Sema Kaygusuz – Yuzunde Bir Yer

Utancını biliyorum. Benliğinin en mahrem parçası bende duruyor. O çetrefil duyguyu emanet alalı beri gözümü gözünden ayırmadım. Tarihi bir sır yüzüne nakşedilmiş senin. Seni doğuran anne, seni düşleyen baba henüz dünyada yokken, atalarının çizdiği kederli bir sima, tenden tene geçen yakıcı bir ağıtın son defteri olmuşsun. Nasıl okuyacağını bilmiyorsun yüzündeki harfleri. Yaşamadığın halde etkisi altında kaldığın, söze nereden başlayacağını bilemeyip satırlarını bitiştiremediğin bu gizil utanç, büyümeni aksatıyor. Öte yandan, tanıdık hisleri hissettiğinde o yazı siliniveriyor alnından. Sözgelimi horgörüyle dudakların sola bükülürken ya da hasret çektiğinde sulanırken gözlerin, utancına dair tek bir sözcük göremiyorum yüzünde. Ama bazen dalgınlığa kapılıp dünyadan koptuğunda tanımadığın bir hissin zarfında hiçbir şey hatırlamıyorsun. Hatırlamadığın bir olayın karanlıkta kalmış hatırasıyla baştan ayağa ağrırken buluyorum seni. Bu sabah yanına vardığımda yine öyle en dalgın anında, dalgınlığın derinliklerine açılan kapıların eşiğinde cereyanda kalmıştın. Uykusuzluktan bitkin düşmüş ruhun, esintiyle salınan tül perdelere, duvardaki fotoğraflara, özsuyunu sakınımla salarak aşağı sarkan küçük bir örümceğe takılıp birer çağrışım eşlikçisi halinde senin dibine, dalgınlık evine yuvarlanıyor ve gövden bu istençsiz çoğalışa uyum sağlamak için edilgence kıvranıyordu yatağında. Canın bambaşka bir düzleminde, sana yardımcı olacak tek söz bile etmeyen türedi yabancılarla bir başına kalakalmıştın. Yabancılar kapıların ötesindeydiler.


Dalgınlığın sınırsız evrenini dolaşmak üzere dolambaçlı koridorların ortasında durmuş, yinelenemeyecek bir yolculuğa çağırıyorlardı seni. Biri buz mavisine çalan bembeyaz saçlarıyla yaşlı bir kadın; öbürü bahar bayramlarının umut dolu masallarından çıkagelen, yüzü silik, kutsal bir adamdı. İkisini de tanıyor ama nereden tanıdığını çıkaramıyordun. Dalgınlığın orta kapısı ise bir incire açılıyordu. Mor meyvelerle dolu ak dalları yanlara doğru kıvrılarak uzamış olgun bir incir ağacının acı yaprak kokusunu soluyordun bu eşikte. Yanımda değildin. Senin yerinde kemiklerindeki sızıyı görebiliyordum ancak. Avuçlarındaki teri, bel çukurundaki sancıyı bir de… Halin perişandı. Kadim bir ıstırapla benliğin küçülmüş, yaşadığın onca zaman bir incir çekirdeğinin içine sığışmıştı. Yatakta iki büklüm, etinin zonklamasını dinliyordun. Gözlerini açmaya korkuyordun sanki. Kollarını yüzüne kapamış, dalgınlığın dış kapısını kapatmaya çabalıyordun. Gerçekte hiç doğmadığın, böylece hiç ölmeyeceğin başka bir zamana, çağrışımsız bir alana sıçramayı diliyordun belki. Asırlık bir uzaklık vardı aramızda. Yeryüzünün aynı köşesinde farklı zamanlarda duruyorduk ikimiz.

Bölük pörçük hallerini izliyordum senin. Başka bir zamanda eziyet görmüş bir kadının şimdiki zamana sarkan kurban bilincini ödünç alan, üzüntülü bir hikâyenin başkahramanıydın Kendini kendinle hırpalıyordun. Çarşafında taze ter kokusunu duyduğun bir heyuladan korkuyordun üstelik. Yadsıyamayacağın kadar gerçekti ve senin zamanından geçiyordu. Heyulan ve sen hıdrellez ateşinden yeni çıkmıştınız. Gördüğün ilk hıdrellez ateşinden söz edeyim şimdi. Gerçekte olmadığın ama belleğinin örülmeye başladığı zamanlardan. Bundan yetmiş küsur yıl önce, henüz bir kıvılcım, ateşin dibindeki kızgın taş, yanmaya başlar başlamaz çıtırdayan kuru dallar denli yalın bir niteliğin vardı. Bir dağ yamacındaki gümüşkırı kayaçların gözüyle bakıyordun olan bitene. Bir mekândın orada. Mekâna yayılan tinsellik sen içre kalıcı bir ruh haliydi. O gün hem kendini yanan alev, hem de ateşte ısınan insandın. Yüklerini sırtlanmış kırk kişi günlerdir yürümekten yorgun ve aç, dermansız bir halde ateşin başına oturmuş, birbirlerine sığınmışlardı. Çocuklar sidik kokuyor, limelenmiş örtüleri ve giysileriyle herkes paramparça görünüyordu. Kaç zamandır madımak otundan başka bir şey geçmemişti boğazlarından.

Sürgündüler ama sürgün olduklarının farkında değildiler. Hayatta kalmış olmanın derin suçluluğuyla tümüyle suskundular. Artlarında bıraktıkları kanlı manzaranın kâbusunu görmemek için uykuya dalamıyorlardı. Suyun, ateşin ve ekmeğin manası tümüyle değişmişti. Su kan kokuyor, ateş çığlık atıyor, ekmekse gökten sarkıtılması beklenen kutsal bir lokmaya dönüşüyordu. Ateşin başında oturan bu insanlar ölmekten korkmuyorlardı artık. Zaten öldürülemeyecek kadar ölgündüler. Elazığ’dan kalkan trenden ineli beri ruhları uyuşuktu. Sıtmaya ve açlığa dayanamayanları göme göme yol aldıkça dünya başlı başına bir can acısı olmuştu. Hani Eyüp yalvarmış ya Allah’a “Ruhum bedenimden yoruldu” diye, onlar için de bildik bilinmedik bütün âlemler, yedi kat gök, yedi kat yer, bundan böyle kıvranan bir bedenden ibaretti. İçlerinde bir adam vardı. Adı Cafer. Tek gözü kanlı bir yemeniyle sımsıkı bağlı, öbürü ise kıpkırmızı. Sanki görmek için değil de ağlamak için açıkta bırakıyordu gözünü. Ateşe bir şey der gibi, dediğini bir tek ateş anlarmışçasına öne arkaya sallana sallana mırıldanmaya başladı.

Sözcükler yuvarlanıyordu ağzında. “Ey Hızır” diyordu, “Ey Hızır, ah benim gizli biraderim nerdesin? Allah katında mı, yeryüzünde mi, Musa’nın önünde, Cebrail’le diz dize misin?” O sıra akşam bastırıyordu. Sivri kayalıklardan yansıyan ışık oyunlarıyla aldatıcı bir dinginlik sarmıştı ortalığı. Yamaçtaki ağaçların dış çizgileri yavaş yavaş belirsizleşiyor, alacakaranlıkta bütün patikalar ve geçitler gözden kayboluyordu. Ateşin başında toplaşan insanların partal halleri yok olmuş, yerini kambur oturuşlu bir dolu insanın üst üste binmiş kara siluetleri almıştı. Cafer’in Hızır’a gönderdiği sitemli yakarış birkaç dakika sonra kırkının birden katıldığı tartımlı bir duaya evrildi. Huzur ile keder arasında gizliden gizliye bir bağ kuruluyordu şimdi. Bir tevekküllü bekleyiş içindeydiler. O bungun kıpırtısızlıkta Cafer’in sesiyle ortam daha da gerginleşirken bir kız oturduğu yerden sakince kalkıp eteğini silkeledi. O kız senin babaannen Bese’ydi. Bese’nin altdudağının altında küçük bir ben vardı. Annesi hep o beninden öperek severdi onu. Şimdiyse koca sülalesinden bir kendisi sağ kalmıştı. Kardeşinin cesedini Munzur Nehri’nde sürüklenirken gördüğünden beri, mecbur kalmadıkça kimseyle konuşmuyordu. Bese yavaşça yerinden kalkıp yürümeye başladı.

Koruluğa doğru uzaklaşırken, çişini etmeye gidiyordur diye kimse arkasından bakmadı. Dimdik sırtına, belirgin kürekkemiğine dikkat etselerdi biraz, ayaklarını sürümeden çevik adımlarla yürüdüğünü fark etselerdi, Bese’nin gidişinin tuhaf bir gidiş olduğunu anlarlardı belki. O gece Bese geri dönmedi. Dört bir yana dağılıp kızı aramaya koyuldular. Bir kişiyi daha kaybetmeye tahammülleri yoktu. Hem ölmüşse, bir yerlerde düşüp kalmışsa, onu öyle bırakmak, birini daha bırakmak içlerine sinmiyordu. Bese’yi sürüne sürüne aradılar. Haykırmaktan sesleri kısılınca taşları birbirine vurarak ormanın içine daldılar. Alıcı kuşların ötüşleriyle ürperdikçe, her taş yuvarlanışında ya da her dal hışırtısında yerlerinden sıçradıkça, sürgünlerin arasında türlü Bese efsaneleri oluşmaya başladı. Biri Bese’nin burada olduğunu ama görünmediğini, başka biri, aslında çok önce öldüğünü ama ruhunun yeni ayrıldığını, bir başkası ise kızın cinlere karışmış olabileceğini söyledi. “Cin min anlamam” diye haykırdı içlerinden bir kocakarı, “Bese’den vazgeçersek bütün soyunu kaybederiz, o kızı almadan şuradan şuraya gitmem!” Üçüncü günün sabahında Bese çıkageldi. Saçları darmadağın, yarı çıplak, dizleri, kolları yara bere içinde. Konuşmakta güçlük çekiyordu. Konuştukça kaburgaları ciğerine batıyordu çünkü. Döndüğünde sanki özü değişmişti Bese’nin.

Çekingenliğini terk edip her an meydan okumaya hazır, direngen bir eda takınmıştı. Davranışlarıyla herkesi dışlıyor, kabilesiyle arasına aşılmaz bir uzaklık koyuyordu. Bütün varlıkların aynı yıldız tozuyla mayalandığı bilgisi bundan böyle hükümsüz bir teselliydi onun için. Meğer sağ kalmak yeni bir tutum devşirmekti hayattan. Yeni bir gam, yeni bir ahlakla yeniden dirilen Bese bu kez başka bir yarayla doğuyordu. Ona “neredeydin” diye sordular. Son derece doğal bir şeyi anlatırmışçasına hiç teklemeden “Hızır’ı gördüm” dedi, “boz atına binmiş bana bakıyordu. Eliyle gel diye işaret etti, ben de gittim.” Bunu söylerken yüzünde derin bir hayal kırıklığı vardı Bese’nin. Senin yüzündeki gizil anlatımın hemen hemen aynısı. Ruhunun dokusuna işleyen bu hayal kırıklığının altından nasıl kalkacaktın, onu düşünüyordum ben de. Artık incir çağındasın. Her şeyini söylemeye ve göstermeye hazır, ballı özünü sunmak üzeresin hayata. Oturma odanın penceresini örten yaşlı bir incir ağacın bile var. Geniş yaprakların arasından süzülen cılız ışıklarla yetinmeyi ondan öğreniyorsun.

Ağacın odaya vuran gölgesi bir boyut katıyor yaşantına. Önceleri, evine gelen arkadaşlarına uzun uzadıya incir ağacından söz eder, incirden icazet almadan ona tercümanlık yapmaya kalkardın. Hatta, bir devin elini andıran incir yapraklarının Tanrıça Demeter’in el izini taşıdığını söyleyecek denli aşırıya kaçar, yaprağa yaprak olmaktan başka, taşıyamayacağı anlamlar yüklerdin. Hayat şeylere yüklediğin anlamlarla sınırlıdır ne de olsa. Sen incirle sınırlanmıştın. Oturduğun evi kiralamadan önce Beşiktaş’taki emlakçıları bir bir dolaşırken bahçe katı, küçük bir ev istemekle kalmayıp illaki incir ağacı da olacak diye tutturmuş, şaşkınlıkla suratına bakan emlakçılara incir ağacıyla yaşamanın zamanı geldiğini söylemiştin. Kurduğun cümle bir kerede anlaşılabilecekmiş gibi, öyle basitçe… Sana ev aramayı bırakıp iyi kötü bir incir ağacı bulmak için koşturmaya başlamışlardı. İsteğini en çok ciddiye alan gözlüğü şişe dibi gibi kalın camlı, burnundan hınlayarak konuşan emlakçı Muammer olmuştu. Ben de ceviz ağaçlarını severim, demişti, ortadan ayırdığı saçlarını elleriyle iki yana bastırarak. Omuzları kepekle doluydu. Muammer ceviz ağacının altında uyumanın nasıl da tatlı bir sersemlik verdiğinden söz ederken onun sapsarı dişlerine bakmamaya çalışarak bu can sıkıcı sohbetin bitmesini beklemiştin sabırla. Muammer’le aranızda kurulabilecek tek ortaklık ağaçlardı. Ama gözün incirden ötesini görmüyordu senin. Evi tuttuğun gün yaptığın ilk şey bahçedeki incir ağacına ad vermek oldu. Zevraki… Anlamı hem kayık hem de tahta demekmiş.

Yakın zamanda ölmüş Alevi bir saz şairinin mahlasıydı. Z harfini oldun olası sevmişindir. İçinden Z geçen bütün adlar mutlakla muamma arasında kalmış, bir yanı uyuşuk öbür yanı diri şeyleri anımsatıyordu sana. Z’nin değdiği her şey, buz, zaman, zehir, zan… hem zahiri hem de gizdi. Bahçedeki incire Zevraki dediğinde sözümona müzikal bir adla kuşatıp onu gerçekle düş arasında salınan bir yere kapattın. Onun dişi mi, erkek mi, yoksa çift eşeyli mi olduğundan bihaber, inciri bir şairin adıyla aşılamaya kalktın. Doğal değildi senin bu yaptığın. Uygarlığın başladığı, başlar başlamaz çökmeye yüz tuttuğu çevrimi yeniden kurmaktan başka hiçbir değeri yoktu. Bir şeye ad vermek onu kendine alışmaya zorlamaktır. Yeryüzündeki bütün kinsiz, gurursuz, yalın ve dingin canlıyı evcilleştirmenin ilk adımıydı bu. Oysa hangi adı koyarsan koy incirde görüp görebileceğin bir tek kendi suretin. Bu arada teslim etmeliyim ki şeylere yaraşır adlar veriyorsun hep. Bunu nasıl beceriyorsun bilmiyorum, neye ad versen sanki onu baştan yaratıyorsun. Bahçedeki incire Zevraki dedin diyeli hep aynı şiirin mealiyle bir okyanusun üstünde sürüklenirken buluyorum kendimi. Dalgalar ayyuka çıksa ta ayyuka, ufku geçip parıltılı gök kubbenin sınırlarına değin ulaşsa, hatta oradan arşa taşsa, arştan sonrasına da yükselse, yine de o muazzam denizin üstünde kalır zevraki.

İncir ağaçları nasıl doğdular acaba? Gün ışığının eğimine göre mi yarattılar kendilerini, yoksa çevrelerindeki kuşların, böceklerin iştahına göre mi biçimlendiler? Hangi zaman diliminde, nasıl ortaya çıktılar? Sözgelimi senin Zevraki… Zevraki’ye varana değin tekrarlanagelen döngüyü düşündükçe, Suriye’nin Akdeniz’e bakan bir yamacında güneşte çatlayan lapis bir kayanın dibinden fışkırmış, özünden süt rengi zehir salan bir filiz geliyor aklıma. Havva ile Âdem mahrem yerlerini onun yapraklarıyla örtmeden çok önce, kendiliğinden büyüyen bir piç. Sanki incir var diye varız biz, bir de böyle düşün. Bir sürgün ki, henüz çevresinde tek bir insan yokken insanı düşleyerek uzuyor. Meyvesini yiyecek olan bir kadının, meyveyi iki eliyle yardığı anda karnına düşecek ateşi, o ateşin kadının şahdamarında yaratacağı zonklamayı, kasığındaki tatlı sancıyı ve ilk ısırıkta dudaklara akacak balı, balın yaratacağı şehevi kudreti kurguluyor. Bir araya toplanmış erkeklerin, incirden damıttıkları rakıyı yudumlarken erbane çalıp gazel okuyacaklarını, havaya üfledikleri her ses ile gayb âleminde kendilerini bekleyen sevgiliye sözcüklerle uzanacaklarını temenni ediyor büyürken. Burgaçlanarak yüzeyde ilerleyecek olan köklerini, köklerin arasında yuvalanan yılanların sessiz sürünüşünü tasarlıyor. Yılan ile incir arasında kurulacak bağın çifte anlamları böylece oluşmaya başlıyor. Cezalandıran ve ödüllendiren, zehirleyen ve iyileştiren, baştan çıkaran ve sakinleştiren güçler incirin gölgesine toplanıyor yavaş yavaş. Derken, kökleriyle yeraltında gezinmeye başlıyor. Mezopotamya’nın dört bir yanındaki duvarları yararak, metruk evlerin temellerini çatlatarak olmadık yerlerde insanların arasında beliriyor. Zamanla kahramanlaşıyor tabii. Tam da bir dolu tanrı, tanrıça, yarı insan yarı hayvan varlık, tek bir yaradanın bünyesinde erimeye yüz tuttuğu bir çağda, teklikte çokluğun çoklukta tekliğin simgesi olarak toprağı yıldıran bir azgınlıkla yerleşiyor dünyaya. İnsan gözünden bakınca meyve ağacından öte, gören, anlayan, hatta geceleri fısıldayarak konuşan, kutsallığa eğilimli, birçok kollu, yılanlarla ahbap, gizemli bir yaratığa dönüştükçe incir, başka bir âlemden çıkagelmiş mucizevi bir varlık olarak karşılanıyor. İncire ad veren Aramiler, tin anlamına gelen İdra sözcüğüyle şeylerden ayırıyorlar onu.

İncire “tin” denildiğinden beri bütün büyük serüvenler onun önünde yaşanıyor. Öyle ki, İbranicede irfanın biricik sembolü olan bu ağaç, İdra’nın harflerindeki derin anlamlarla ağacın kendisinden daha ağır, daha görkemli bir hikmete kök veriyor yavaş yavaş. Harfleriyle hem ustalığı içeriyor incir, hem evrenin her yere açılan kapılarını. Bir nefeste suda ve yaprakta ve taşta, insanın ayva tüylerinden leoparın kürküne değin her yerde çözünen ululuğu dillendirmekle kalmayıp, harflerin içerdiği tılsımdan dolayı İdra diyen herkes “Bir başlangıç vardır” da demiş oluyor. İbranice yansımasıyla hâlâ kimselerin baş edemediği tumturaklı bir cümleye dönüşüyor incir. Gel gör ki Farsçadaki Ancir adına ulaşınca ister istemez biraz gözden düşüyor. Ancir’in anlamı, delmeye, oymaya denk düşüyor çünkü. Ağacın geniş yapraklarının dibindeki kâselerin içinde yavaş yavaş büyüyüp şişmeye başlayan, şiştikçe gencecik kızların memesini ya da oğlanların hayasını andıran bu meyveler iç gıcıklayıcı duyguları uyandırdığından herhalde, Farisiler dişledikleri herhangi bir meyveye koymadıkları adı ona koyuyorlar. Özenli bir koparışla avuçlarına aldıkları incirleri birbirlerini soyar gibi soyuyorlar çünkü. Ortalık yerde incir yemek, herkesin gözü önünde sevişmek kadar utanç verici bir işe dönüşüyor sonra. Bugün bile İran’dan Anadolu’ya nereye gitsen manavdan uluorta incir isteyemezsin. Ters ters suratına bakar, isteğini duymazlıktan gelirler. En iyisi “yemiş” deyip incirin müstehcenliğini kabul etmek, perdeler kapalıyken ev içlerinde yemek onu. Zaten dilim dilim yiyemezsin inciri, onunla öpüşürsün. İçine dalıp onu emmen gerekir.

Kırmızı iç eti, capcanlı, kımıltılıdır. Parmak uçların yapış yapış olduğu için incir bitene değin başka bir şey yapamazsın. Belki de bu yüzden bakirelerle gebe kadınları incir ağacına yaklaştırmadılar. Cinsellikten uzak durmaları için… Ne ki, evlilikdışı gebe kalmış kadınların rahmindeki cenini söküp almak yine incire düşmüştür. Yalnızca kocakarıların bildiği bir sırdı bu. Kocakarı, ağaçtan kestiği taze sürgünlerden birini gebe kadının rahmine sokup kurcalayarak düşük yapmasını sağlardı. Kadının canını çıkarmadan rahim zarını dölyatağından kazımak o günlerde sihir sayıldığından incir ağacının yaratıcı ve yok edici gücü dilden dile yayılmaya başladı. Derler ki, incir dalıyla çocuk düşüren kadın bir daha asla incir yememeli. Kendi kaybının baş döndürücü lezzetiyle zehirlenmesin diye. Binlerce yıl içinde incir mi insanlaştı, insanlar incirin huyunu mu kaptı bilemiyorum, incir hangi dilin içinde köklenmişse o dili konuşuyor, hangi dinin cennet ağacıysa o dine ibadet ediyordu. Gel zaman git zaman cinler yerleşti incirin dibine. Geceleri ağacın köküne işeyen sarhoşların ağzı yüzü bir yana kaymaya, ağaca tırmanmaya kalkışan çocuklar sakatlanmaya, incir gölgesinde uyuyakalanlar hafızasını yitirmeye başladı. İnsanlar incire hem değer verip hem de onu lanetledikçe, yeryüzüne inmiş çifte yürekli bir hünsanın, küçük lokmalar halinde herkese tanrısal bir can paylaştırdığına inandı. Hem yoldan çıkaran hem de uysallaştıran kutsal bir candı bu. Bir yandan özgür iradeyi besleyip benliği kışkırtıyor, öbür yandan herkese başkalarına benzeyip görünmezleşmesini öğütlüyordu.

Ne tuhaf, o zamanlar çift cinsiyetliydi incir. Kendi kendini döller, kendini kendinden yaratırdı da, insanı cennetten kovdurmaya yeminli bir iblis gibi davranırdı. Diyorum ki, tam da incir çağındayken sen, tarihin gözüyle değil de başka bir gözle bakmalıydın Zevraki’ye. Her uygarlığın geçici olduğunu içten içe bilen bir barbar gibi. Ağacın döngüsel yaşamından esinle bedenindeki tine erişmiş yırtıcı bir kadın iştahıyla… Oysa, bir kez olsun incir ağacından büyülendiğini duymadım. Sadece incir söylencelerinden etkilenmiştin. Hepsi bu. Zevraki’ye duyduğun yakınlık önemlidir elbette. Ama bağlamlar, o kahrolası bağlantılar, ruhsal özgünlüğün sınır taşlarını örmekten başka pek bir işe yaramadılar. Doğrusunu istersen inciri sevişine bir sebep bulamadım hâlâ. Hem bir kerecik olsun, pazaryerinde dolaşırken bir kilo incir alıp da kalabalığın içinde ağzını şapırdata şapırdata, dudaklarından akan balı yalana yalana incir yedin mi ki? Önce onu söyle, sonra dikil ağacın önüne. Şimdi oturma odandaki koltuğa tünemiş boş gözlerle Zevraki’ye bakıyorsun. İncirin dolaşık dallarını, büyücek yapraklarını seyrederken kendi gövdesini arayan bir hayalet denli hafifsin. Gök dupduru. Bu saatte bu noktadan hiç bakmamıştın dışarıya.

Yaprağın toprağa vuran gölgesi değişken bir suretmiş meğer. Işığa göre yer değiştiren dingin karartılar… Kuytuda kalan incir dallarının güçbela bükülerek güneşe doğru uzandığını yeni fark ettin. Ağaçla kıyaslanınca ne kadar yavaşsın. Duvarlara astığın fotoğraflardaki yüzler geçmişini söndürüyor hayatının. Bugüne değin sadece insan yüzlerine bakmış olmanın boşunalığı yavaş yavaş açığa çıkıyor. Örneğin şu tam karşındaki yaşlı adam fotoğrafı. Cumbalı ahşap bir evin merdivenine oturmuş, yoldan gelip geçenleri seyrediyor. Ev yapımı muskat şaraplarını sergilediği küçük bir tezgâh var önünde. Bu fotoğrafı tatil seçenekleri sunan bir dergi için Şirince köyünde dolaşırken çekmiştin. Fotoğrafı tam sayfa basmaları pek hoşuna gitmişti. Şimdi bu adam yaşıyor mudur acaba? Fotoğrafını çekerken onun ölümlülüğünü, incinebilirliğini aklından geçirmiş olabilir misin? Deklanşöre bastığın anda, muskat şarabı yaparak geçinen bu yaşlı adamın, zamanın pervasız akışı içinde tükenip yok oluşuna bütün varlığınla dahil olmuş muydun? Ya da bilincinde misindir dahil olduğunun? Bakıyorum da bu fotoğrafın senin elinden çıktığı hiç belli değil. Ne yaşlı adamın otururken sol yanına abandığının farkındasın ne de şapkasının siperliğine iliştirdiği iri taşlı broşun. Öyle olsaydı şarap şişelerinin etiketlerine göre değil de fotoğrafı başka bir yönden çekmiş olurdun. Adamın biricikliğini vurgulayan ince ayrıntıyı görememiş olmana karşın bunu göstermiş olman bir tesadüfse eğer, çektiğin fotoğraflara baka baka öğrenebilirsin göz çelici duygunun nasıl da cismani bir şey olduğunu.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir