Sema Kaygusuz – Esir Sozler Kuyusu

Yazmak durduruyor. Yazarken kaç yaşındaysam, o tarihte kalıyorum. Bir fotoğraf karesindeki yüzlerin hiç değişmediği gibi. Zamanın bir yerinde, göz kırpışması denli kısa bir anda veya ta çocukluğa varan uzun bir anımsayışta aydınlanan bir oluş, içine sokulduğu zamanı tam anlamıyla donduruyor. Dışarıda akıp giden süreğenlikten alıkonulmuş, kendi dakikalarını kuran hayali bir zemberek geriliyor içimde. O halde durmam gerekiyor. Nasıl ki –şu anda– bu satırları okurken, yazarkenki halim gözünüzde beliriyorsa; şu noktalı virgülden sonrası, nasıl ki sizin için dizili bir yazı, benim için derin bir boşluksa, ben hâlâ o boşluğun önünde yazarkenki halimle durmaktayım. Hiç büyümeden… Zaman zaman, yazma eylemi ile kibirliliği birbirinden ayıramıyorum. Bana kalırsa, yazdıkça kendi cehennemime çekilen bir zavallıyım da. En alçakgönüllü olduğum zamanlarda bile çapraşık bir küstahlığa bürünüyorum yazarken ve benliğimi kışkırtan küstahlıktan biraz olsun kurtulmak için, önümde açılan beyaz boşluğa, akıl, gözlem ve mantık dolu satırlar döşüyor, döşüyorum, sonra bir bakıyorum ki hepsi safsata! Tümünü siliyorum. Bir çırpıda, hiç düşünmeden… Bu kez biraz aşınmış oluyor boşluğum, biraz izli. İçimdeki sesin –yabansı, kekeme, uğultulu, akışkan veya düzensiz, her neyse– aynısını o beyazlığa dağlama şehveti doğuyor sonra. Aslında, ne gördüğümü değil ne olduğumu yazmak istiyorum, ben; neyi yazıyorsam onun ta kendisi olmayı ya da. Bir kabuksa kabuk, bir tüyse tüy, bir kişiyse o kişi olmanın tuhaf şizofrenisine kapılmayı… Edebiyatım nedir? Sayfalarca biriktirdiğim öznelliğim mi? Kanaat simsarlarınca günden güne ele geçirilen ‘zamanın ruhuna’ karşın, bağımsızca yazarak kendi ruhuma baktırmak mı yoksa? Zamanın vahşi topuzuyla ezilmemeye direnerek, okur için olmasa da, okura yazmak mı? Peki bu soruları sormaktansa; zorlu emekler vererek yazdığım incecik kitapları kütüphanemden çekeceğim zaman, orada bir eksiklik oluşup oluşmayacağını neden kendime soramıyorum? Büyük olasılıkla, bu soruyu sormaktan beni alıkoyan bir şeye sahibim de ondan. Yumurta büyüklüğünde olduğuna inandığım bir tutku taşıyorum göğsümde.


Pelür bir zarla koruyabiliyorum onu. Şükürler olsun, koçbaşlarla saldıran soruların yıkıcı etkisine, onca narinliğine karşın dayanabiliyor. Yine de, tutkumu haznesinde dengeli bir biçimde taşıyabilmek için sürekli dik ve temkinli yürüyorum. Kaygımsa en az onun kadar büyük. Neyse ki yazdığım her şeyi er ya da geç kem gözle okumayı başarmışımdır. İlk kitabım Ortadan Yarısından yedi yıl önce yayımlandığı gün, içimi tuhaf bir hüzün kaplamıştı. Kapağında bir yaprak kesiti olan kitabı elime aldığımda, uzun bir süre sessizleşmiş, yayınevi yöneticilerini epey şaşırtmıştım. Galatasaray’dan Gümüşsuyu’na gelinceye değin, sersemlemiş bir halde yürüyerek onlarca insana çarpmış, üstüme gelen otomobillerle burun buruna kalmıştım. Ne bir sevinç vardı içimde, ne de heyecan. Yazmayı öğreneli beri, kendi kendime hep yazı yazmıştım. Beni ‘dışarıdan’ yalıtan durmaklığımın, satışa hazır bir nesneye dönüştüğünü görmek basbayağı üzmüştü beni. Uzun bir süre kitapçılara adım atmadım. Çünkü yazılarım, az da olsa bir teşhir işlevi yüklenmiş, kargacık burgacık el yazımla biçimlendirdiğim kişisel haritamı, yine kendi ellerimle bir dikdörtgene biçimlemiştim. Gizli bir alanda gerçekleştirdiğim, kendimce en büyük hakkım olan tekillik, artık son bulmuştu. Şimdi o kitabı elime aldığımda içinde yer alan kimi özentili öyküleri okudukça, yedi yıl önceki anlamsız sıkıntım bugüne dair bir kehanet mi acaba, diye düşünmeden edemiyorum.

Bugünkü anlayışıma uç veren öyküleri saymazsak, Ortadan Yarısından bir haberci kitap olma özelliğinin ötesine geçemiyor. Elbette bu yalnızca benim kusurum değil… Yetmişli yıllarda doğmanın en talihsiz yanı Özalizmin tam içinde büyümektir. Gelibolu’da sokağa çıkma yasağı sırasında, kardeşimle birlikte babamın dürbününü yürütüp, Hamzakoy’a bakan evimizin penceresinden Bülent Ecevit’in ellerini arkada birleştirip önüne baka baka kumsalda yürüyüşünü izlerken, bizi nasıl bir geleceğin beklediğini bilmiyorduk. Beş yıl sonra Sarıkamış’taki yan komşumuz M.A. bir gün jandarma erlerince götürülmüş, dışarı fırlamış dargın gözlerle aylar sonra geri dönmüştü. Onun işkenceye uğradığını, konuşulanları gizlice dinlerken öğrenmiştim. Acıyı bire bir başkaları yaşamıştı, biz çocuklarsa bu acının devamında gelen sağırlığın, duyarsızlığın, körelmenin tam bir temsilcisi olarak yetiştirildik. Sistem tarafından bilinçli olarak cahil bırakıldık. Canı yanan ailelerimiz kütüphanedeki kitapları sandıklara istiflediler; kendi dönemindeki gençlerin mahvoluşunu yakından izledikleri için, tekinsiz sokaklardan korumak amacıyla bizi evlere tıktılar. Öte yandan Gaziantep’teki din ve ahlak bilgisi öğretmenimiz edebiyat dersine girip ‘olağan’, ‘devrim’, ‘kuşku’, ‘olgu’ gibi daha bir sürü Türkçe sözcüğün yasaklandığını söyleyiverdi. Henüz biz Türkçe’yi kavrayamadan o sağa sola dağılmıştı bile. 80’lerin gençleri toplumun iki başlı teenage ejderhalarına dönüşmüştü. Aydın büyüklerimize göre tam bir hayal kırıklığı, iktidara göre sorgulama yetisi güdük birer tüketim avcısıydık. Duygularımız önemsizdi.

Gerisi günbegün sığlaşan daracık bir dünya… İlk kitabımı okurken, gerçekliğe pamuk ipliğiyle tutunan, fantastik kurgulu öykülerimi 80’li yıllara özgü bunaltıdan kaçınmak niyetiyle yazdığımı yeni fark ediyorum. Bireysel sıkıntıları anlatan öykülerin ne denli sıkıcı olduğu önsezisiyle yapmıştım bunu. Ama beni bu ilksözü yazmaya iten başat neden, çok daha bağışlanmayacak bir şey: otosansür. Az sonra okuyacağınız Esir Sözler Kuyusu’nun bir bölümü, ilkgençlik çağımda, okunaksız bir el yazısıyla güncelere yazdığım; bir bölümüyse dergilerde yayımlanıp kitaplaşmamış ve ilk kitapta yayımlanmış bazı öykülerden oluşuyor. Cümle bozukluklarını düzeltmek ve fazlalıkları atmak dışında, sözcük seçimlerine, tekrarlara ve şimdi tercih etmeyeceğim söz dizimlerine müdahale etmeden yayına hazırladım Esir Sözler Kuyusu’nu. Kısacası hiçbiri son dönem öykülerim değildir. Elbette ki her yazarın yayımlamadığı bir iki öyküsü vardır. Ama benim için ilgi çekici olan, şimdiki anlayışımla saf ve derin bulduğum, –bence– ilk kitaptaki kimi öykülere göre epey aşkın olan bu öyküleri, nasıl bir korkuyla yayımlamadığımdır? Kız çocuğundan genç kadına geçiş evresini, tek başına hayata başlama tedirginliğini açımlayan, dişilliğin kimyasını çözmeye uğraşan kimi grotesk, kimi ironik olan bu öyküler, zamanında beni neden utandırmıştı? –O öyküleri yazan kız, yaklaşık on dört yıl geride durakaldığı için hakkında ileri geri konuşabiliyorum.– Dergilerle ve gençlik ödülleriyle başlayan ‘şanslı’ edebiyat serüvenimdeki bu kara delik, çocukluğu anlatarak çocuksu veya nahif olma korkusunun yanında, fazlasıyla muhafazakâr bulduğum edebiyat topluluğunda bir yetişkin olarak yer alamama kaygısından ileri geliyordu. Genç yazarını, önünde düğme iliklenecek resmî kurallara bağlı yazınsal anlayışlara iten yaşlı edebiyat kurumu, farkında olmadan, yeni yazara kendi dünyasını dayatıyor çünkü. Yalnızca dayatmakla kalmayıp görevini tamamlamak gayesiyle, yeni gelenin güzel Türkçe’sini övmekle yetinerek –edebiyatın en temel dayanağı olan ‘güzel dil’ sanki bir yan unsur olabilirmiş gibi–, kendi yerleşik değerlerinden de ödün vermeyi sürdürüyor. Ne yapalım elimizdeki buysa idare edelim, dercesine… Hiç kuşkusuz, henüz otuzlu yaşlarını süren bir yazar olarak, daha dördüncü kitabımda, ilk gençlik yıllarımda yazdığım kusurlu öyküleri yayımlamakla fazlasıyla ileri gittim. Gerçek şu ki, bundan sonra yazacaklarıma kaynak oluşturan bu öykülere sırtımı dönmektense, onları sırtlanmayı yeğledim. Ama asıl önemlisi, on sekiz yaşında bir kıza kendimi bağışlatmamdı. Çünkü az sonra okuyacağınız ‘çocuksu’ öykülerdeki dil, benim şu anda kurmaya çalıştığım, salt gövdeyle biçimlenen dile analık ediyor.

Olabilecek değil oluşmakta olan bir gövdenin hançeresinden çıkan bu tiz ses, kesinliği karar verilmemiş gerçeklikleri, içinde pullar uçuşan karanlıktan çıkarıp elle tutulur bir ağrıya dönüştürüyor. İlksöz’ü bitirirken göğsümdeki tutkuyu koruyan duamı da paylaşmak isterim: Ey benim güzel Allah’ım! Yetkinlikten, okuruna güvenmeyen kör parmağım gözüne metinler yazmaktan beni koru. Bırak bir gözüm hep kapalı kalsın. Bundan sonra yazarken hiçbir şeyi aktarmak, kurmak, hesaplamak istemiyorum. Dileğim duyumsamak, yalnızca duyumsamak… S.K., nisan 2004 Esir Sözler Kuyusu Her öğlen üç tas yemek götürmem lazım babaanneye. Genellikle hoşaf, pilav, kıymalı patates. Annem sefertasını yerleştirdiği bir naylon torbayı elime tutuşturup (çok değerli naylonlarını geri getirmemi sıkı sıkıya tembih ederek) beni babaanneye gönderir. Bazen torbaya bir iki elma da atar. Bir tanesi benim hakkım. Babaannem hemen hemen buruşuk bir elmaya benzer. Elleri çilli, sırtı çürük, etleri kumludur. Yemeğini yedirmek için önce onu acımayan yerlerinden tutup düzgünce oturtmanız gerekir. Gerisi salçalı bir söyleşi.

Hem yer, hem konuşur dişsiz ağzıyla. Lokmalar ağzından dökülür. Belki bininci defa anlatır hikâyesini, hiç değiştirmeden. Bense evin bir kızı olmanın lanetli yalnızlığını için için büyüterek dinlerim onu. İyi bir insanım. Babaannemin anlattıklarını ilk kez dinliyormuşum gibi yaparak hayretle açarım gözlerimi. Bana hep bir yılandan söz eder. Eskiden bu yılan her sabah evin taş döşeli avlusuna gelir, başını dikleştirip tıslayarak kimsenin dilini çözemediği bir hikâye anlatırmış. O zamanlar ev kalabalıkmış tabii, babaannem küçücükmüş ve harfi harfine anlarmış yılanın dediklerini. Evin öbür üyeleriyse, özellikle kadınlar, çığlık çığlığa sağa sola koşuşturur, bu yabansı tıslamanın içinden en küçük bir anlam çıkaramazmış. Kendimi bildim bileli, “Eeee anlatsana, ne anlatırdı senin yılan” diye sorulduğunda, babaannemin gözleri sanki mühürlüymüş gibi gölgelenir, kesin bir sessizliğe gömülür. “Kesseniz de söylemem! Vallahi de billahi de, şart olsun ki söylemem!” Dediğine bakılırsa, sözünün sonuna gelince yılan babaanneme döner, ‘İşittiklerin tamı tamına doğrudur, ama yalnızca duyana aittir’ deyip aynı bir ok hızında (bazen şimşek, bazen yağmur, bazen ırmak da olabiliyor) taşlıktan bahçeye akar gidermiş. Babaanneme göre yılanın bıraktığı bir esaretmiş bu. Kimsenin duyamadığı bir şeyi duymak, bilemediği bir şeyi bilmek en acılı hastalıktan daha ağrılı, en koyu yalnızlıktan çok daha betermiş. Böyle insanlar hep üzgün ve sinirli olurlarmış bu yüzden.

Kalabalık çok daha kalabalık, yere düşen gölgeler olduğundan fazla karanlık görünürmüş onlara. Bir keresinde, babaannem, lokmasını yutar yutmaz, bir çengel gibi kıvrık işaretparmağını önce kendi şakağına sonra benim şakağıma hafifçe değdirerek, “Başkalarının bilmediğini bir tek sen biliyorsan yandın! Benim gibi yapayalnız kalırsın. İçin için çürür, ama ölemezsin… Çünkü hiç yorulmazsın” demişti. Nedensiz bir üşümeyle ürpermiştim o zaman. Ne demek istediğini birazcık anlamıştım. Bugün babaanneme giderken aklıma değişik bir fikir geldi. Her zamanki patikadan değil de yonca tarlalarıyla bezeli alçak tepeleri aşarak vardım eve. Yalnız kalmanın en iyi yöntemi, meğer yolu uzatmakmış. Bu arada hiç görmediğim şeyler de gördüm. Sözgelimi bir ceviz bahçesi vardı, bahçenin bitiminde yüzünü güneye dönmüş ahşap çatkılı bir ev, evin hemen yanında taş örülü alçak bir kuyu, kuyunun başında bir kadın. Suyu tulumbayla çekip çekip yere döküyor. Hiç tereddüt etmeden kadının yanına gidip su istedim. Aslında o kadar susamamıştım da. Kadın kesin bir anlatımla çenesini kaldırıp, “Hayır, bu suyu içemezsin” dedi. Öyle içerledim ki olduğum yerde kalakaldım.

Sonra yüzüme bakıp tatlı tatlı gülümsedi. Gözleri nerdeyse yüzünün yarısını kaplıyordu. “Bu su mundar oldu” dedi, “içine yılan düşmüş.” Heyecanla “Sahi miii?” dedim, bir yandan çevremde bir yılan ölüsü aranarak. Kadın, çocuksuluğumu anladı benim. Göründüğümden daha çocuk olduğumu ya da. Genişçe gülümseyerek “Yılanı gömdüm, ama istersen koca bir kertenkeleyi ezdim demin. Veya büyücek bir örümcek de var, görmek istersen…” deyince, dilimi şaklatıp kızgınca “Yok” dedim “İstemem!” Beni taraçaya buyur etti. Sonra nefis bir limonata… Gölgeliği dengeleyen kazıkların üstünde bir dolu çan vardı. Soğuk limonatayı olabildiğince küçük yudumlayarak bu güzel zamanı iyice yavaşlattım. Her yudumda zor bir soru sordum ona: “Bu ev sizin mi, teyze?” “Benim değil babamın.” “Peki bu cevizlik?” “Orası da ağabeyimin.” “Ya bu kuyu?” “Kuyu benimdir, yalnızca benim.” “Onlar nerdeler, baban, ağabeyin?.” “Gittiler.

” “Nereye?” “Uzaklara, büyük şehirlere.” “Senin kocan yok mu?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir