Primo Levi – Şimdi Değilse Ne Zaman

Doğup büyüdüğüm kasabada az sayıda saat vardı. Çan kulesinde bir tane vardı ama kimbilir kaç yıldır çalışmıyordu, belki de devrimden beri: Hiç çalıştığını görmemiştim, babam kendisinin bile görmemiş olduğunu söylüyordu, Kule görevlisinin de saati yoktu. – O halde çanları nasıl zamanında çalabiliyordu? – Radyoda saat ayarını dinlerdi, güneş ve aya göre kendini ayarlardı. Zaten her saat başı değil, yalnızca önemli saatlerde çanları çalardı. Savaşın patlak vermesinden iki yıl önce çanın halatı kopmuştu; yüksek bir noktadan kopmuştu, merdiven çok eskiydi, görevli yaşlıydı ve yeni bir halat bağlamak için oralara kadar tırmanmaya korkuyordu. O zamandan sonra havaya av tüfeği ile ateş ederek saatleri belirtmeye başladı: Bir, iki, üç, dört atış. 2 Şimtli ,,,,;11, n. ümo117 Almanlar gelinceye kadar bu böyle sürdü gitti; onlar gelince tüfeğini elinden aldılar ve kasaba saatsiz kaldı. – Senin çancı gece de ateş eder miydi? – Hayır. Zaten geceleri hiç çan çalmazdı ki, geceleri uyunurdu ve saati duymaya gerek yoktu. Bu konunun üstünde ciddiyetle duran tek kişi hahamdı: Şabat’ın1 ne zaman başlayıp, ne zaman bittiğini anlamak için saatin tam olarak kaç olduğunu bilmek zorundaydı. Ancak çanlara gereksinimi yoktu, sarkaçlı bir duvar saati ile bir çalar saati vardı; bunlar uyum içinde çalıştığı sürece haham nazik bir kişiydi, uyumsuz oldukları ise hemen anlaşılırdı, çünkü haham hırçınlaşıp cetvelle çocukların parmaklarına vururdu. Biraz daha büyüdüğümde onların uyumlu çalışmalarını sağlamam için beni çağırmaya başladı. Evet, saatçiydim, lisansım vardı; işte bu yüzden bölgedeki komutanlık beni topçu birliğine verdi. Tam gerekli olan göğüs yapısına sahiptim, bir santimetre bile fazla değil.


Kendi atölyem vardı, küçüktü ama hiçbir eksiği yoktu. Yalnızca saat tamir etmiyordum, az çok her şeyi düzeltebiliyordum; tamiri aşırı derecede güç hasarları yok ise, radyo ve traktör bile. Kolhoz’un2 tamircisiydim ve işim hoşuma gidiyordu. Saatleri boş zamanlarımda, yalnızken tamir ediyordum, pek fazla saat yoktu, ancak herkesin tüfeği vardı ve ben tüfek de tamir ediyordum. Eğer bu kasabanın adını bilmek istiyorsan, adı Strelka, kimbilir daha kaç kasabanın adıyla aynı; ve nerede olduğunu bilmek istiyorsan, bil ki buradan çok uzak değil; daha doğrusu, değildi, çünkü Strelka artık Yahudiliğin kutsal günlerinden Cumartesi (ç.n.). 2 Kolektivist yapıya sahip kooperatif hôlindeki Rus tarım kuruluşu (ç.n.). yok. Kasabalıların yarısı kırsal kesime ve ormana dağıldı, diğer yarısı da bir çukurda; öyle sıkış sıkış halde değiller, çünkü çoğu epey zaman önce ölmüştü. Evet, bir çukurdalar ve onlar, Strelka’nın Yahudileri, bu çukuru kendileri kazmak zorunda kaldılar; ancak çukurda Hristiyanlar da var, hem artık aralarında öyle çok büyük bir fark yok. Ve bil ki seninle konuşan ben, Kolhoz’un traktörlerini tamir eden saatçi Mendel, evliydim ve karım da o çukurda ve inan ki çocuğum olmamış olduğu için kendimi mutlu sayıyorum; ve şunu da bil ki artık var olmayan bu kasabayı çok kez lanetledim, çünkü ördekli ve keçili bir kasabaydı, kilisesi ve sinagogu vardı ama sineması yoktu; şimdi düşündüğümde bana cennet bahçesiymiş gibi geliyor ve zamanın geriye dönmesi ve her şeyin eskisi gibi olması için bir elimi bile keserdim. Leonid sözlerini kesmeye cüret etmeden, durmuş dinliyordu.

Çizmelerini ve ayaklarına sardığı bezleri çıkarmış, kurusunlar diye dışarıya, güneşe koymuştu. İki sigara sardı, biri kendisi, biri de Mendel için, sonra elini cebine daldırarak kibritleri çıkardı – ancak nemliydiler ve dördüncüsü tutuşana kadar üç tanesini birbirine sürtmek zorunda kaldı. Mendel onu sakin bir tavırla inceledi. Orta boyluydu, bedeni yapılı olmaktan çok kaslıydı; düz siyah saçlarına, sert sakallarına karşın sevimsiz olmayan, yanık tenli, beyzi bir yüzü, kısa ve düz bir bumu, Mendel’in gözünü alamadığı derin bakışlı, koyu renkli, hafifçe patlak gözleri vardı. Huzursuz, kah sabit bakan, kah kaçan, talepkar; tatminsiz birinin gözleri, diye düşündü: Ya da hayatın kendisine bir şeyler borçlu olduğunu sanan birinin. Peki ama kim kendini böyle hissetmez ki? Ona sordu: – Niçin özellikle burada durdun? – Tesadüfen, öylesine: bir tahıl ambarı gördüm. Bir de senin yüzünü. – Yüzümün diğerlerinden farklı nesi var ki? – Tamam işte, hiçbir farkı yok. Delikanlı utangaç utangaç güldü: – Birçokları gibi güven veren bir yüz. Sen Moskovalı değilsin, ama Moskova’da dolaşsan yabancılar seni yol sormak için durdururlar. – Ve hata ederler: eğer ben yolları bulmada o kadar başarılı olsaydım, burada kalmazdım. Bak sana çok şey sunamıyorum, ne midene, ne de ruhuna. Adım Mende) ve Mendel, Menahem yerine geçiyor, “Teselli eden” demek, ancak ben hiç kimseyi teselli etmedim. Birkaç dakika sessizce sigaralarını içtiler. Mendel cebinden küçük bir bıçak çıkarmış, yerden bir taş almıştı, üstüne aralıklı olarak tükürüp bıçağa sürtüyordu taşı; arada bir bıçağın keskin kısmını başparmağının tırnağına sürterek deniyordu.

Sonuçtan memnun kaldığında, küçük bıçağı bir testereymişcesine elinde çevirerek diğer tırnaklarını da kesmeye başladı. Onlar da kesildiğinde Leonid ona bir sigara daha ikram etti: Mendel istemedi. – Hayır, teşekkürler. Aslında sigara içmemem lazım ama tütün bulunca içiyorum. Kurt gibi yaşaması gerektiğinde insan başka ne yapabilir ki? – Niçin içmemen gerekirmiş? – Akciğerlerim ya da bronşlarım yüzünden, bilemeyeceğim. Çevrende tüm dünya yıkılırken sigara içmek ya da içmemek sanki önemliymiş gibi. Haydi, versene bana şu sigarayı; sonbahardan beri buradayım ve belki de üçüncü kez içecek bir sigara buluyorum. Dört kilometre uzaklıkta bir köy var; adı Valuets, etrafı ormanla çevrili ve köylüleri iyi insanlar ancak tütünleri yok, tuzları da. Yüz gram tuz için sana bir düzine yumurta ya da bir tavuk bile veriyorlar. Leonid bir an sustu, kararsız gibiydi; sonra kalktı, öylece, yalınayak tahıl ambarına girdi, oradan sırt çantasıyla çıktı ve çantanın içini karıştırmaya başladı. Ardından Mendel’e iki küçük paket ham tuz göstererek, “İşte!” diye kestirip attı. – Yirmi tavuk eder, eğer senin hesapların doğruysa. Mendel elini uzattı, paketleri kaptı ve onaylayan bir havayla onları elinde tarttı. – Bunlar nereden? – Uzaktan. Yaz geldi ve ordunun verdiği kütüklük artık işime yaramıyordu.

İşte böyle. Ticaret asla ölmez, ot ve insanların öldüğü yerlerde bile. Bazı yerlerde tuz var, bazılarında tütün, bazılarında ise hiçbir şey yok. Ben de uzaklardan geliyorum. Altı aydır günü gününe yaşıyorum, nereye gitmek istediğimi bilmeden yürüyorum; yürümek için yürüyorum, yürüdüğüm için yürüyorum. Mendel: – Yani sen Moskova’dan mı geliyorsun?- diye sordu. – Moskova’dan ve yüz yerden daha geliyorum. Muhasebecilik yapmayı öğrendiğim ve sonra hemen unuttuğum bir okuldan geliyorum. Lubjanka’dan. Çünkü onattı yaşındayken hırsızlık yaptım ve beni sekiz ay hapiste tuttular: İşin gerçeği, bir saat çaldım; görüyorsun işte, hani neredeyse kader arkadaşı sayılırız. Vladimir’ den, paraşütçülük kursundan geliyorum, çünkü insan muhasebeci olunca onu paraşütçü yapıyorlar. Beni Almanların arasına paraşütle indirdikleri Smolensk yakınlarındaki Laptevo’dan, Smolensk’deki toplama kampından geliyorum, çünkü kaçtım: Ocak ayında kaçtım ve o zamandan beri yürü- mekten başka bir şey yapmadım. Affedersin arkadaşım, yorgunum, ayaklarım ağrıyor, ateş basıyor ve uyumak istiyorum. Ancak önce nerede olduğumuzu. öğrensem iyi olur.

– Söyledim ya sana, Valuets yakınlarındayız: Brjansk’dan yürüyerek üç günlük mesafede bir köy. Sakin bir yer, demiryolu otuz kilometre uzakta, orman sık ağaçlı, yollar ise ya çamur ya toz ya da karla kaplı, mevsimine göre: Böylesi yerler Almanların hoşuna gitmez, yalnızca hayvan alıp götürmek için buraya gelirler, o da çok sık olmaz. Gel, gidip yıkanalım. Leonid ayağa kalkb ve çizmelerini tekrar giymeye başladı, ancak Mende! onu durdurdu: – Hayır, nehre değil, belli mi olur, hem zaten uzak. Şu arkaya, ambarın arkasına gidelim.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir