Sema Kaygusuz – Yere Dusen Dualar

Hakkımda çıkan söylentiler olmasa ne yapardım bilmiyorum. Saçımdan tırnağıma bütün görünüşüm, ada halkının dizginsiz hayal gücünün eseridir. Alabildiğine kısalan sözümü, dediğimi yalanlayan abartılı beden dilimi, hepsinden öte, muğlak bir zaman diliminden şimdiki zamanın perdesine düşen karaltımı tümüyle onlara borçluyum. Beni burada sözcük sözcük, santim santim yarattılar. Söylentinin doygunluğa ulaşıp herkesi etkisi altına alması bundan dört yıl öncesine rastlar. Durgun, güneşli bir eylül günüydü. Durgunluğu özellikle vurguluyorum. Burası yıl boyunca topu topu yirmi gün rüzgârsızdır. Genellikle sesler uzaklarda tuz olur. Henüz işitilmeden kristalleşirler. Birbirimizi duyabilmek için rüzgârı arkamıza alırız. O eylül, sözcükler yörüngemize düşüyor, kaçamaklı cümleler kurulamıyordu. Öte yandan kulak tırmalayan inanılmaz bir gürültü sarmıştı ortalığı. Yazın sona ermesiyle birlikte, iskeleyi karnaval yerine çeviren turistler, bagajlarında kasa kasa şaraplar, hezaren sepetler, zeytinyağı şişeleriyle akınlar halinde feribota doluşup adayı terk ediyorlardı. Biz ada yerlileri yine bir başımıza kalıyorduk.


Bağbozumu yeni bitmiş, tarım işçileri konakladıkları barakalarda yataklarını toplamaya başlamışlar, onlardan geriye sokakları saran üzüm burukluğu kalmıştı. Onca hareketliliğe karşın, benim için her zamanki gibi sıradan bir gündü. Sabah sekiz otuzda kütüphaneyi açmış, küçük tüpte çayımı demlemiş, formika masamda öğlene değin bulmaca çözmüştüm. Kitapları tasnif etmeyi bırakalı çok olmuştu. Kütüphanem bir tür kitap gömütlüğüdür. Okuru olamayan ölgün bir yer. Kışın ders çalışmaya gelen okul çocuklarından başka gelen giden yoktur. Cumhuriyet’in ilk yıllarında inşa edilmiş basit bir dikdörtgenden ibaret, odunsulaşmış sarmaşıklarla sarılı, yüzyıllık bir kabre benzer. Ön cephesindeki iki küçük pencereden çiğ yeşil tayflar sokulur içeri. Binaya dışarıdan bakınca, sert kabuklu bir kasvet, içeri girmeden kolaylıkla duyumsanabilir. Ne ki, adadaki bütün duvarlar ince, geçirgendir de. Saklanmak olanaksızdır. Hele rüzgârsız zamanlarda, sesler seslere, algılar algılara karışır. Söylenti yayılıncaya değin, ön yüzünde “Masamın çekmecelerinde gizlilik derecesi HİZMETE ÖZEL’den yüksek evrak bulunmadığını taahhüt ederim” yazılı bir kart yapıştırılmış formika masam, sekiz yıllık memuriyetimin olduğu kadar sessizce tuttuğum yasların da yeryüzünde tek tanığıydı. O zamanlar, iki süreci çok iyi tanıyordum.

Biri kemiklerin esnekliğini yitirmesi, öbürü sararan kâğıdın kendiliğinden yırtıklar yaratması… Yoksul ve ışıksız halk kütüphanesinde, kâğıt küfü içinde unutulmuş, yavaş yavaş çürümekteydim. Öğlene doğru artan rutubetle birlikte, çıplak gözle zorbela seçilen saydam toz böcekleri her yanımı sarmaya başlar, kaşıntıdan deliye dönerdim. Kitap sayfalarında üreyen bu büyük kavim, kütüphaneyi tümüyle işgal etmesi yetmezmiş gibi beni de yiyip tüketmek için bölükler halinde saldırıya geçerdi. O gün, artık kaşıntıya dayanamayıp her zamankinin tersine öğle yemeği için dışarı çıktım. İnsanlar gün ortasında beni görmeye alışık değillerdir. Çarşının içinden çay bahçesine doğru yürürken, dükkânların önünde pinekleyen esnaf, balkonlarda gün öldüren yaşlılar, bahçelere toplaşmış kadınlar beni soru yağmuruna tutacakları yerde bel bel suratıma bakarak kendi aralarında bir şeyler konuştular. Nedense kimse babamın sağlığını sormadı. Çay bahçesine girmeden önce fırından haşhaşlı çörek aldım. Fırıncı avcumdaki bozuk paraları yüzüme bakmadan alıp grileşmiş önlüğünün cebine attı. Bakkala girip iki dilim eritilmiş peynir istedim. Tezgâhın arkasında bir örümcek gibi bekleyen Muzaffer Kardeş olabildiğince yavaştan alarak, soğutucudan sarı yaldızlı eritilmiş peynir çıkardı. Bütün bu ayrıntılar, birbirinden bıkmış insanların sıradan davranışları olarak görünse de oldukça sıradışı, neredeyse korkutucu bir sessizliği işaret ediyordu. Sözleşmeli bir suskunluktu karşıma çıkan. Annemden bir haber almış mıyım, babamı doktora götürmüş müyüm, bizim bağın üzümünü hangi fabrikaya satmışım, kimse ilgilenmiyordu. Anlaşılan o ki, benimle ilgili bir söylenti yayılmıştı; henüz kulağıma gelmeden adanın merkezini ele geçiren tatsız bir hikâye.

Komşular, alışıldığı gibi karşıma çıkıp olayın aslını sorguladıktan sonra bol azar ve öğütle makul bir süre beni yaşantıdan tecrit etmek yerine, bana karşı tedbirli, uzak davranıyorlardı. Bu susmayı tanıyordum. Bir bakıma sessizlik katliamıdır bu. Düşmanlığı, nefreti, dövüşü tatmadan gün geçtikçe kayalıklaşan bir yalnızlığın ortasına üfürülüverirsiniz. Hakkımda çıkan söylenti her neyse herkesi fazlasıyla tedirgin etmiş olacak ki, yıllardır kimseciklerin fark etmediği gövdem adanın meydanındaki koca memeli tanrıça heykeli denli görünür hale gelmişti. O heykeli yapıldığından beri korkunç bulmuşumdur. Gözbebekleri olmayan, boş bakışlı bronz kadın, bütün varlığımı yutmak üzere kollarını bana doğru uzatmış, koynuna sokulmamı bekler. Sanıyorum herkeste aynı etkiyi uyandırmış olmalı ki heykelin karşısındaki banklarda oturanların sayısı bugüne kadar üçü beşi geçmedi. Çevremde genişleyen kuşkulu sessizliğin ardından ben de heykel gibi birdenbire bronzlaşmıştım. Bronzdan aşkın bir bronzluktu benimki. Tenimdeki eriyik alaşımın istemsizce sertleştiğini duyumsayabiliyordum. Herkes beni seyrediyor, seyrederken biçimliyor; bense o biçime mahkûm, kımıldayamıyordum. Birkaç gün böyle seyredilmeye sabırla dayandıktan sonra Latife Keşal’e gittim. Kimselerin adım atmadığı evine doğru yürürken, bundan böyle o olmadan yönümü bulamayacağımı bilmiyordum. Latife Keşal adada Çingeneliğiyle övünen tek Çingene’ydi.

Badem rengi bir kadın. Dudağına kıstırdığı sigarayı düşürmeden bariton sesiyle uzun cümleler kurarken, dumandan kısılan gözlerinde korkutucu bir ışık çakardı. Onu günde yalnızca bir kez, akşam ezanının bitiminde bakkala doğru giderken görürdüm. Elinde gazete kâğıdına sarılı bir küçük rakı, karşılaştığı insanlarla ayaküstü sohbet ederek gündelik haberleri toplayıp evine dönerdi. Geniş kalçalarını savuruşundaki ölçüsüzlükte tuhaf bir meydan okuma vardı. Dulluğunu gözümüze sokarak kadınlığını büsbütün unutturmuştu. Yürüdükçe eteğinden ölü erkekler sallanırdı. Ben de bu yüzden ona gittim. Hiçbir şeyi unutmadığı ve umursamadığı için. Doğal olarak adadaki bütün sırlar Latife’de toplanır, sıradanlaşıp hiçliğe karışırdı. Çevremde olup bitenleri ancak o anlatabilirdi, pervasızlığıyla herkesi yenmiş biri… Kapıyı açtığında yüzüme fena bir koku çarptı. Anason, kedi sidiği ve kokuşmuş başka şeyler. Soluğumu tutup beni buyur etmesini bekledim. Tek katlı evinin arka bahçesinde, kedilerin paraladığı minderlerden birine oturtup bir kadeh rakı ikram etti. Her taraf kedi doluydu.

Birbirine benzemez yaratıklardan yırtıcı bir sülale. Masaya sıçrıyorlar, meze tabaklarına pati atıp oradan oraya tırmanıyorlardı. Elimi nereye atsam avuç avuç kedi kılı. Boğazımı saran acayip bir kaşıntı… Geldiğime geleceğime bin pişman, Latife’nin havadan sudan sorularını yanıtlamaya çalıştım. “İşler nasıl?” “Eh… her zamanki gibi sakin.” “Annenden haber var mı?” “Yok.” “Ölmüş olmasın bu kadın?” “Ölseydi duyardık.” “Baban bekliyor mu hâlâ.” “Bekliyor.” “İçiyor mu yine?” “İçiyor.” Latife Keşal sigarasını tüttürerek zalim bir gülümsemeyle yüzüme bakıyordu. Kadehini kaldırıp kaşıyla rakımı içmemi buyurdu. Bir yudum aldım, yutamadım. Zehir gibi, iğrenç bir şey. Kadeh yapış yapıştı.

Her şey pis, lekeli, her şeyde katmanlı bir yağlılık. İçmezsem tek kelime konuşmayacaktı benle. İster istemez kızarıp bozarıyordum. Genzimi yakan asitli koku içimi bulandırıyordu. Bir yudum daha… Bahçenin ışığını yakınca kocaman sinekler üşüştü başımıza. Söğüş domatesler bir süre sonra sinekten görünmez oldu. Yerlerde izmaritler, yemek artıklarının kokuştuğu mama kapları, çevreye atılmış döküntüler, evi olduğu gibi ateşe verme arzusu uyandırıyordu. Latife Keşal’i adaya karşı pervasız kılan bütün bu pislik, benim pisliğim olmadığı sürece onunla konuşamayacaktım. En iyisi sarhoş olmaktı. Üçüncü kadehin sonunda Latife alıştı bana. Eve yeni düşen yavru bir kediye alışır gibi. Yine de içimi kemiren soruları soramadım. Sonunda beni azat etmeye karar verdiğinde, kahve içer miyim, diye sordu. O kadar dayandım, biraz daha dayanırdım. İçerim, dedim, şekerli olsun.

Bir armağan sunarcasına, sana fal bakayım, dedi. Olur, dedim. Sonra Latife’nin bütün pisliği, birdenbire benim oldu. Kirlenmek, diye geçirdim içimden, zamanı başka bir akışta durdurmak olmalı. İllaki bir kadehle başlamalıydı söze. Ardından uzunlamasına büyüyen rakı… Rakıyı yudumlamazsa fincandakileri göremiyordu. Uzun uzun düşündükten sonra, kalabalıklardan söz etti. “Kafa kafaya vermiş bir dolu yaratık homurdanarak hakkında bir şeyler konuşuyor. Yarı hayvan, yarı insan ucubeler sürüsü… Boynuzlu adamlar, kuyruklu kadınlar var. Cehennemde buluşmuşlar. Hepsinin nefesinden kara bulutlar oluşuyor. Uğursuz bir kehanet biçiyorlar sana. Düşünceleri ortalığa saçılmış; zehirli sözlerle çepeçevre kuşatılmışsın. Her bir söz omzuna çökmüş. Bir adam var kollarında.

Sana göre yaşlı biri. Ellisini çoktan aşmış. Koca göbekli, gür saçlı, et suratlı bir şey. Bir ayağı çukurda, sana dayanıyor. İkiniz burun burunasınız. Adamın dili uzamış uzamış boynuna dolanmış. Kurtulamıyorsun. İkiniz de can çekişiyorsunuz. O mu ölüyor, sen mi belli değil. İkiniz de birbirinizin boğazına sarılmışsınız. Onu öldürmeye kıyamıyorsun, ama mecbursun da sanki. Elinde bıçak, saplamak üzeresin.” Latife Keşal fincanı elinden bırakmaya kalmadan öfkeyle ayağa fırladım. Nasıl bir fırlamaysa tepemizde sallanan ampule başımı çarpmıştım.Yanımda yöremde uyuklayan kediler dört bir yana kaçıştı.

Bahçenin her köşesi ışıkla çalkalanıyordu. Latife Keşal’in merak dolu gözleri, bir var bir yok. Yumruklarımı sıkarak “Hiç olur mu öyle şey” diye haykırdım, “insan babasına kıyar mı!” dokunuşlar Latife Keşal’in evinden çıktığımda sanki diplerde bir yerdeydim de geceye tırmandım. Kötü kokular bıçakla kesilivermişti. Karanlık bütün uğultusuyla üstüme örtüldü. O parıltılı siyahlığın içinde neler neler geçti aklımdan; marinaya koşacak, bir bir meyhanelere bakınacak, babamı bulur bulmaz herkesin içinde, ah babacım, diye bağıracaktım, canım babacım, hayattaki tek akrabam… ben seni öldürür müyüm hiç! Sorgucuların önünde ne katıksız bir inkâr olurdu böylesi. Ben bile söylentinin büyüsüne kapılmış, içimden geçenleri zorlukla işitiyordum. Öyle ki, bir süre sonra, daracık sokaklardan marinaya doğru ilerlerken, gözümün önünde bazı sahneler belirdi. Sahiden de öldürüyordum babamı. Kaynar sularla haşlıyor, bıçakla göğsünü yarıyor, bütün bunları yaparken adımlarım yavaşlıyordu. Kapı önlerinde çekirdek çıtlayan kadınlar, benim gördüğüm sahnelerin aynısını görüyorlarmış gibi dehşetle sustular. Sokak lambasının altında ellerime baktım. Küçüktüler, temizdiler, benim değildiler. İki düşünceye bölünmüştüler. Biri zavallı bir çırpınışla babasına olan sevgisini savunuyor, öbürü tekinsizce babasının üstüne eğiliyordu.

Hakkımda bir söylenti çıkmasından çok, bu ürpertici hikâyenin taşıdığı olasılık yüzünden allak bullak olmuştum. Kalleşçe işlenecek bir cinayete yakıştırılmıştım demek. İşin kötüsü kalleşliğime hemen alışmıştım. Dedikodunun, adadaki sıkıcı zamanı unutturan cazibesine benim de kapıldığım olmuştur elbette. Hemen hemen her üç ayda bir, tanrılara kurban veren ilkel kabilelerin içlerinden birini seçtiği gibi genellikle kadın veya gençlerden biri hakkında çıkan çoğun uydurma, az çok abartılı söylentiler olmasa içimizi kemiren tarifsiz boğuntuyu başka türlü aşamazdık. Anlaşılan tam üç aylık çevrimin sonu şimdi bana rastlamıştı. Yine de söylenti dediğin hiç olmazsa biraz eğlenceli olmalı. Benim hikâyemse henüz adanın tarihinde gerçekleşmemiş ürpertici bir trajediyi haber veriyordu. Herkesten çok yalnızmışım meğer. Göz göre göre yalnızlıktan kabuk tutanlardan da çok. Biri sizin hakkınızda bir şeyler geveliyorsa az çok kendisinden bildiği her neyse onu dile getiriyordur. Kendinde olmayan bir şeyi başkasında göremezsin. Bunun altında düşmanca da olsa bir kardeşlik bağı vardır. Adadaki herkes ister istemez benimle suç ortaklığına girmişse de, suçu bir tek benim üstüme atıyorlardı. Direnmenin anlamı yoktu.

Ya yeni bir dedikodu çıkıncaya dek sabredecek, kendimi unutulmaya bırakacaktım ya da babamın ölüsünü önlerine atacaktım. O gece babamı Eşber’in Meyhanesi’nde buldum. Karaciğerinin bitikliği yüzünden okunuyordu. Çenesi aşağı sarkmış, hem içmekten hem konuşmaktan yorgun düşmüştü. Önceleri, askerlikte geçen yılları saymazsak bütün bir hayatı beraber tükettiği arkadaşlarıyla konuşacak ne buluyordu anlayamıyordum. Birbirine bitişik evlerde yaşayan, aynı yazlık bahçede sünnet olup aynı düğün salonunda evlenen, aynı sokakta esnaflık yapan birkaç yaşlı adam, bir masa etrafında fısır fısır ve üzgün, kendi kendilerine neden demlenirlerdi? Ama sonra, bu buluşmaların başlangıç tarihinin gündelik değil yaşamsal acıların baş gösterdiği zamanlara denk düştüğünü fark edince, konuşulan meseleleri az çok tahmin etmeye başladım. Eşber’in Meyhanesi’ndeki çarşamba yemekleri, İlias Ritsos’un borsada para batırıp bağlarını ucuza elden çıkardığı, Rıza Filiz’in üvey kızına âşık olduğu ve âşık olmaktan çok utandığı, annemin evi terk ettiği zamanlarda başlamıştı. Bu üç adamın ilenmeleri, yazıklanmaları, birbirlerine acımaları çarşamba seansıyla tazeleniyor, haftanın öbür günleriyse elmas gibi işlenen acıların pırıltısıyla tuhaf bir görkem kazanıyordu. Anlatılası büyüklükteki bir acının bir insanın yüzünü nasıl çizgi çizgi boyutlandırdığını az çok tahmin edebilirsiniz. Bir acıyı beslemenin altında anlatılması güç bir haz yatar. Haklılık payı az çok açığa çıkmış, çekilmez huylar bağışlanabilir kusurlara dönüşmüştür. İlias Ritsos, Rıza Filiz ve babam Kutsi Karaca, onca huysuzluklarına, güvenilmezliklerine hatta çekilmezliklerine karşın, adada edindikleri dokunulmazlığı, utanmazca bir aşka, şanssızlığa ve terk eden bir kadına borçluydular. Meyhaneye girdim, buz gibi bir sessizlik oldu. Çinkodan bir damın altında, birbirine bitişik masalarda bölük bölük yorgun adamlar, didiklenmiş karideslerin, etinden ayrılmış kılçıkların, suyunu salmış salataların çevresinde, yağlı izler bıraktıkları kadehlerine abanmışlar arabesk müzik dinliyorlardı. Duvardaki çivilere denizden çıkma ölüler asılmıştı.

Kupkuru denizyıldızları, süngerler, devasa bir kılıçbalığı… Tek tek herkesin gözüne baktım. Biliyorlardı. Babamı öldüreceğimden emindiler. Köşedeki masada oturan Yorgo bile kuşkuyla süzmüştü beni. Babam içeri girdiğimi görünce sıkıntıyla başını önüne eğip kadehine şarap doldurdu. Son bir tane daha, ondan sonra gideriz, demekti bu. Demek habersizdi her şeyden. Her zamanki sefil yalvarışından hiçbir şey eksilmemişti. Çok şaşırmıştım. Babamın henüz hiçbir şey duymamış olması mucizeydi sahiden. Az kalsın onu adaya karşı sağırlaştıran görünmez bir zırhın varlığına kendimi inandıracaktım. “Az kalsın” diyorum, çünkü bu adadaki sanmalar, anakarada yaşanan sanmalardan çok daha kesif, koygundur. Hemen içine işleyip dokularına değin ulaşırlar insanın. Her sanmanın mayasında büyülenme ve yanılsama olsa da, varoluş nedenini bir rastlantıdan alır. Ama buradaki, bu adadaki rastlantılar, denize gömülü yaşamaktan mı, her fırtınada, gelgitte, her depremde ve sağanakta doğanın başa çıkılmazlığıyla burun buruna gelmekten mi ne, çok daha etkileyicidir.

Kendiliğinden oluveren bir şey gündelik yaşamları aksatmayagörsün, ürpertiyle karşılanan bir şaşırtmacaya dönüşüverir. Elbette, hayatımızı derinden etkileyen trajik olaylardan öte ansızın beliren küçük şeyler de vardır. Ve bu küçük şeylerin ardından gelişen büyük inanışlar… Örneğin, bir zamanlar sağ kasığımın külot hizasında çok tatlı bir ben vardı. Sahiden tatlı bir şey. Tenimin beyazlığında kızıl kahve dağınık bir noktaydı. Olağanüstü bir kadın olma ümidi verirdi bana. Adadaki bütün kadınlardan daha kadın olacağıma dair bir işaretti. Bir gün, sanırım on bir yaşımda, Yorgo’yla kekik toplarken, ona benimi göstermiştim. Dokunup dokunamayacağını sormuştu, ben de dokun, demiştim. Tedirgin işaretparmağını, benimi zedelememek istercesine hafifçe değdirmişti kasığıma. Küçücük bir ısı… İnsanı gövdesiyle barıştıran tuhaf bir duygu çakmıştı içimde. Yorgo’nun dokunmasından çok dokunma biçimini, bir yandan parmağını uzatırken bir yandan gözlerini kırpmamaya çabalamasını sevmiştim. Derken hiç ummadığım bir şey oldu. Ertesi gün tuvalete girdiğimde fark ettim. Benim hiç iz bırakmadan tümüyle yok olmuştu.

Birkaç gün sonra onu sol avucumda buldum. Aşk çizgisinin hemen altındaydı; aynı bir kir, bir çikolata bulaşığı… İçin için kızmıştım Yorgo’ya. Sanki en değerli mücevherimi çalmış, pişman olmuş, geri getirip yanlış bir yere koymuştu. Herkesin görebileceği, açıkta bir yere…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir