Rick Riordan – Percy Jackson ve Olimposlular 4 – labirent savaşı

Y a z tatilinde yapmak isteyeceğim en son şeydi bir okulu daha havaya uçurmak. Heyhat, Haziran ayının ilk haftası, Pazartesi sabahı, annemle arabamızı New York’un Doğu Yakası’nda 81. Sokak’taki Goode Lisesi’nin önüne park etmiştik ki gerisi çorap söküğü gibi geldi. Goode Lisesi, Doğu Irmağı’na bakan kocaman, kahverengi tuğlalı bir binaydı. Önüne de bir sürü gıcır gıcır BMW ve Lincoln araba park etmişti. Lisenin girişindeki fiyakalı taş kemere bakarken, acaba buradan aülmam ne kadar sürecek, diye düşündüm. Annem “Rahatla biraz,” dediyse de onun da pek rahat olduğu söylenemezdi. “Altı üstü bir alıştırma gezisi bu, okulu tanıtacaklar. Hem unutma hayatım, burası Paul’ün okulu. O yüzden şey yapma… anla işte.” “Burayı yıkıp geçme diyorsun yani?” “Evet.” Paul Blofis, yani annemin erkek arkadaşı, lisenin girişinde duruyor, bu senenin dokuzuncu sınıf öğrencilerini onlar daha basamaklardan çıkarken karşılıyordu. Yarısına ak düşmüş saçları, kot pantolonu ve deri ceketiyle hocadan çok dizi oyuncusuna benziyordu; ama adam basbayağı Edebiyat hocasıydı işte. Goode Lisesi yöneticilerini, bugüne 1 BÖLÜM BİR NymphE dek girdiğim her okuldan atılmama rağmen, beni dokuzuncu sınıfa kabul etmeye ikna edebilmişti. Adamcağızı uyarayım dedim, pek akıllıca değil bu iş dedim, ama dinlemedi.


Anneme baktım. “Hakkımdaki gerçeği ona söylemedin, değil mi?” Annem direksiyon simidini tutan parmaklarını endişeyle oynatmaya başladı. O da bir iş mülakatı için giyinip kuşanmıştı; üstünde en güzel mavi elbisesi ve yüksek topuklu ayakkabıları vardı. “Bence bu iş için biraz bekleyelim…” diye itiraf etti. “…ki adamı kaçırmayalım,” diye ekledim. “Eminim alıştırma gezisi çok güzel geçecek Percy. Hepi topu bir gününü alacak.” “Aman ne güzel,” diye geveledim. “Daha sömestr başlamadan okuldan atılabilirim böylece.” “Oğlum, biraz olumlu bakmaya çalış. Bak yarın kampa gideceksin! Bu geziden sonra da randevun var…” “Anne! Ne randevusu!” diye itiraz ettim. “Annabeth’le buluşacağız sadece. Aman yahu!” “Sırf seninle buluşmak için ta kamptan buraya geliyor.” “Eee, ne olmuş?” “Sonra sinemaya gideceksiniz.” “Eee, evet?” “Yalnızca ikiniz.

” “Anne!” Tamam pes ettim dercesine ellerini kaldırdı ama gülmemek için kendini zor tutuyordu, biliyordum. “Haydi, okula git canım. Akşam görüşürüz.” Tam arabadan çıkacaktım ki okulun merdivenlerine baktım. Paul Blofis, kıvır kıvır kızıl saçları olan bir kıza merhaba diyordu. Kız vişne çürüğü renginde bir tişört, boya kalemle2 NymphE riyle süslenmiş, yırtık pırtık bir kot giymişti. Hafif dönünce yüzünü yarım yamalak da olsa gördüm ve tüylerim diken diken oldu. Annem “Percy?” diye seslendi. “Ne oldu?” “Hi-hi-hiç,” dedim kekeleyerek. “Okulun yandan girişi var mı?” “Sağdaki sokaktan. Hayırdır, ne oldu?” “Sonra görüşürüz.” Annem bir şey diyecek oldu fakat hemen arabadan çıkıp koşmaya başladım, o kızıl saçlı kız beni görmez diye umuyordum. Onun burada ne işi vardı? Hani tamam, talihsizdim ama böylesine de pes doğrusu. Evet, doğru. Kem talihim daha da kemleşecek, daha da kötüleşecekü.

Alışürma gezisine giriş de çok iyi gitmedi. Morlu beyazlı üniformalar kuşanmış iki ponpon kız, yan girişte duruyor, okula yeni gelenlere pusu kurmuş, bekliyorlardı. “Merhaba!” deyip gülümsediler; hemen o anladım ki bu kızlar ilk ve son kez bana bu kadar dost canlısı davranacaklardı. Kızlardan biri sarışındı, gözleri de buz mavişiydi. Diğeri siyahi bir kızdı, saçları Medusa’nın saçları gibi (bu benzetmeyi yapabilecek bilgiye sahibim, inanın), yılan şeklinde birbirine dolanmışü. İkisinin de adları el yazısıyla üniformalarının üstlerine işlenmişti ama işte bendeki disleksi denen illet sağ olsun, yazıyı okuyamıyordum, sanki orada yazı yerine karmakarışık bir spagetti duruyordu. “Goode Lisesi’ne hoş geldin,” dedi sarışın kız. “Öyle seveceksin ki burayı.” Aslında, beni tepeden tırnağa süzerken yüzünde Yuh, bu 3 NymphE ezik de kim böyle dercesine bir ifade vardı. Diğer kız huzursuzluk verecek kadar yakınıma geldi. Üniformasına işli yazıyı şöyle böyle seçebildim: Kelli. Gül kokuyordu kız, bir de kamptan hatırladığım bir başka koku vardı üstünde: yeni yıkanmış at kokusu. Ponpon kızlar böyle tuhaf kokar mıydı yahu? Belki atı yahut midillisi vardır, diye düşündüm. Her neyse, o kadar yakınıma gelince beni basamaklardan aşağı yuvarlamaya hazırlanıyor diye düşündüm. “Senin adın ne bakalım balık?” “Balık mı?” “Eee… Alık diyecektim, yeni gelenlere burada öyle denir.

” “Ha? Percy?” Kızlar birbirlerine baktılar. “Hah, Percy Jackson,” dedi sarışın kız. “Biz de seni bekliyorduk.” Bu lafı duyunca, içimden Eyvah dedim, iliklerime kadar ürperdim. Ponpon kızlar girişi kapatmışlardı; gülümsemeleri de pek dostane değildi. Elim içgüdüsel olarak cebime gitti; cebimde ölümcül kalemim, Dalgakıran duruyordu. Sonra binanın içerisinden bir başka ses geldi: “Percy?” Koridordan gelen ses Paul Blofis’e aitti. Şu adamın sesini duyduğuma hiç bu kadar sevinmemiştim. Ponpon kızlar gerilediler. Kızların yanından alelacele geçeyim derken Kelli’nin bacağına dizimi geçirdim. Çıtonk! Bacağından içi boş bir metal sesi geldi, bayrak direğine çarpmış gibi oldum. “Off,” dedi. “Gittiğin yere baksana, balıkl” Eğilip baktım. İyi ama kızın bacağı bildiğimiz bacağa benziyordu! Ne var ki kıza bir şey soramayacak kadar panik4 NymphE lemiştim. Koridora koşturdum, ponpon kızlar arkamdan gülüyorlardı.

Paul “Hah, buradasın!” dedi. “Goode’ye hoş geldin!” “Merhaba Paul… Ee, şey, Bay Blofis.” Arkama baktım, ponpon kızlar görünürde yoktu. “Percy, betin benzin atmış senin.” “Evet, ee…” Paul sırtımı sıvazladı. “Bak Percy, endişelisin, biliyorum, ama dert etme. Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu olan, disleksisi olan çok öğrenci var burada. Öğretmenlerimiz onlara nasıl yardımcı olmaları gerektiğini biliyor.” İçimden gülmek geldi. Keşke en büyük dertlerim DEHB ve disleksi olsaydı. Tamam, Paul yardımcı olmaya çalışıyordu ama hakkımdaki gerçeği bilse ya deli olduğumu sanacak ya da bağırarak kaçacaktı. Mesela şu ponpon kızlar… İçimde kötü bir his vardı ya, neyse… Sonra koridorun ucuna baktım ve başımda bir dert daha olduğunu hatırladım. Az önce merdivenlerin başında gördüğüm kızıl saçlı kız, ana girişten buraya geliyordu. Lütfen beni fark etmesin diye dua ettim. Beni fark etti.

Kızın gözleri faltaşı gibi açıldı. Paul’e “Tanıtım nerede olacak?” diye sordum. “Spor salonunda. Şu tarafta. Ama…” “Görüşürüz.” “Percy?” diye seslendi ama çoktan koşmaya başlamıştım. Tam kızı atlattım diyordum ki… Spor salonuna doğru bir grup çocuk gidiyordu, derken bir baktım ki itiş kakış tribünleri dolduran on dört yaş civarı üç yüz kişiden birisiyim. Salonda bir bando vardı. Seyircilere 5 NymphE akortsuz enstrümanlarıyla öyle tuhaf, gacır gucur bir şeyler çalıyordu ki bando, müzik demeye bin şahit ister; kafalarına metal bir beysbol sopasıyla vurulan, bir çuval dolusu yavru kedinin canhıraş çığlıklarına benziyordu daha çok. Muhtemelen öğrenci konseyi üyesi olan yaşı daha büyük çocuklar en önde ayakta duruyor, sanki Goode okul üniformasına modellik yaparmışçasına Bakın, ne de fiyakalıyız! diyorlardı. Öğretmenler ortalıkta kol geziyor, gülümsüyor, öğrencilerin ellerini sıkıyorlardı. Spor salonunun duvarına asılı kocaman mor-beyaz afişlerde GELECEĞİN ÖĞRENCİLERİ, GOODE İYİDİR, BİZ BİR AİLEYİZ sloganının yanı sıra aynı şekilde midemi bulandıran, başka mutlu sloganlar da yazılıydı. Yeni öğrencilerden hiçbiri orada olduğu için havalara uçuyormuş gibi değildi. Yani, okul daha Eylül’de açılacakken Haziran’da tanıtıma geliyorsun… Ama neymiş, Goode’de “Mükemmeliyete erken başlanır!”mış. En azından broşür böyle diyordu.

Bando müziği kesti. Çizgili takım elbiseli bir adam, eline mikrofonu alıp konuşmaya başladı. Yalnız sesi tüm spor salonunda yankılandığından, dediklerinin tek kelimesi bile anlaşılmıyordu. Hani mikrofonu gargara yaparken ağzına tutmuş bile olabilir, o derece yani. Biri omzumdan tuttu. “Senin burada ne işin var?” Bu oydu: kızıl saçlı kabusum. “Rachel Elizabeth Dare,” dedim. Kız hayretler içerisinde kaldı, sanki ne cesaretle adımı anarsın der gibiydi. “Sen de Percy bir şeysin. Geçen Aralık soyadını söylemişsen de aklımda kalmamış, ne de olsa beni öldürecektin.” “Ya bak, hayır… Öyle değil. Hem senin burada ne işin 6 NymphE var?” “Senin ne işin varsa o… Sanırım. Tanıtım.” “New York’ta mı yaşıyordun sen?” “Ne yani, Hoover Barajı’nda yaşadığımı mı sanıyordun?” Eh, aklıma gelmemişti. Ne zaman Rachel’ı düşünsem (düşündüğünüz gibi değil, hep onu düşünüyorum gibisinden değil; işte öyle, ara ara aklımdan geçivermişti işte, tamam mı?), hep Hoover Barajı civarında yaşadığını farz ederim, ne de olsa orada karşılaşmıştık.

Toplasan beraber on dakikadan fazla zaman geçirmemiştik ki söylemesi ayıp, bu süre zarfında kazayla kafasına doğru kılıcımı savurmuştum, o benim hayatımı kurtarmıştı ve peşime düşen doğaüstü ölüm makineleri çetesinden kaçmak için tabanları yağlamıştım. Bilirsiniz, her zamanki şeyler işte. Arkamdan bir çocuk kulağıma şöyle fısıldadı: “Kapa çeneni! Ponpon kızlar konuşuyor!” Sesi cıvıl cıvıl bir kız mikrofona geldi: “Merhaba çocuklar!” Bu girişte gördüğüm sarışındı. “Benim adım Tammi. İşte bu da Kelli falan yani…” Kelli bir parende attı. Yanımda duran Rachel birisi ansızın iğne batırmış gibi irkildi. Birkaç çocuk kafalarını çevirip baktı ve alay ederek güldüler. Rachel onlara aldırış etmeksizin dehşetle ponpon kızlara bakıyordu. Tammi, Rachel’ın patlamasını fark etmemiş gibiydi. Okulun ilk senesinde neler neler yapabileceğimizi ballandıra ballandıra anlatmaya başladı. Rachel bana “Kaç,” dedi. “Hemen.” “Nedenmiş?” Rachel açıklama yapmadı. Tribünlerin kenarından insanları ite kaka kendine yol açtı, ayaklarını ezdikçe surat asan öğretmenleri ve homurdanan öğrencileri takmıyordu. 7 NymphE Bense ne yapacağımı bilemedim.

Tammi ufak gruplar halinde okulu gezeceğimizi söylüyordu. Kelli ise gözlerini bana dikti, keyifle gülümsedi; sanki ne yapacağımı izliyordu. Şimdi gitsem kötü dururdu. Hem Paul Blofis diğer öğretmenlerin yanındaydı. Ne oldu şimdi diye merak ederdi. Sonra Rachel Elizabeth Dare’i ve geçen kış Hoover Barajı’nda sergilediği özel kabiliyetini hatırladım. Koruma görevlisi kılığındaki bir grup yaratığın, aslında insan olmadıklarını görebilmişti. Yüreğim ağzımda bir halde ayağa kalktım ve spor salonundan çıkan kızıl saçlı kızın peşinden gittim. Rachel’ı bando odasında buldum. Vurmalı çalgılar bölümündeki koca davulun arkasına saklanmıştı. “Gel buraya!” dedi. “Başını eğ!” Yan yana dizili bongoların arkasına saklanmak biraz salakça oldu ama yanına çömeldim. “Seni takip ettiler mi?” diye sordu. “Ponpon kızları mı diyorsun?” Endişeyle başını salladı. “Sanmam,” dedim.

“Onlar ne öyle? Ne gördün?” Yeşil gözleri korkuyla büyümüş, parıldıyordu. Çil çil yüzü gökteki burçlarla bezeliydi sanki. Kızıl kahverengi tişörtünde HARVARD SANAT BÖLÜMÜ yazıyordu. “Söylesem inanmazsın.” “Elbette inanırım,” dedim. Ona güven vermeliydim. “Sis’in arkasını görebildiğini biliyorum.” “Neyin arkası, neyin arkası?” “Sis. O… Yani, Sis, gerçekleri gizleyen bir tür örtü gibi bir şey. Bazı ölümlüler Sis’in arkasını görebiliyor. Mesela sen.” Yüzümü dikkatle inceledi. “Hoover Barajı’nda da aynı8 NymphE sını yaptın. Bana ölümlü dedin. Sen ölümlü değil misin sanki?” Boşa kürek çekiyordum, sinirden bir bongoyu yumruklayasım geldi.

Ne sanmışüm ki? Asla açıklayamazdım. Açıklamayı denememeliydim hatta. Rachel “Anlatsana,” dedi yalvarırcasına. “Çektiğim sıkıntıyı anlıyorsundur. O gördüğüm korkunç şeyler ne?” “Bak, söyleyeceğim ama tuhaf gelecek. Yunan mitolojisi hakkında bir şey biliyor musun?” “Yani… Minotor ve Hidra mı?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir