Rebecca Solnit – Kaybolma Kilavuzu

Hayatta ilk kez Hz. İlyas için doldurulan şarapla sarhoş oldum. Sekiz yaşında filandım galiba. Hamursuz Bayramı’ydı; hani Mısır’dan göç edişin ve Peygamber’in eve davet edilişinin kutlandığı şu şölen haftası. Ebeveynler masasında oturuyordum çünkü annemle babam diğer çiftle güçlerini birleştirince, evdeki oğlan çocuğu sayısı beşi bulmuştu. Yetişkinler benden önceki kuşak tarafından yok sayılmanın, benim jenerasyonum tarafından yok sayılmaktan daha iyi olacağına karar vermiş gibiydi. Kırmızılı turunculu masa örtüsünün üzerine bardaklar, yemek takımı, gümüş servis tabakları ve mumlar serpiştirilmişti. Karışıklık da bu yüzden çıkmıştı zaten: Peygamber adına bir köşede bekletilen kadehi, içi tatlı kırmızı şarap dolu kendi kadehim sanıp yudumlamaya başlamıştım. Annem nihayet durumu fark ettiğinde tıpkı sarhoşlar gibi sallanmış ve hafifçe gülümsemiştim. Bu görüntü onun neşesini kaçırınca, .sarhoşluktan vazgeçip ayık taklidi yapmaya çabalamıştım Annem eskiden Katolik’ti, diğer kadınsa Protestan; ama ikisinin de eşleri Yahudi’ydi ve bu iki kadın gelenekleri yaşatmanın çocuklar için iyi olacağını düşünüyordu. Bu nedenle, Hamursuz Bayramı masalarında İlyas Peygamber için bir şarap kadehi hiçbir zaman eksik olmuyordu. Efsanenin bazı yorumlarında, İlyas zamanı gelince dünyaya dönüp cevaplanması mümkün olmayan bütün o soruları cevaplıyordu. Başka versiyonlarındaysa, paçavralar içinde dünyayı dolaşarak, biliminsanlarının zorlu sorularıyla boğuşuyordu. O gün adetler tam olarak yerine getirildi mi, İlyas içeri girebilsin diye kapı açık bırakıldı mı? Bugün bunu tam olarak hatırlayamasam bile, turuncu giriş kapısının veya çiftlik evinin arka bahçesine açılan sürgülü cam kapılardan birinin serin bahar akşamına açıldığını hayal edebiliyorum.


İlçenin en kuzey ucunda bulunan sokağımızda olağanüstü durumların yaşandığı pek söylenemezdi. Zaten asfaltın üzerinde sabahın erken saatlerinde yalnızca geyikler gezinir, fundalıklarda sadece rakunlar veya kokarcalar gizlenirdi. Fakat buna rağmen, genelde kapılarımızı kilitlerdik. Kapıyı geceye ve Peygamber’e açmak, nereden bakılırsa bakılsın olağanın dışına doğru yapılmış ürpertici bir hamleydi. Öte yandan, şarabın o gece benim için hangi kapıları açtığını da bilemiyorum. Büyük olasılıkla, boyumu aşan sohbet konularıyla bağlarımı koparmamı kolaylaştırmıştı. Pek de büyük olmayan, orta boy bir gezegenin kendi üzerindeki ufak bedene uyguladığı çekimin, bu ufak beden tarafından hissedilmesiyle ortaya çıkan bir berraklık hissiydi bu… Karanlıkta kapıyı bilinmeyen için açık bırak! En önemli şeyler oradan gelecektir, hatta kendine bile ancak bu kapıdan ulaşabilirsin; gitmeyi düşündüğünde de yine o kapıdan çıkarsın. Üç yıl önce Rocky Dağları’nda bir atölye çalışması düzenlemiştim. Bir öğrenci elinde, “Doğası senin için gerçek bir bilinmez olan o şeyi aramaya nereden başlayacaksın?” yazılı bir kağıtla yanıma geldi. Cümlenin Sokrates öncesi filozoflardan Meno’ya ait olduğunu söyledi. Bunu bir kenara not ettim ve o günden beri yanımda. O öğrenci, yüzücülerin su altındaki fotoğraflarını çekiyor, bunları transparan bir kağıda basıp tavandan sallandırıyordu. Tavana asılı fotoğraflar ışığı süzdüğü için, fotoğrafların arasında yürürken yüzücülerin gölgeleri üzerinize vuruyordu. Bir bakıma, fotoğraflardan yansıyan detayların deniz havası kattığı gizemli bir odada yürüyor gibiydiniz. Bu öğrencinin bana getirdiği cümle, bir süre sonra, hayatta hangi yöne gitmem gerektiğini belirleyen en temel soru haline geldi.

İstediğimiz şeyler, esasen dönüştürücü niteliği öne çıkan ayrıntılarla yüklüydü ama biz dönüşümün öte yanında ne bulunduğunu bilmediğimiz halde bildiğimizi sanıyorduk. Sevgi, bilgelik, zarafet, ilham… Benliğin sınırlarını bilinmeyene doğru genişleten, bizi başka biri haline getirme ihtimali son derece güçlü olan bu unsurları aramaya nereden başlayacaktık ki? Şüphesiz her türden sanatçı için asıl mesele, bilinmeyeni, henüz tam manasıyla ortaya çıkmamış bir düşünceyi, biçimi veya öyküyü bulmak. Kapıları açmak, peygamberleri, bilinmeyeni ya da tanıdık olmayanı davet etmek sanatçıların temel uğraşı. Onların bütün çalışmalarının kaynağında, böyle bir beklenti yatıyor. Beklenenin o kapıdan girmesi, uzun ve disiplinli bir çalışma sürecinin başlayacağının sinyallerini veriyor. Zira sanatçı, doğası gereği kapıdan geçeni kendisinin kılmak için çabalar. J. Robert Oppenheimer’ın bir zamanlar belirttiği gibi, “gizemin kıyısında, bilinmeyenin sınırında yaşayan” biliminsanları için de durum farklı değil aslında. Onlar, bilinmeyeni bilinene dönüştürürken, oltalarına bir balıkçı gibi ısrarla asılıyorlar her seferinde. Sanatçılar ise kapılarını çalanı, ellerinden tutup o karanlık denizin kıyısına çıkarıyorlar. Edgar Allan Poe, “Felsefi keşif deneyimleri öğretmiştir ki, böylesi bir keşif sırasında vaktinizin çoğunu öngörülemeyeni hesaplamaya ayırmak zorundasınızdır,” diyerek meselenin bir başka yönüne dikkat çekmişti. Fakat burada ilginç olan nokta, Poe’nun, gerçekleri veya ölçülebilen şeyleri derlemek toplamak manasını taşıyan “hesaplamak” kelimesini ölçülemeyen, sayılamayan, yalnızca tahmin edilebilen unsurları kapsayan “öngörülemeyen” kelimesiyle birlikte kullanması. İyi ama öngörülemeyeni hesaplamak mümkün mü? Aslında bu biraz da, öngörülemeyenin önemini teslim etmek için atılmış bir adım sanki. Yakından bakınca, sürprizler arasında dengeyi koruma, şansa güvenme, dünyadaki gizemlerden bazılarının gerekli olduğunu kavrama, dolayısıyla hesap ve plan yapmaya, kontrol altında tutmaya bir son verme sanatına benziyor. Bir başka ifadeyle, öngörülemeyeni hesaplamak, bir bakıma yaşamın mantığına aykırı bütün tecrübeleri kapsıyor gibi.

1817 kışının ortasındaki şu meşhur gecede arkadaşlarıyla eve yürüyen şair John Keats birden olduğu yerde duracak ve “Kafamda birkaç tilki aynı anda kuyruk gezdirirken birden Başarılı İnsan’ın hamurunda ne bulunması gerektiğini idrak ettim, özellikle edebiyatta başarıyı yakalayabilmek buna bağlı,” diyecekti. “Bunun adı olumsuz kabiliyet; insanın bilinmeyenler ve gizemli, şüpheli durumlar karşısında, gerçeğe ve mantığa ulaşmak için huzursuz edici bir dürtü hissetmeden kalabilme kabiliyeti yani.” Öyle ya da böyle, bu görüş, eski haritalardaki “terra incognita” ile etiketlenmiş bölgeler gibi tekrar tekrar karşımıza çıkıyor. “Kişinin bir şehirde yolunu bulamaması da yavan ve sıradan olabilir pekala. Bunun için gereken tek şey boşvermişliktir, fazlası değil,” diyecektir, yirminci yüzyılın önemli yazarlarından filozof Walter Benjamin: “Fakat kişinin şehirde kaybolması –tıpkı kişinin ormanda kaybolması gibi– farklı bir terbiyeden geçmeyi gerektirir.” Kendini kaybetmek, sadece keyif veren bir teslimiyet değildir; kendi kollarında kaybolup gitmek, kendini dünyanın akışına bırakmak, tüm varoluş kaygılarından bağımsız bir biçimde akan zamanın içinde erimek demektir. Ancak böyle bir durumda, o zaman dilimini kuşatan her şey geriye çekilebilecektir. Benjamin’in kavramlarını kullanırsak, kaybolmak tüm varlığınla orada bulunmaktır ve tüm varlığınla orada bulunmak, belirsizlik ve gizem içinde kalabilme kapasitesi gerektirir. Dolayısıyla, kimse kaybolmaz aslında; insan ancak kendisini kaybedebilir. Bu bilinçli bir tercihtir, seçilmiş bir teslimiyet ve coğrafya aracılığıyla ulaşılan ruhani bir tasarruftur. Doğası bizim için gerçek bilinmezliklerle yüklü olan o şey, genellikle, bulmamız gerekene işaret eder ve hiç kuşkusuz bu anlamda bulmak kaybolmaktır. Eski Nors dilindeki los sözcüğünden türeyen “kayıp” 1 kelimesi, esasen ordunun dağılması anlamını taşır. Kelimenin bu kökeni askerlerin eve dönmek üzere birlikten terhis edilmesi, bütün dünya ile barış yapılması anlamına gelir. Orduların dağılmayacağını ve insanların asla bildiklerinin ötesine geçmeyeceğini düşünüyorum. Reklamlar, panik yaratmayı amaçlayan haberler, teknoloji, sonu gelmez meşguliyetler, kamusal ve özel alan tanımları, bu durumun böyle sürüp gitmesi için sürekli komplo kurar.

Yaban hayatın kenar mahallelere dönüşüyle ilgili kısa süre önce yayınlanan bir makale, arazileri örten karın üzerinde hayvanların ayak izlerinin belirgin çocukların ayak izlerininse eksik olduğunu anlatıyordu. Terk edilmiş kenar mahallelerde hayvanlar güvenle geziniyor. Halbuki, çocuklar en güvenli yerlerde bile nadiren gezintiye çıkıyor. Çünkü aileler, çocukların başlarına gelebilecek –çok seyrek de olsa geliyor– tüm o korkunç şeylerden korkuyorlar. Elbette bu korku, çocukların karşılaşabilecekleri muhteşem şeylerin de bir kenara atılmasına neden oluyor. Bana sorarsanız, çocukken gezinmek, kendine güveni, yön ve macera duygusunu, hayal gücünü geliştirir. Keşfetme arzusu doğurur. Kaybolabilme ve dönüş yolunu bulma becerisi kazandırır. Ev hapsinde tutulmak bu kuşağa ne kazandıracak merak ediyorum. Rocky Dağları’ndaki o yaz Meno’nun sorusunu duyduktan bir müddet sonra, öğrencileri yürüyüşe götürdüm. Bu yürüyüşte bize daha önce hiç görmediğim bir manzara eşlik ediyordu: Kavakların oluşturduğu beyaz sütunların gölgesinde, narin yeşillikler diz boyu büyümüştü; baklava veya deniz kabuğu şeklindeki yapraklar yeşile boyanmış futbol taraftarları gibi dalgalanıyor, zaman zaman esen rüzgar, beyaz ve eflatun çiçekleri sallıyordu. Yol bizi ayılar için kıymetli olduğu söylenen bir ırmağın kıyısına kadar götürdü. Döndüğümüzde kahverengi derili güçlü bir kadın bizi yolun başında bekliyordu. Aslında onunla on yıl kadar önce tanışmıştım. Beni tanıdı ve ben de şaşırtıcı bir şekilde onu tanıdım; bu ikinci karşılaşmadan sonra arkadaş olduk.

Sallie uzun zamandır Dağ Arama ve Kurtarma Ekibi’nin bir üyesiydi. O gün o yolun başında beklerken rutin görevini yapıyordu. Dediğine bakılırsa, kaybolan bazı yürüyüşçüler vardı ve onlar genellikle gözden kayboldukları noktanın yakınlarında tekrar belirirlerdi. Telsizini dinliyor ve kaybolan grubun büyük olasılıkla geçmiş olduğu o yoldan kimin geleceğini görmek için bekliyordu. İşte tam o sırada karşısında beni bulmuştu. Rocky Dağları kenarları kıvrılıp kırışmış bir kumaşa benziyor aslında, bayırların ve vadilerin sarp doğası sanki her yöne serilmiş gibi uzadıkça uzuyor. Böyle bir coğrafyada kaybolmak kolay. Labirentin içinden çıkmak da o kadar zor değil. Yapmanız gereken, vadilerden gelen bütün patikaların birleştiği ana yola doğru yürümekten ibaret. Bu açıdan bakıldığında, arama kurtarma gönüllüleri için bile her kurtarma çalışması bilinmeze yapılan bir yolculuk olarak değerlendirilebilir. Çünkü ya kendilerine minnettar bir insan ya da bir ceset çıkacaktır karşılarına. Buna da ya kestirmeden ya da haftalar süren yoğun bir saha çalışması sonucu ancak ulaşırlar ya da aradıklarını hiçbir zaman bulamazlar ve esrarı asla çözemezler. Üç yıl sonra Sallie’yi ve onun başıboş dağlarını ziyaret etmek için tekrar bölgeye gittim. Bu kez, Sallie’ye kaybolma hakkında bazı sorular sorular sormak gibi bir amacım da vardı. Ziyaretim sırasında bir gün Continental Divide’ın 2 vadi boyunca üç buçuk kilometre kadar yükselen bir parkurunu birlikte adımladık.

Ağaçlar seyreldikçe tundralar devreye giriyor ve bir halı gibi etrafı örtüyordu. Yukarıya doğru tırmandıkça, manzara her yönden kesintisiz görülüyordu. Ufka doğru göz alabildiğine kıvrılan mavi dağlarla çevrili bir dünyadaydık sanki ve dağlar bizim durduğumuz noktada birbirlerine firketeyle tutturulmuş gibiydi. Burayı Continental Divide adıyla anınca, ister istemez, dağların omurgalarından geçerek kıta boyunca yayılan iki okyanusun suyunun buraya döküldüğünü tahayyül ediyorsunuz. Bu, ana yönlerin bu merkez uyarınca dağıldığını düşündürtüyor ve öylesine etkileyici ki metafizik bir atmosfer canlanıyor gözünüzün önünde. Orada hiç durmadan sonsuza kadar yürüyebilirdim fakat yüklü bulutlardan yayılan gök gürültüleri ve onu izleyen şimşekler geri dönmek konusunda Sallie’yi ikna etmekte gecikmemişti. Dönüş yolunda, katıldığı kurtarma çalışmaları hakkında sorular sordum ona. Bir keresinde, yıldırım çarptığı için ölen bir adamın cesedine ulaşmaya çalışmıştı. Üstelik bu, böyle bir yükseklikte ender rastlanan bir ölüm şekli değildi. Önümüzdeki muazzam manzarayı bırakıp dönüş yoluna koyulmamızın nedeni de bu tehlikeydi zaten. Daha sonra, bana ömrünü epey kısaltacak dejeneratif bir hastalık nedeniyle görme kabiliyetini kaybetmek üzere olan on bir yaşındaki sağır bir çocuktan bahsetti. Rehberlerin çocukları turlara götürüp saklambaç oynattığı bir kampa katılmıştı. Öyle iyi saklanmış olmalıydı ki, günün sonunda hâlâ kimse onu bulamamıştı. Tabii çocuk büyük ihtimalle dönüş yolunu kaybetmişti. Hava karardığında arama kurtarma ekibine haber verilmişti.

Sallie tüm tedirginliğiyle bataklık alana girdiğinde, o dondurucu soğukta cansız bir bedenden başka hiçbir şey bulamayacaklarını düşünüyordu. Bataklığın üzerini örten sabah sisi, güneşin ufukta görünmesiyle birlikte dağılmaya yüz tuttuğunda bir ıslık sesi duymuş ve o tarafa doğru koşmuştu. Çocuk oradaydı, bir taraftan titriyor, bir yandan da ıslık çalıyordu. Sallie hemen ona sarılmış ve üzerindeki kıyafetlerin büyük bölümünü çıkarıp oğlana giydirmişti. Aslında çocuk kendisine öğretilen her şeyi doğru yapmıştı fakat ıslığı su sesini bastırıp rehberlerin kulağına ulaşabilecek kadar yüksek değildi. Buna rağmen gece bütünüyle çökene kadar ıslık çalmaktan vazgeçmemişti. Sonra devrilmiş iki ağacın arasına kıvrılmış, gece bitip ortalık ışıyınca da yeniden ıslık çalmaya başlamıştı. Onu bulduklarında gözleri mutlulukla ışıldamış, Sallie de gözyaşlarını tutamamıştı. Arama kurtarma ekipleri, çoğunluğu yaralı veya sıkışmış halde olan, kayıp insanları bulma sanatında hayli ustadır. Ayrıca, insanların nasıl kaybolduğunun ilmini yaparlar. Günümüzde, kelimenin ilk anlamıyla kaybolanlar için durum şuydu: Kaybolan insanlar dikkatlerini vermezler, nasıl geri döneceklerini bilemediklerinde yapmaları gerekenlerden haberleri yoktur veya bilemediklerini kabul etmezler. Oysa hava koşullarını, izlediğin rotayı, yoldaki işaretleri dikkate alabilmek başlı başına bir sanattır. Zira, gördüğü manzarayı nasıl okuyacağını bilen biri için vahşi dünyanın dilini çözmek çok da zor değildir: Dönüp arkasına bakan bir insan, aldığı mesafeyi değerlendirerek önündeki yola dair kestirimde bulunabilir; güneşin, ayın ve yıldızların konumundan ipucu çıkarabilir, suyun akış yönünü hesaba katarak nerede bulunduğunu tayin edebilir. Kaybolanların büyük bölümü, tabiatın açık bir kitap gibi karşılarında duran dilini okuyup yazmak konusunda titizlik göstermezler. Hatta çoğu kez, bu dili okumak için durup düşünme zahmetine bile katlanmazlar.

Halbuki, söz konusu olan doğrudan yeryüzünün dilidir. Hiç şüphesiz, bilinmeyenin kucağında kalabilmek de başka bir sanattır. Kendisini birdenbire ıssızlığın ortasında bulan bir insanın paniklememesi ya da acı çekmemesi için sağlam bir beceri sahibi olması gerekir. Bu beceri, Keats’in sözünü ettiği, “bilinmezler, gizemli durumlar ve şüpheler arasında kalabilme” kapasitesinden çok da farklı değildir aslında. (Doğrusunu söylemek gerekirse, cep telefonları ve GPS, günümüzde bu becerinin yerini tutuyor. Her geçen gün daha fazla sayıda insan, pizza ısmarlamanın kolaylığı içinde kurtarıcılarını yanına çağırabiliyor. Ancak unutmamak gerekir ki, dünyada hâlâ cep (.telefonunun çekmediği birçok yer var Sallie’nin arkadaşı Landon’la ise daha farklı bir konuya temas ettik. Konuştuğumuz masa, Landon’un kocasıyla birlikte işlettiği çiftlikte çekilen fotoğraflarla çevriliydi ve her birinde, hem aile fertleri hem de çiftlik hayvanları dikkat çekiyordu. Ben fotoğraflarla ilgilenirken, Landon bana, Rocky Dağları’nın yamaçlarında kaybolanlar arasında avcıların neredeyse ilk sırada yer aldıklarını söyledi. Sebebi de basitti aslında: Eğlence olsun diye patikalardan .ayrılıyorlar ve bir daha da dönüş yolunu bulamıyorlardı Landon daha sonra, arkada, zıt yönlerdeki tepeleri arasında hiçbir belirgin farka rastlanmayan platoda gezinen bir geyik avcısından bahsetti bana. Geyik avcısının bulunduğu noktada, tepelerden bazıları ağaçların arkasında kaldığından görünmüyordu. Bu da avcının yanılmasına ve gitmesi gerekenin tam tersi bir istikamete yönelmesine yol açmıştı. Bir veya birkaç tepeyi daha aşınca varış noktasına ulaşacağından öylesine emindi ki, hiçbir şeyden şüphelenmeden bütün gün yürümüştü.

Üstelik, yürüyüşüne gece boyunca da devam etmiş, neticede bitkin düştüğü için üşümeye başlamıştı. Hipotermi nedeniyle gördüğü sanrılar ona terlediğini düşündürmüş, böylece birkaç kilometre boyunca üzerindeki kıyafetleri parça parça çıkarıp çevreye fırlatmıştı. Bu ise Landon ve ekibinin iz sürmesini kolaylaştırmıştı. “Çocuklar,” diyordu Landon, “kaybolmak konusunda iyilerdir, çünkü ‘hayatta kalmanın yolu, kaybolduğunu bilmekten geçer’ Onlar uzun süre avare avare dolaşmazlar, korunaklı bir yere ”.kıvrılıp geceyi orada geçirirler. Zira yardıma ihtiyaçları olduğunun farkındadırlar Landon vahşi hayatta ihtiyaç duyduğumuz eski becerilerden, içgüdülerden ve kocasının esrarengiz önsezilerinden de bahsetti. Kocasının içgüdüleri ve önsezileri, epeydir üzerinde çalıştığı yön bulma, iz sürme ve hayatta kalma sanatları kadar gerçekti. Bir keresinde kocası, kar aracına atlamış ve en ufak bir tereddüt duymadan aracı sürmüştü. Ilık bir kış sabahı olarak başlayan güne aldanan bir doktor, hava birdenbire beyaz bir kabusa dönünce kaybolmuştu. Landon’ın kocası, donmak üzere olan adamın nerede olduğunu, tarif edemediği bir önsezi yardımıyla bulmuştu. Yoldan çıkıp, karla kaplı çayırları geçerek doktora ulaşmıştı. Çiftlikteki yardımcılarından biri ise karlı bir gecede yürüttükleri bir başka kurtarma çalışmasından söz etti ve bağırarak çevreye seslenmek yerine sessizce ilerlemenin kendisine çok çarpıcı geldiğini anlattı. Landon’un eşi bağırıp çağırma ihtiyacı hissetmemişti çünkü nereye gitmesi gerektiğini gayet iyi biliyordu. Nitekim, kayakçının takıldığı çıkıntının tam yukarısına gidip durmuştu. Daha sonra yapılan konuşmalar esnasında, kaybolan kayakçının yönünü bulabilmek için bir su akıntısını takip ettiği ortaya çıkmıştı.

Aslında bu son derece kullanışlı bir navigasyon tekniğiydi. Ne var ki bu defa işe yaramamıştı. Zira su birikintisi daralarak derinleşmiş, derken birkaç şelale meydana getirmiş, yukarıdan aşağıya dökülen suyun bir bölümü de havada bir ok gibi donmuştu. İşte kayakçı da bu donmuş su kitlelerinden birine takılıp kalmıştı. Dizlerinin üzerine kadar sıyrılan ve ıslaklığından ötürü donmuş giysisinden .kayakçıyı çıkarmak için elbiseyi çekiçlerle kırmaları gerekmişti Vaktinin çoğunu doğayla, doğa aktiviteleriyle iç içe geçiren bir adamdan eğitim almıştım. En olağan geziye çıkarken bile yanına mutlaka yağmurluk, su ve diğer hayati malzemeleri alman gerektiğini söyler dururdu. Sebebi de basitti aslında, dışarıda ne kadar kalman gerekeceğini bilmen mümkün değildi, işler her an kontrolden çıkabilirdi. Hava durumuyla ilgili kesin olan tek şey ise değişkenliğiydi. Benim yeteneklerim çarpıcı değildi, bilmediğim caddelerde, patikalarda, otoyollarda ve bazen arazilerde gezinerek kaybolma heyecanıyla flört etmekten fazlasını yapmadım. Bilinmeyenin sınırlarına temas etmek, insanın duyularını keskinleştirir. Elimde haritayla didişip duran bir pusula tutarken, alternatif yönlerde neler bulunduğuna ilişkin olarak kendi aralarında konuşan yabancılara kulak vermeyi sevmişimdir hep. Onlardan edindiğim bilgiler doğrultusunda yolumu değiştirmeyi, bildiklerimin dışına çıkmayı ve birkaç kilometre sonra eski yolumu tekrar aramayı veya eve yeni bir yoldan dönmeyi de severim. Kimseyi tanımadığım ve tanıdığım kimsenin orada bulunduğumu bilmediği, uzak batının kasabalarındaki motellerde tek başıma geçirdiğim geceler; beni kendi geçmişimden azat eden kablolu televizyondan, garip tablolardan ve çiçekli döşemelerden müteşekkil garip bir dekor… Benjamin’in kelimeleriyle söylersek eğer, kendimi kaybediyordum ama nerede bulunduğumu da biliyordum. Ayaklarım veya arabam bir virajı aldığında, “Burayı daha önce hiç görmemiştim,” dediğim o büyülü anlar… O kadar süre boyunca içinde yaşadığım evde yıllar sonra fark ettiğim mimari bir detayın ya da bir dehlizin, aslında gerçekte nerede olduğumu hiç bilmediğimi öğrettiği o zaman dilimleri… Aşina olduklarımıza bizi yeniden yabancılaştıran, evimin yakınlarındaki kayıp manzaralara, mezarlıklara veya canlı türlerine ilişkin bitip tükenmeyen hikayeler… Etraftaki her şeyi unutturan sohbetler… O gün hissettiğim ve yaptığım her şeye renk kattığını fark edene dek unuttuğum rüyalar… Böylesi bir kayboluş, aslında yolunuzu veya başka bir yolu bulmak için .

başlangıçtır fakat kaybolmanın başka yolları da vardır On dokuzuncu yüzyılda Amerikalıların kaybolma serüvenleri nadiren felaketle sonuçlanıyordu, çünkü arama kurtarma ekipleri kayıpları veya kayıpların cesetlerini bulup getiriyordu. Garip bir içgüdüyle, onların kaybolma ve bulunma hikayelerinin peşine düşmüş halde yakaladım kendimi. Bir günlüğüne veya bir haftalığına kaybolmuşlardı ki, bu kadarlık bir süre, dopdolu bir programla hayata asılmayanlar açısından pek büyük bir facia sayılmazdı doğrusu. Hele bir de doğayla iç içe yaşamayı, iz sürmeyi, gök cisimlerine, suyun akışına bakarak ve haritalanmamış bölgelerde kulaktan dolma bilgilerle yol bulmayı biliyorlarsa… Daniel Boone da söze, “Hayatımda hiç ormanda kaybolmamıştım,” diyerek başladı ve “Gerçi bir defasında üç gün süren bir kafa karışıklığı yaşamıştım,” diyerek sürdürdü. Boone, bu ikisi arasında makul bir ayrım yapabiliyordu. Zira nerede bulunduğuna dair en son hangi işareti değerlendirdiğini gayet iyi biliyordu. Tabii o işaret noktasına nasıl döneceğini ve bu zaman aralığında neler yapması gerektiğini de öyle. Lewis ve Clark’ın yolculuğunda Sacajawea’nın asıl rolü rotayı çizmek değildi. O, yararlı bitkiler ve diğer ikisinin habersiz olduğu diller konusunda uzmandı. Bu bilgi ise herhangi bir kaybolma durumunda en çok işe yarayacak şeylerin başında geliyordu. Yerli kabileler, onu ve bebeğini görünce, gelenlerin niyetinin savaşmak olmadığını anlamakta güçlük çekmiyordu. Üstelik, önsezilerinin yardımıyla bulundukları yerin bir yuva veya birilerinin yuvası olduğunu söylerken genellikle pek yanılmıyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir