Reha Çamuroğlu – Ismail

Her doğum önemlidir. Ne getirir bilinmez. Hangi müj’ delerle gelir, ne belalar getirir, nevzat. Bizimle uyuşur mu, uyuşmaz mı, benzer mi bize? Benzemez mi? Sorun ona, ne getirdin bize diye. 1487 temmuzunun en sıcak günüydü, ayın 17’siydi. O gün, zaten tedirgin edici bu doğumlara, daha tedirgin edici bir yenisi eklendi. Müneccimler, bu artık olağan karşıladık’ larından da daha çoğunu hissettikleri tedirginliğin verdiği duygularla, suya baktılar, kuma baktılar, sayılarla oynadılar, yıldızlara ve aya çevirdiler gözlerini. Hemen hepsi bir konu üzerinde anlaşmışlardı. Nevzat, bu tedirginlik verici küçük bebek, ayın etkisi altındaydı, onu her şeyden çok ay etkile’ yecekti. Bir ruh ay tarafından etkilenirse ne olur? Müneccimler bu konuda hemfikir değillerdi. Bu fikir ayrılığının ortaya çıkmasında, güçlü aileden alacakları bahşişin rolü, şüphesiz 7 küçümsenemeyecek düzeydeydi. Hepsi uzaktan görünen kesenin saçtığı ışıkların etkisi altındaydı. Ay nevzatı, kese onları aydınlatıyordu. Tekclü Halife Haydar, her zaman her zor durumda bulunması gerekenlerden ve ne hikmetse hep de bulunanlardan biriydi. Lâkabından anlaşılacağı gibi, Erdebil’e Rum diyarının güneyinden, Teke lli’nden gelmişti.


Ne zaman geldiği üzerine kimsenin pek bir fikri yoktu. Sanki hep oradaydı. Sanki hep orada olmasa, Ruınlular mahallesindeki kunduracılık işini yapmasa, Eıdehil’in ve tahii ki dünyanın düzeninde aksayan bir şeyler olacaktı. Onu ele veren lâkabıydı. Bu lâkap, onun da bir öncesi olduğunu, aynı zamanda, öncesi olduğuna göre sonrası da olacağını belirtiyordu. Söylenilenlere bakılırsa, Pir İbrahim zamanında otuz kadar yoldaşıyla Erdebil’e gelmiş, yola girmişti. Yola girip boynunu bağladıktan sonra da, defalarca Rum Ülkesi’ne gitmiş gelmiş, her seferinde de Teke lli’ni Erdebil’e taşımıştı. Tüm dervişlerden, halifelerden ve en önemlisi pirden büyük saygı görürdü. Kimseye bir ihtiyacından bahis açtığı görülmemişti. İhtiyaç hissetmeyenin dili serbest olur derler, o da işte bu nedenle ortaya çıkıp nevzat hakkındaki kanaatini açık açık söyledi. Yıldızlara, suya, kuma bakmadı. Rumlular mahallesindeki kunduracı dükkânının arkasındaki hücresine kapandı. Suyunu aldı, ekmeğini aldı, teşbihini aldı, üç gün kapandı. Derler ki, kendi içine baktı, içinin aynasına baktı. Onun üç gün kapanması tedirginliği daha da arttırdı.

“Eğer Halife Koca Haydar üç gün kapanıyorsa, hu çocuğa dikkat etmek gerektir,” yonımlan yapıldı. Haydar’ı bilenler, üçüncü günün sonunda kunduracının yolunu tuttular. Artık biliyorlardı ki, Haydar’ın ağzından çıkacaklar, Erdebil’in ve tüm âlemin nizamıyla ilgiliydi. Onun ağzından, bundan sonra olacakları öğrenmenin ayrıcalığına kavuşacaklardı. Haydar, bu dummla çok eğlenirdi. O güne kadar her kapanışında, çıkışını bekleyen meraklılar bulmuş ve bu durumdan muzırca bir zevk almıştı. Daha dervişliğinde öğrendiği bir ilke, her zaman onu sağlam tutardı. Dünya alt üst olsa, derviş sükû8 netini bozmayacaktı. O gün, kuşluk vakti, bu eğlence duygusuna sahip olmaksızın meraklılarına şunları söyledi: Müneccimler haklıydı, pirimiz, -pirimiz mi demişti- ayın etkisindeydi. Geçmiş hep onun içinde yaşayacaktı. Bir anne için taşınması çok zor bir çocuktu. Tüm âlemi hayrete düşürecek şeyler yapacaktı. Biraz alaycı, biraz hercai, ama hep yalnız olacaktı. “Hepinizin içinde çok yalnız olacak,” dedi Haydar, “onun okuduğuna, yazdığına, bildiğine, koştuğuna, coştuğuna kimse yetişemeyecck”. Sonra sustu, gırtlağını temizledi; meraklılar nefeslerini tuttular, işte sözün özü şimdi gelecekti, sonra gitmeleri gerektiğini biliyorlardı, hep böyle olurdu.

Bu kez suskunluk olağandan daha uzun sürdü. Haydar’ın gözünden -sağ gözünden- bir damla gözyaşı, kalın Haydari bıyığına doğru aktı gitti ve son cümle geldi: “İki iklim pirimizde vuruşacak, iki iklim pirimizde hiç dinlenmeyecek!” Safevi tarikatının cisim bulmuş ruhu denebilecek külliyenin büyük avlusuna girildiğinde, herhangi bir olağanüstülük sezilmiyordu. Pir Haydar, tarikatın önde gelenleriyle birlikte kendi yaptırdığı Çinili Köşk’te oturuyordu. Çinili Köşk’ün yeri sanki böyle zamanlar için seçilmişti, yanından billur bir dere geçiyor, Haydar’ın yaptırdığı muhteşem bahçeyi suyuyla besliyordu. Oysa o sırada haremde büyük bir koşuşturma vardı. Erdebil’in en becerikli ebeleri, henüz güneş doğmadan külliye kadınlarının yardımına çağrılmışlardı. Doğuran, Pir Haydar’ın haremiydi. Haydar’la aynı yaşta olan karısının sıfatları bununla bitmiyordu. Bu kadına annesi Marta adını, Türkmcnler Halime Begi Aka adını ve Akkoyunlu Sarayı, Alemşah Begüm adını uygun görmüşlerdi. Pir Haydar’m haremi, Akkoyunlu Sultanı Uzun Hasan’ın kızıydı. Uzun soy zinciri bununla da sona ermiyordu. Marta, Trabzon – Rum İmparatoru Kalo İoannes’in torunuydu. Annesi Despina, Uzun Hasan’la dinini korumak şartıyla evlendirilmişti. Haydar’la Marta, 1478’de Erdebil’de evlenmişlerdi. Bu, bir, hatta birden fazla hükümdarlığın bir tarikatla evliliğiydi.

9 Marta, daha önce bir erkek çocuk dünyaya getirmiş, çocuğa Sultan Ali ismi verilmişti. Sultan ve Ali isimlerinin bu bileşimi, tarikatın bazı dervişlerinin hoşuna gitmiş, bazılarını da tedirgin etmişti. İmam Ali, sevilen ve yaygın bir isimdi. Ama Sultan Ali dosta düşmana neler düşündürmezdi ki? Sabahın erken saatlerinde heyecanlarını, sevinçlerini gizleyemeyen gözleriyle üç mürid, Haydar’ın halifeleriyle oturduğu Çinili Köşk’e doğru hızla koşmaya başladılar. Müjdeyi pire ilk hangisi verecekti? Köşke ilk varan, eşikten kendini yüzükoyun yere atarak secde etti, dizleri üzerinde ilerleyerek Pir Haydar’a vardı ve ayaklarına niyaz etti: “Pirimizin az önce nur topu gibi bir oğlu oldu.” Diğer iki mürid, kapı ağzında nefes nefese ve hızlı koşamamanın üzüntüsüyle kalakalmışlardı. Haydar istifini hiç bozmadı. Halifelerinin yanında herhangi bir sevinç belirtisi göstermek, artık 27 yaşına ulaşmış bir şeyh için hiç de yakışık alır bir durum olmazdı. Etrafındakiler için uzun denilebilecek bir süre, düşünüyormuş gibi yaptı. Adeta derin bir düşünceye dalmıştı. Oysa çocuk erkek olursa -ki o erkek olacağını biliyordu-, vereceği adı aylar öncesinden kararlaştırmıştı. Tarikatında yıllardır pirlik makamı babadan büyük oğula geçiyordu. Bazı dervişler bunu eleştiriyor, özellikle Rum’dan, Sebzevar’dan, Serbazar’dan gelenler, bu duruma saltanat özentisi deme küstahlığını bile gösteriyorlardı. Ama Hnydar’ın bu durumun doğruluğundan en küçük bir kuşkusu bile yoktu. Soyu İmam Ali’ye, oradan da Resullullah efendimize uzanan kendisi değil miydi? Bu masum soy, onları tüm günahlardan masum kılmıyor muydu? Haydar’a böyle öğretilmişti, o, bunun doğruluğunu görmüş ve böyle inanmıştı.

Kendisinden sonra -tabii eğer bir sonra olacaksa-, bu doğru inancın sancağını Sultan Ali taşıyacaktı. Sultan Ali inancın bekaasına vurulmuş bir mühürdü. Şimdi ikinci bir mühür göndennişti yüce Allah. O da günler, hatta aylar öncesinden bu çocuğa koyacağı ismi düşünmüştü. Öyle bir isim olmalıydı ki bu, tüm erenlere açık bir mesaj götürmeliydi. Ne de çok şey ifade edebilirdi bir babanın çocuğuna verdiği isim. 10 Gerçi daha önce Safevi hanedanında bu ismi taşıyan biri olmamıştı, nedense bu isim hanedana biraz uzak, hat’ ta bazılarına biraz soğuk gelmişti, neresinden bakılırsa tartışmalıydı kuşkusuz. Ama Haydar’ın buna ihtiyacı vardı, ikinci oğluna koyacağı isim düşman burcuna dikilmiş bir bayrak, kurmak istediği nizamı geçmişle bütünleştiren, köklerine götüren bir sembol olmalıydı. Dönüp dolaşıp geri gelen bir yüce nıh gibi etki yaratmalıydı. Hem kim bilebilirdi gerçeğin böyle olup olmadığını? Birincisi, ceddi İmam Cafer’in oğluydu. Öyle bir yol kurmuştu ki, gerçeğin özünü, gizlisini saklısını araştıran, bilen, Batıniyye, artık onun adıyla anılır olmuştu. Doğru inancın düşmanları, bu ad karşısında tepeden tırnağa titrerlerdi. İşte kendi oğlu da bu ismi taşıyacaktı. Yeterince sustuğuna kanaât getirdi. Öne eğdiği başını kaldırdı, halifelerinin tek tek gözlerine baktı, onlar büyük bir saygı işareti olarak gözlerini kaçırdılar.

Sonra dudakları aralandı ve “oğlumun adı İsmail olacak,” dedi. Halifeler secdeye geldiler.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir