmamış ağaçlara bakarak endişelenmemeye karar verdi. Tekrar yere uzandı ve bir süreliğine içi geçti. Gözlerini açtığında ortalık günlük güneşlikti ve Percy susamıştı.


Etraf aydınlıkƨ ama nerede olduğu konusunda hiçbir fikri yoktu. Eh, herhalde Fransa’daydı. Percy’i bayıltan top mermisi onu fazla uzağa ķrlatmış olamazdı. İyi ama orman da nereden çıkmışƨ? Üstelik burada silahların gümbürtüsü ve insanların çığlıkları gibi Fransa’nın geleneksel seslerinden de eser yoktu. Tüm bunlar tam bir muammaydı. Ve Percy bir yudum su için yanıp tutuşuyordu. Kuşların dadandığı o ruhani sessizliğin arasında endişelerini eski püskü asker heybesinden geriye kalan şeyin içine dolduran Percy, şarkıda biraz doğruluk payı olduğunu düşündü: endişelenmenin kime ne faydası vardı? İnsanların sabah çivi gibi buhar olup uçtuklarını gördükten sonra endişe etmeye sahiden de değmezdi. Fakat Percy ayağa kalkarken sol bacak kemiğinin içinde o tanıdık acıyı hisseƫ. Ona kamuflajlı oğlanların 1 arasında kıyak bir görev yeri ile asker heybesindeki ezik büzük bir boya kutusu vermiş olan yaranın kalınƨsı hâlâ yerli yerindeydi ve Percy’yi eve göndermeye yetmemişƟ. Bacağı hâlâ ağrıdığına göre bu bir rüya olamazdı! Ama Percy’nin önceden bulunduğu yerde olmadığı da kesindi. Diğer yönlere kıyasla daha az ağacın bulunduğu benzer bir yönde yürürken aman vermez bir düşünce zihnini doldurdu. Neden şarkı söyledik? Aklımızı mı kaçırdık? Ne halt eƫğimizi sanıyorduk? Her yer kollarla ve bacaklarla doluyken, insanlar gözümüzün önünde eƩen ve kemikten bir bulut halinde darmadağın olurken biz kalkıp şarkı söyledik! Amma da büyük bir budalalık ettik! Er Percy yarım saaƟn sonunda bir bayırdan aşağı inerek sığ bir vadideki dereye ulaşƨ. Su biraz tuzlu olsa da Percy suyu bir at yalağından içmeye bile hazırdı; hem de bir atla yan yana. Bir nehirle birleşene kadar o dereyi takip eƫ. Nehir henüz pek geniş değilse de Er Percy taşra çocuğuydu ve nehir kıyısının altlarında karavideler olduğunu biliyordu.

Ve bahsi geçen o karavideler yarım saat içinde çıƨr çıƨr kızarıyordu. Percy daha önce hiç bu kadar irilerini ve sulularını görmemişƟ! Hem de bu kadar çok sayıda! Dal parçalarına geçirdiği avlarını alelacele yakƨğı bir ateşin üstünde döndüre döndüre pişirerek ve onları elleriyle parçalayarak karnı ağrıyana kadar yedi. Sonra aklında yeni bir düşünce belirdi. Belki de gerçekten ölüp cennete gitmişimdir. Ve bu kadarı bana yeter de artar bile. Çünkü Tanrım, cehennemi yeterince gördüm. Er Percy o gece heybesini yasƨk yaparak nehrin yanındaki bir açıklıkta uzandı. Gökyüzünde hayaƨnda hiç görmediği kadar parlak yıldızlar belirirken ‘Dertlerini Eski Heybene Kaldır’ 2 şarkısını söylemeye başladı. Şarkı bitmeden önce sesi kesildi ve derin bir uykuya daldı. Günışığı tekrar yüzüne değerken Percy uyandı, zihninin açılması için biraz bekledi ve doğrulup oturdu, sonra da üstüne çevrili sakin bakışlar karşısında bir heykel misali donup kaldı. Arka arkaya dizili bir şekilde kendisini seyreden adamların sayısı bir düzineyi buluyordu. Bunlar kimdi? Neydi? Biraz ayıya benzeseler de suratları ayı suraƨ değildi. Aslında biraz maymunu andırdıkları da söylenebilirdi ama daha şişmandılar. Üstelik uysalca bakmaktan başka bir şey de yapmıyorlardı. Herhalde Fransız olamazlardı, değil mi? Percy yine de Fransızca konuşmayı denedi.

“Parley buffon say?” Adamlar ona boş gözlerle baktılar. O sessizlikte kendisinden daha fazlasının beklendiğini düşünen Percy genzini temizledi ve bir kez daha “Dertlerini Kaldır” şarkısına başladı. Şarkısı bitene kadar adamlar onu pür dikkat dinlediler. Ardından aralarında bakışƨlar. Sonunda bir tür anlaşmaya varmışlar gibi içlerinden biri öne çıktı ve mükemmel bir tonda şarkıyı tekrar etmeye başladı Er Percy büyük bir şaşkınlıkla ona kulak verdi. Ve bir asır sonra: Tek tük meşe ağaçlarının yer aldığı çayır düz, yeşil ve gürdü. Tepedeki gökyüzü öyle bir mekâna yakışır biçimde masmaviydi. Ufukta bulutların gölgesini andıran bir kıpırƨ mevcuƩu ve koca bir hayvan sürüsü hareket halindeydi. Bir tür iç geçirme, uzun uzun verilen bir nefes duyuldu. Yeteri kadar yakında bulunan bir gözlemci, teni okşayan bir esintinin fısıltısını işitebilirdi. Çimenlerde bir kadın yatıyordu. Kadının adı Maria Valiente’ydi. Üzerinde en sevdiği ƟŌik kazağı vardı. Yalnızca on beş yaşında olmasına rağmen hamileydi ve bebek geliyordu. Doğum sancıları kadının sıska bedenini ƟtreƟyordu.

Az öncesine kadar doğumdan mı, yoksa Maria’nın annesinden kalan tek yadigâr maymunlu bileziğe günah olduğunu söyleyip el koyan Rahibe Stephanie’den mi daha çok korktuğundan emin değildi. Şimdiyse bu. Sıvası nikoƟn lekeleriyle kaplı tavanın olması gereken yerde gökyüzü; yıpranmış halıların olması gereken yerde ise çimenler ve ağaçlar vardı. Her şey yanlışƨ. Burası da neresiydi? Burası hâlâ Madison muydu? Maria buraya nasıl gelebilirdi? Ama bunların hiçbiri önem taşımıyordu. Bedeni yine acıyla dolan Maria bebeğin geldiğini hisseƫ. Ona yardım edecek hiç kimse yoktu, Rahibe Stephanie bile. Maria gözlerini kapadı, çığlık attı ve ıkındı. Bebek çimenlerin üstüne düştü. Maria plasentanın da çıkması için beklemesi gerekƟğini biliyordu. İş biƫğinde bacakları arasında sıcak bir yığın ve yapış yapış, kanlı dokuyla kaplı bir bebek vardı. Bebek —oğlan— ağzını açtı ve tiz bir sesle ağlamaya başladı. Uzaklardan gök gürültüsünü andıran bir ses geldi. Hayvanat bahçesinde duyacağınız türden, bir aslanınki gibi bir kükremeydi. Maria bu sefer korkuyla çığlık attı.

“Bir aslan mı?” Bir düğmeye basılmış gibi çığlık kesiliverdi. Maria gitmişti. Bebek yalnız kalmıştı. Bebeğin içine akan ve onunla sonu gelmeyen bir sesle konuşan evren dışında yapayalnızdı. Hepsinin arkasında bir Sessizlik yatıyordu. Bebeğin ağlayışı bir şırıltı halini aldı. Sessizlik huzur vericiydi. Bir tür iç geçirme, uzun uzun verilen bir nefes duyuldu. Maria yeşil çimenlerin üstüne ve mavi göğün alƨna döndü. Genç kadın doğrulup oturdu ve panik içerisinde etrafa bakındı. Yüzü kül gibi olmuştu; çok kan kaybediyordu. Fakat bebeği buradaydı. Maria plasentayla beraber henüz göbek bağını bile kesmediği bebeği aldı, onu ƟŌik kazağına sardı ve kollarını ona kundak yapƨ. Oğlanın yüzü nedense çok sakindi. Maria onu kaybeƫğini düşündü.

“Joshua,” dedi. “Adın Joshua Valiente.” Hafif bir pat sesiyle beraber ikisi de gözden kayboldu. Kurumakta olan kan ve vücut sıvısı birikinƟsinin, çimenlerin ve de göğün dışında çayırda hiçbir şey kalmadı. Kan kokusu, çok yakında dikkatleri oraya çekecekti. Ve uzun zaman önce bir gölge kadar yakın bir dünyada: Kuzey Amerika’nın çok farklı bir versiyonu, devasa, karayla çevrili, tuzlu bir deniz barındırıyordu. Bu deniz mikrobik yaşamla kaynıyordu. Tüm bu yaşam tek ve muazzam bir organizmaya hizmet ediyordu. Ve bu dünyada, bulutlu bir gökyüzünün alƨnda o bulanık denizin tamamı tek bir düşünceyle çalkalanıyordu. Ben… Bu düşünceyi bir başkası takip ediyordu. Hangi amaçla?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir