Reha Çamuroğlu – Yeniçerilerin Bektaşiliği ve Vaka-i Şerriyye

Yeniçeri Ocağı’nın tarihimizde özel ve önemli bir yeri var. Ve bugüne dek üstüne yapılmış araştırma da yok denecek kadar az. Yeniçeri olgusu, hem Osmanlı tarihi açısından hem de Anadolu’da Alevilik-Bektaşilik olayı açısından çok önemli bir olgudur. Osmanlı tarihçileri birçok konuda olduğu gibi bu olayın değerlendirmesinde de oldukça tek yanlı yazmışlardır. Alevilik ile yeniçerilerin ilişkileri ise çok yetersiz, eksik ve rivayetler düzeyinde kalmıştır. Yeniçeri Ocağı’nın Hacı Bektaşi Veli tarafından kurulduğu vs. tarzındaki düşünce ise bambaşka bir bakış açısını ele veriyor. Hacı Bektaşi Veli düşüncesini az çok tanıyan biri olarak, Bektaşilikteki barışçı, insancıl, kardeşlik aşkı ile dolu ve insana asla zarar vermeyen, insanı dünyasının kâbesi yapan ix bir düşünce ve inanç sistemi ile Osmanlı padişahlığının vurucu silahlı gücü olan yeniçerileri bir türlü bağdaştıramazdım. Nasıl olunur da hem Bektaşi olacaksın hem de yeniçeri. Bunu bir türlü anlayamazdım. İşte değerli araştırmacı Reha Çamuroğlu, elimizde tuttuğumuz bu araştırması ile bu olaya parmak basıyor. Bir dizi kaynaktan edindiği bilgileri bizlerle paylaşıyor. Olayı doğru değerlendirmek için bize çok önemli ipuçları, belge ve bilgiler veriyor. Yeniçeri Ocağı, tarihimizde büyük acılar yaşanarak oluşturulan ve ne yazık ki gene büyük acılar verilerek yok edilen bir garip olaydır. Belki sosyal tarihte ender rastlanan bir olgudur.


Yeniçeri Ocağı nın kuruluşunu veya yeniçeri olunmasını, Reha Çamuroğlu araştırmasında çok çarpıcı olarak şöyle anlatıyor: Bir köyde yaşıyor, Grekçe, Sırpça va da Bulgarca konuşuyoruz. Hiçbirimiz Türkçe bilmiyoruz. Türkler tarafından yönetildiğimizi ve onlardan korkmamız gerektiğini, onların atla dolaştıklarını, Müslüman olduklarını, sarıklar sardıklarını da biliyoruz. Ninelerimiz, bir yaramazlık ettiğimizde bizi onlara vermekle korkutuyorlardı. Türklerin adlarını duyduğumuzda bile korkuyorduk. …Yakındaki köydeymişler. Büyük çocuklar “Çocukları götürüvorlarmiş” dediler, biz inanmadık ama yine de korktuk. Yarın bizim köye geleceklermiş… Babamız o gece içmedi, hep sustu. Ya da çok içti, hep bağırdı. Anamız yortularda yaptığı yemeklerden yaptı. Hem de az az değil çok çok verdi. Bu defa bu korku niçin oyuna benzemiyordu. Sabah da bütün köy suskunluk içindeydi. Bizi oyun oynamaya da bırakmadılar. …Onları gördüğümüzde çok güzel atları vardı, çok fazla ve güzel kılıçları topuzları, kalkanları, okları, yaylan… Anlamadığımız, hiç anlamadığımız bir dil konuşuyorlardı.

Papaz bizi niçin sıraya dizdi?. Niçin bütün çocukların babaları buradaydı ve niçin papazın elinde vaftiz defterleri vardı? Babalarımız niçin yüzümüze bakmıyordu. Kadınlar niçin hiç görünmüyorlardı? …Elimize kolumuza bakıyorlardı, cılızları bir yana, gürbüzleri diğer yana ayırıyorlardı. Arkadaşlarımızın yarısından ayrılmıştık bile, yarısı cılızdı. Arlık korkudan ağlayacak hâlimiz bile kalmamıştı. Babalarımız da hiçbir şey yapmıyordu. …Artık sonrasını anlatmak istemiyorum. O kızıl elbiseleri giydirirlerken nasıl korktuğumu, uzun yollarda nasıl yorulduğumu, sünnetin ne olduğunu, nasıl öğrendiğimi, artık hiçbir şey anlatmak istemiyorum, seneler geçti artık; ben bir yeniçeriyim. Evet, sadece anneleri babaları ve memleketleri değil dilleri, dinleri ve kültürleri ile tamamen ayrı bir toplumun çocukları alınıyordu. Daha doğrusu zorla çocuklara el konuyordu. Tıpkı köylünün ürettiği mala el konulduğu gibi, buğdaya, arpaya el konulduğu gibi, çocuklara da anne ve babalar istemese de el konuyordu. Ve bu çocuklar Osmanlı terbiyesi ile yetiştirilip OsmanlInın askeri yani yeniçeri oluyordu. Yeniçeri Ocağı nın kaldırılışı kuruluşundan daha da acı oldu. 1826’da Sultan II. Mahmud bu ocağı kaldırırken çok kan döktü.

Akan kan sadece yeniçerilerin değildi, bu kana Alevi ve Bektaşilerin kanı da karıştı, birlikte aktı. Çeşitli kaynaklara göre, İstanbul’da 3 bin yeniçeri çatışmalarda, 7-8 bin yeniçeri ise idam edilerek öldürüldü, on binlercesi ise sürgün edildi. İstanbul yeniden fethedilmiş bir ülkeye döndü. Sadece Hüseyin Paşanın Ağa Kapısı nda öldürdüğü yeniçeri sayısı 200’ü bulmuş. xi Bu olayı, İngiliz Büyükelçisi Lord Stantford Canning şöyle anlatıyor: Kurbanların yalvarıp yakarması hep boşunaydı. Kimi Su!- ian’ın top ateşi altında biçilmiş, kimi kılıçtan geçirilmiş bu insanlar çoluk çocuk sahibi kimselerdi… Nasılsa o arbededen canını kurtarmış olanların çilesi daha hafif olmadı. …Acele bir mahkeme kuruldu. Yakalanan her yeniçeri Kadı nın önünden geçip kendini celladın kucağında buldu. I laik bu içler acısı olayları görmemek için sokağa çıkmaz oldu. Marmara denizi ölülerle beneklendi. İşte bu araştırma, tarihimizdeki bu önemli olayı gözlerimizin önüne getirmeye çalışıyor. Ayrıca böyle bir olayın hayırlı bir olay mı, yoksa hayırsız bir olay mı olduğu olgusunu da tartışmaya açıyor. Cemal Şener İstanbul, Ocak 199i xii ÖNSÖZ Elinizdeki kitapçık, zorunlu olarak öne alınmış bir çalışmadır. Bu zorunluluk yazarın hissettiği bir zorunluluktur, o kadar. Karşınızda tarih bilimi ya da tarihçilik yapmaya çalışmayan, sadece kendisine gına getiren Türkiye tarih yazını karşısında spekülatif değerlendirmeler yapan biri var.

Bu tarih yazınında en çok neden nefret ettiğim sorulursa şunu söyleyebilirim: unutkanlık olarak yorumlanabilecek şekilde dışavuran ikiyüzlülük, daha iyi bir kelimeyle riyakârlık. Zaten benim bu çalışmayı öne almamda bana zorunluluk hissettiren de bunun özel bir şekilde dışavuruşu. 1990 yılında yoğun bir Alevilik-Bektaşilik kampanyası yaşadık. Alevi ve Bektaşiler senelerdir kendi olanaklarıyla kendi düşünce, yaşam ve inanç tarzlarını tanıtmaya çalıştılar. Ama nedense -tarihimizde tek örnek 1990 yılı değildir- 1990 yılı içinde saygın gazete ve dergilerden takdire şayan ve alıxiii şılmadık bir ilgi gördüler. Bir yandan Diyanet İşleri nde haklarının yenilmemesi ve kendileriyle ilgilenilmesi, demokratik bir hak olarak talep edildi. Öte yandan “AET ye girmek isteyen Türkiye için Alevi-Bektaşilerin, özgürlükçülükleriyle bir koz” oldukları yazıldı, söylendi. Bu kampanyayı sürükleyenlerin, bildirgelere imza atanların Batılı aydın, yazar ve bilim adamlarımız olduğu görüldü. Sonuç olarak, bunca riyakârlık bu satırların yazarında alerji yaptı. Türkiye’de Batılılaşmanın en büyük adımı, Batılılaşmacıların ulema ile işbirliği yaparak “Dinsizlere vurun!” çığlıklarıyla başlattıkları ve sonuçlandırdıkları Vaka-i Hayriyye’dir. Türkiye’nin Batılıları, ulemanın takipçileriyle başları derde girdiği zamanlarda ise, 1826’da düşman kardeşleri ulemayla birlikte yaptıkları karşı devrimin hedefinin, o zaman ve daha sonra da çoğu zaman, bugün nedense özgürlükçü olduklarını keşfettikleri bu Alevi ve Bektaşi kesimleri olduğunu unuturlar. O zamanlar ve zor olmayan diğer zamanlarda bu kesimin adları ulemaca “dinsiz, zındık vb/’ Batıklarca da “eski geleneklerin fanatik izleyicileri” idi. Bugün bildiriler imzalayan aydınlarımızın büyük çoğunluğu o meşum olaya hayırlı olay demeye devam da etmektedirler. Bu ani ilginin kanımızca iki yönlü değerlendirilmesi gerekir. Bunlardan biri konjonktürel bir neden, diğeri ise daha uzun erimli ve geniş görülü bir nedendir.

Konjonktürel olan, ülkemizin politik, toplumsal ve ideolojik durumundan kaynaklanıyor. Geçmişimizde yer tutmuş ve günümüzde hâlâ tutan bir geleneksel heterodoks1 hareket, günlük politikaya, hem de en ucuzundan yöntemlerle çekilmek istenmektedir. Avrupa kapıları Bektaşi hoşgörül Kavramın lanımı için bkz.: Reha Çamuroğlu, Tarih. Heterodoksi ve Babatler, Kapı Yayınları, İstanbul 2005. XİV süyle topa tutulacak, içeride İslamcı yoğunlaşmanın karşısına Alevi-Bektaşi varlığı bir Demokles’in kılıcı olarak çıkarılacak ve kullanılacaktır. Bu nedenle, saygın yayın organlarımızın yanı sıra saygın bilim adamlarımızın yazdığı ve Bektaşîliğin ve Aleviliğin ne kadar da Batılı olduğunu anlattıkları kitapları Avrupa dillerine çevrilmekte ve Avrupa’ya gönderilmektedir. Oysa Alevilik ve Bektaşilik, Avrupa bizi kabul etsin diye doğmadıkları gibi, sadece ve sadece resmî İslam a karşı direnmek, ona Batıkların yanında bir denge unsuru olmak için doğmadılar. Gerek tarihte ve gerekse de düşünce, inanç ve yaşam tarzları açısından İslam-Batı düşüncesi ikilemine sokulmaya sığmayacak bir harekettir söz konusu olan. İki eğilimden de eşit uzaklıkta, kendisine ve Türkiye’ye has bir yerde durmaktadır. Kırılan, esneyen, gizlenen, üzerine gelindikçe barışçı olmakta ısrar eden, direnen ama hep varolan,

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir