Roger Norman – Albion’un Rüyası

Uzun, upuzun bir yolculuktan, iki bin mil aştıktan sonra, direk çukuru kazmasını, tarh açmasını, ağaç dikmesini, tavuk kesmesini, taş duvar örmesini öğrenmek varmış nasibimde; ama buranın toprağı Wessex topraklarına benzemez. Ağaçları bodurdur, ırmakları kurumaya yüz tutar, tepeleri tüm engelleri kaplayan tıkız fundalıklarla örtülüdür. Ailem burada, evim barkım burada, gelgelelim Wessex’ten çok uzaklarda. Tepe dedin mi Hambledon’m otluk yamaçlarını düşünürüm; ağaç dedin mi Dorset’te göklere yükselen dizi dizi akgürgenlerle kara yazgılı karaağaçlar belirir gözümün önünde; ırmak dedin mi Dorset Irmağı’nı görür gibi olurum: Kâh alçaktan dupduru akan, kıyıları buz tutmuş, kâh boz bulanık sellerle yükselen ya da yeşil sazlar, yusufçuklarla yaz şenliğine dönen ırmağı. Yuva dedin mi, o ırmağın bir dönemeci gönlüme düşer. Orada annem beni yakalayıp kulağıma bir aşk efsunu üflemiş olmalı. Belki de ilk turnabalığımı tuttuğum yerdir orası. Blackmoor Vadisi yurdumuzdur ama kuzey bayırlarını aşınca, geniş sulak düzlüklerinin ötesinde, Quantocklarin eteğinde küçük Turnworth Köyü vardır. Babamın soyu sopu lf oradan gelmiş. Amcamın çiftliği de oradadır. Bu küçük çiftliğe de, gelişigüzel büyütülen çiftlik evine de, ta çocukluğumdan beri derin bir sevgi beslerdim. Dönüm dönüm toprakların krokilerini çıkarır, beslenecek hayvanları saptar, bir gün kendi elimle devşireceğim, patates, elma, yulaf gibi ürünlerin ne bollukta olacağını hesaplardım. Ne tür köpekler yetiştireceğim, en ince ayrıntılarına kadar kararlaştırılmıştı. Av tüfeğimi duvarın tam neresine asacağım bile belliydi. Eski çiftlik evinde kullanıldığını hiç görmediğim, beni büyüleyen bir geçmişin kokularını saklayan odalar vardı: Tanımadığım ataların, sonbahar akşamlarında önünde oturup, ekin diplerinde yiyecek aramak için alçalan yaban ördeklerini gözlediği küçük pencereler; deri kaplı kitap dolapları, raflarında elli yıldır kimsenin el sürmediği kitaplar; kıyıda bucakta demet demet mumlar, her yerde kimsenin temizlemeye zahmet etmediği karış karış toz; ötede beride kocaman lazımlıklar, çatlak leğenler ve alabildiğine boş alan.


Koskoca banyonun bir köşesinde banyo teknesi ufacık bir yer kaplar, karşı köşede, bir kerevetin üstünde taht gibi bir tuvalet dururdu. Yılın yarısında soğuktan donmamak için sıkı sıkı ovalanarak yıkanırdık burada. Bir de dar, uzun kiler vardı. Her zaman boş duran rendeli tahtadan bir masayla som mermerden raflar başlıca eşyasıydı. Dışarıda hemen kimsenin ayak basmadığı geniş bir çimenlikle, hemen kimsenin göz atmadığı çiçek tarhları uzanırdı. Sebze bahçesi her zaman ürünle dolup taşar, heybetli at kestanesi bir çocuk ordusunun kestane tokuşturma oyunu oynayabileceği kadar bol meyve verirdi. İkinci çimenlikte in-cin top oynardı. Geçmiş zaman ürünlerinin ve hayvanlarının keskin kokuları sinmişti buralara. Bütün bunların ortasında amcamın sessiz, gösterişsiz bir yaşantısı vardı. Sanki çiftliğin sahibi değildi de, buralarda gönlünün çektiği kadar yaşamasına izin verilmişti. Şatafata kaçmadan, değişikliklere özenmeden, alıştığı 12 eşya ile haşır neşir yaşayıp giderdi. Her sabah aynı kocaman fincanla çay içilecek, (otuz fincan raflarda boynu bükük beklerken) her zaman iki köpeği yanında olacaktı; Spot ile Nip adlarında iki Spanyel. Spot ölünce yerini başka bir Spot alır, Nip gider, yerine başka bir Nip gelirdi. Onunla yaşayan bir de evde kalmış yaşlı Bayan Em Sharp vardı. Buranın asıl bekçisi, baba tarafımdan aile anılarının koruyucusu oydu.

Onun gözetiminde çiftlik evi ne pırıl pırıl temizlenir, ne de daha fazla kirlenirdi. Hiçbir şey değişmesin diye ayak direrdi. En ufak bir değişiklik olmazdı. Çok kararlı bir kadındı Em Sharp, keski gibi sert, hayal gücünden yoksun bir kadın. Ama “oğlu” Jack Amcamın üstüne titrer, atmaca gibi her adımını izler, her niyetini şıp diye anlardı. Sonunda Jack Amca, evde bazı değişiklikler yapmak isteyince -artık ellisini aşmıştı- dünya evine girebileceğini, çevresi hızla çağa ayak uydururken çini tabakların fazla toz bağladığını fark edince, yaşlı kadına yol göründü. Bayan Em Sharp, çiftlikte bir ömür boyu biriktirdiği eşyanın en değerlileri yanma verilerek yakındaki yaşlılar evine gönderildi. Kendisini böyle başından attığı için Jack’ı kolay kolay bağışlayamazdı. Ama amcam evlenir ya da yaşam biçiminde köklü bir değişiklik yaparsa, Turnworth’teki sultasının sona ereceğini kalbinin ta derinliklerinde bilse gerekti. Belki de onu böyle titiz, böyle kılı kırk yaran bir kâhya kadın yapan bu korkusuydu. Jack Amca daha evlenip yeni evine taşınmadan, çay fincanından kömür kovasına kadar her şeyini değiştirmeden, Bayan Sharp ölüverdi. Amcamın yepyeni çevresine bu kadar çabuk, bu kadar rahatça uyum sağlaması, inanılır gibi değildi. Eski evin hava cereyanlarından, akan damından, köhneliğinden, hantallığından fütursuzca yakmıyordu. M5 otoyolu, arazisinin ortasından geçip parkın huzurunu sonsuza dek bozunca bile keyfi kaçmadı. Önceden uyarıldı13 ğmı, zararlarının yeterince karşılandığını, trafiği tıkayan şişe ağzı gibi dar geçitlerin artık tarihe karıştığını söyleyip çıktı işin içinden.

Amcamın evliliğinden çok, eski evin satılması ve otoyol yüzünden, Turnvvorth Parkı’nm bana miras kalması ile ilgili hayallerim sona erdi. Çocukken babam beni Jack’a götürürdü. Bazen ailece onu ziyarete giderdik. Ama daha çok babamla ben, tüfeklerimiz, çapraz fişeklerimiz, yedek çorap ve kazaklarımızla yola düşerdik. Bir matara konyak, babamdan esen dostça bir hava, aramızda bir kaynaşma… Sherhorn sırtlarından yukarı, Sedgemoore yokuşlarından aşağı arabasını hızla, güvenle sürer, virajları güzel alırdı. Sadece bir saatlik yoldu ama evden de, günlük hayhuydan da uzaklaşmış olurduk. Köpük köpük kabaran ırmağın kıyısı boyunca gençliğinin yeşil çayırlarına yaklaşırken babam, aile başkanı rolünü üstünden atar, daha genç, daha kaygısız görünürdü. Bir gün boyunca, babadan çok ağabey gibi davranırdı bana. Bütün bu ziyaretler sırasında babam, amcam ve benim ağzımızdan ters bir laf kaçırdığımızı anımsamıyorum. Biraz daha büyüyüp amcama tek başıma gidince daha da iyi vakit geçirdim. Çiftlikte iş görürken peşine takılır ya da boş odalarda keşif gezilerine çıkardım. Bir gün -on iki yaşındaydım- bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu; Jack arabayı alıp bir iş için Bridgevvater’a gitmişti. Kendi başıma kalınca köpeklere baktım; civciv sürüleriyle oyalandım; Em Sharp öğle yemeğini hazırlarken başında dikildim. Sonra yukarı çıkıp boş odaların en uzak, en büyük olanına gittim. Oradaki büyük kitap dolaplarından biri merakımı uyandırmıştı.

İçinde bilmediğim bir sürü kitap vardı. Victoria Çağı 14 romanları, seyahat kitapları, yanı başlarında daha yeni kurgusal yazın, Darnford Yates, Mary Webb, Henry Williamson… Bazı kitapları raflarından çekip şöyle bir göz attım. Bir tanesini yerine koyarken rafın dibinde bir şey gözüme ilişti. Elimi uzatıp aldım. Bu iri, kırmızı bir zardı. Ama bildiğim zarlara hiç benzemiyordu. İyice bakmak için pencere önüne götürdüm. Zarın her yüzünde ayrı bir simge vardı; bir haç, bir kule, bir kılıç, bölünmüş bir daire, taştan bir sütuna benzeyen bir şey ve bir kuru kafa. Zarın elle yapılmış olduğu belliydi, üstündeki incecik bıçak izlerini bile seçebiliyordum. Ayrıca yüzlerinin hiçbiri düzgün değildi. Oturup simgeler üstünde kafa yorarken bu zarın bir oyunun parçası olabileceği zihnimde çakıverdi. Tekrar kitap dolabına gidip sıkı bir araştırmaya başladım. Kitapları birer birer kaldırıp baktım. En alt rafın altındaki boşluğu ellerimle taradım. Orada en az on yıllık çerçöp birikmişti.

Fakat şu gizemli zarla ilgili bir ipucu bulamadım. Sonunda koca kitap dolabını yerinden oynatmaya çalıştım. Çok ağırdı. Arkasına bakabilecek kadar duvardan ayırabilmek için epeyce zorlandım. Orada karış karış örümcek ağları, toz toprak vardı. Koskoca bir fare yuva yapmış olabilirdi. Adam sen de, deyip ellerimi daldırdım. Bir şey vardı, yassı bir kutu. Eskilikten dökülüyordu, fena halde kir bağlamıştı. Kutuyu açınca bir oyun tahtası, taşlar, iskambil kâğıtları ve bir takım heykelcikler buldum. Kapağın üstündeki pislik temizlenince şu ad ortaya çıktı: “Albion’un Rüyası”. Tam o sırada Em Sharp’m cırlak sesi merdivenlerden yükseldi: “Edward, Edward! Orda ne haltlar karıştırıyorsun, ba15 k.ıyım?” Dolabın yerinden oynatıldığını işitmiş olmalıydı. “( 1 gacır gucur sesler neydi? Bir muzurluk yapmasa …” Ne yaptığımı kavraması birkaç saniye sürmüştü. Hemen üstüme atıldı.

Amma da çevikmiş kocakarı! Bulduğum şey beni böylesine heyecanlandırmasa, ona sahip olmak için böylesine yanıp tutuşmasam elimden kapabilirdi. Bu öykü de hiçbir zaman yazılmazdı. Ama ben ondan daha atik davrandım. Ayağı sendeleyince kutuyu kaptığım gibi, etrafında bir daire çizip kapıya koştum. Orada duraklayıp tepkisini ölçtüm. Yaşlı yüzü öfkeden al al olmuştu. “Çabuk onu bana ver, Edward!” Usulca geri çekildim. “O kutu benim, sen el süremezsin. O benim malım.” dedi. Hışımla üstüme yürüyüp kutuyu elimden almaya davrandı. Duraksadım. Gerçekten onunsa el koymaya ne hakkım vardı. Ama daha güçlü bir haklılık duygusu kabardı içimde. Bu kutuyu kendi çabalarımla bulmuştum.

Hiç değilse şimdilik benimdi. Merdivenlere doğru seğirttim. Basamakları ikişer ikişer atlayarak iniyordum. Em Sharp arkamdan avaz avaz bağırıyordu. Şiddetli yağmur altında soluk soluğa koştum. Bir dakika sonra, büyük ambarda, saman balyalarının arasmdaydım. Saklandığım yerde bir süre bekledim. Kâhya kadın beni kovalamaktan vazgeçmişe benziyordu. Oyun tahtasını kutudan çıkarıp önüme serdim. Üstünde kara mürekkeple çizilmiş, ortak merkezli beş daire vardı. Halkaların her biri değişik bir renge boyanmıştı, anlaşılan her biri değişik bir mekânı gösteriyordu. Birinci daire kül rengi, İkincisi kırmızı, sonra yeşil, mavi ve tam merkezde kara. Belli noktalarda kale ya da kuleler vardı. Her biri ayrı bir simge taşıyordu. Kırmızı zardaki simgelerin tıpkısı.

Oyun tahtası öyle özene bezene yapılmıştı ki, elle çizildiğinin hemen ayırdına varamadım. Çeşitli boya kalemleri ve mürek16 keplerle renklendirilmişti. Kutunun kapağına tekrar bakınca üstündeki adın da el yazması olduğunu gördüm, kara mürekkeple yazılmış güzel bir yazı. Çevresine yedi tane gül resmi yapılmıştı: Bir kılıcın kabzasını süsleyen pirinç rozetler gibi. Kutuda oyun tahtasından başka, fiş yerine geçen kehribar boncuklar, değişik kişileri gösteren heykelcikler ve iki takım iskambil kâğıdı vardı. Bir de iri beyaz zar. Bu bildiğimiz zarlar gibi birden altıya kadar sayıları gösteriyordu. Bütün takım titiz bir işçilik, içten bir sevgiyle yapılmıştı. Babamın Çin Dominosunu anımsattı bana. Özellikle oyun kartları birer hüner eseriydi. Her biri özenle çizilmiş ve boyanmıştı. Arkalarında o yedi güllü örnek vardı. İki desteden daha kaim olanını aldım, en üstteki kartı açtım: Tyson’du. Hiç şüphe yoktu; karttaki resimde gözüme çarpan Tyson’un çizgileri, Tyson’un yüzüydü. Turnvvorth’teki saman balyaları arasında karşıma çıkıvermesi beni şaşkına çevirmişti.

Tyson okulumun müdürüydü; aşırı düzen meraklısı, hırslı, zorbanın teki. Daha sonraki günler, haftalar boyunca onun yüzünü bu kartın üstünde tamı tamına göremedim ama gözler tıpatıp onun gözleriydi, kaim camlı gözlüklerinin ardından bakan keskin bakışlı gözleri. Kartın alt tarafında “Dost Cellat” diye yazılıydı. “Dost mu?” dedim. Tyson dost değildir ki. Fakat büsbütün hakkını yemek de doğru olmazdı. Canı isteyince dostça davranabilirdi pekâlâ. Cana yakın bir adam havasına bürünebilirdi. Cellat rolüne yakışır mıydı? Bunu hiç düşünmedim. Öbür kartlara bakmaya başladım. Bu sırada çiftlik evi yoluna sapan Jack’ın motor gürültüsünü işittim. Araba kestane ağacının çevresinde döndü, saklandığım yerden başımı 17 uzatıp baktım, yağmur durmuştu. Em Sharp bana doğru koşuyordu. Oyun takımım kutusuna koyup balyaların arasına gizlerken Bayan Sharp samanların arasında başımı gördü. Kapıdan bağırdı: “Edward, çabuk ol!” Ona kuşkuyla baktım.

“Merak etme, onu almaya gelmedim. İyice sakla. Jack’a bir şey söyleme sakın!” Bunu öyle üstüne basa basa söylemişti ki, sözünü dinlememek aklımdan bile geçmedi. Öğle yemeğinden sonra Jack beni sığırları beslemek için parka götürdü. İşimizi görürken içime kurt düştü. Acaba oyunum yerinde duruyor muydu?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir